İlk kitapları severim ve bir ilk kitap hakkında yazarken bu cümleyle başlamayı da çok severim. Yazarın heyecanının bana da geçmesi için yaparım bunu. Çünkü ilk kitapların heyecanı başka şeye benzemez. Yılların birikimini bir kitapta görmek eli kalem tutan herkesin muradıdır ve yıllar sonra dönüp arkaya baktığında yazar içindeki heyecanının devamıyla yazmaya ve yaşamaya devam eder.
Dilek Altundağ’ın Truva Yayınları arasında çıkan Lo’nun Gereklilik Kipleri ilk öykü kitabı. İsmine dergilerden aşina olduğum bir isimdi Altundağ. Yazmaya, özellikle öyküye tutkulu olduğu her halinden ve cümlesinden kendini ele veriyordu. Lo’nun Gereklilik Kipleri şimdi onun öykü dünyasına armağan ettiği bir demet güzellik olarak raflardaki yerini aldı.
Kitabın ilk öyküsü Lo’nun Gereklilik Kipleri. Birgül Yangın Aslanoğlu’ndan bir alıntıyla başlıyor. Anlatım gayet akıcı. Elinizden bırakmadan bir solukta okuyorsunuz öyküyü. Olayların içinde siz de varsınız. O kadar gerçekçi bir anlatım var ki babayı bir kaşık suda boğma isteğiyle bitiriyorsunuz öyküyü. Duyguyu vermek denen hassas bir denge vardır anlatı sanatlarında. Bunu çok iyi yapıyor Altundağ. Öfkenizin ibresi ine çıka okuyorsunuz öyküyü. Anlatım oldukça net. Duygular da…
İkinci öykünün giriş alıntısı Sait Faik Abasıyanık’tan. Öykü yazmaya beni iten en önemli güç Abasıyanık öyküleri olmuştu. Onun şehrinde olmanın verdiği bir aşinalık vardı bende. Sakarya’nın birçok yerinde çocukluğumdan beri Abasıyanık ismini duyarak büyümüştüm. Cadde, sokak, kültür merkezi onun adıyla anılıyordu. Bu yüzdendir ki Abasıyanık adını bir yerde görünce bendeki tüm algılar sonuna kadar açılıyor. “Sinağrit Baba ile Töskel Ormanlarında Yürüyüş” öyküsü “Hişt, Hişt” sesiyle ilerliyor. Yanıbaşımızda Abasıyanık duruyor gibi bir mutluluk ve heyecan.
Öyküde, romanda ya da herhangi bir metinde göndermeler yapılmasını önemli buluyorum. Yazarın okuma serüvenine de ortak oluyoruz böylelikle. Altundağ da kitabında bunu sık sık yapıyor. Hem de sadece öykü girişindeki alıntılarda değil birçok yazar ve eserin kulağını çınlatarak yapıyor bunu. Olay akışını öyle bir ustaca yönetiyor ki tam yerinde taşı gediğine koyuyor. Sait Faik çıkıyor karşımıza. Saatlerin arasındayken Ahmet Hamdi’ye bir selam gönderiyoruz. Kafka’yla her an bir değişim yaşamanın eşiğinde buluyoruz kendimizi. İçten içe bir sorgulamayı yaşarken Nietzsche çıkıyor karşımıza ya da Huzursuzluğun Kitabı ile baş başa kalıyoruz.
Kendini dar kalıplara hapsetmiyor Altundağ. Hem konu olarak hem de anlatım tekniği olarak geniş bir perspektif sunuyor bizlere. “Paşa Amcaya Gittiğimde”de durum öyküsünün tüm özelliklerini işlerken kullandığı ruh haliyle “Cilveli Naciye”deki hâller birbirinden oldukça uzak. Üzüntüyü de sevinci de yerli yerinde ve kıvamında kullanıyor. Bu da ruh haline yansıma kıstasını tam anlamıyla sağlamış oluyor.
İroniyi de öykülerinde sıklıkla kullanıyor Altundağ. İğnelemek istediği kişi ya da durumu inceden inceye dokunuşlarla rahatsız ediyor. “Zır Zır Şule” tam da bu tür bir öykü. Güler misin ağlar mısın halleriyle okuyoruz öyküyü. “Hoş Bir Bakış”ta ise yaratıcı yazarlık atölyelerine göndermeler var. Tabi ki yine ince dokunuşlar yapmayı ihmal etmiyor yazar.
“Yazar olmak isteyen heyecanlı ve hırslı gençler vardı etrafımızda.” (s.74)
“Atölyedeki ünsüz yazarlar orkestrası ağız birliği yapmış gibi…” (s.77)
Akrabalık ilişkileri de sık sık işleniyor öykülerde. Gaddar bir baba, ezilen anne, şahsına münhasır bir amca, titizliğiyle tüm akrabalık bağlarını gevşek tutan yenge, enişteler, teyzeler derken geniş bir aile albümü karşılıyor bizi.
“Paşa Amcaya Gittiğimde” öyküsündeki yengenin halleri: “Surat asık. Karşıma çıkmanın keyifsizliğiyle dilinin ucuyla da olsa bir ‘Hoş geldin’ deme tenezzülünde bulunarak terlikleri veriyor ayağıma. Sarılmıyor. O yılan gibi soğukluğunu bile çok görüyor tenime.” (s.36)
“Saatçi Çırağı ver Tiktaklar” öyküsü, içinde birçok gizem ve entrikayı barındırsa da bu öykü için tam anlamıyla benim öyküm diyebilirim. 7 yaşımdan bu yana hep saat takarım, ilkokuldayken yazları bir saatçinin yanında çırak olarak çalıştım. Evden çıktığımda baktım ki telefonum yok önemli değil deyip yoluma devam ederim ama saatim yoksa döner eve alırım saatimi. Şehir dışına çıktığımda oldu da saatimi unuttuysam gittiğim yerden bir saat alırım. Kolum saatsiz durmaz. Okuldaki çekmecemde yedek bir saat mutlaka durur. Odamda türlü şekillerde 6 tane saat var şimdilik. Ve tüm bunları Hece Öykü’de yayınlanan “Saatlerce Aşkına” öykümde anlatmıştım. Saate cep telefonundan bakanlardan değilim yani. Altundağ’ın çırağını okurken bir an kendi hallerim geldi gözümün önüne.
Kitaba ismini veren gereklilik kiplerine dönecek olursak; hayatın bu kipler üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Bazen Lo’da olduğu gibi zorunluluklar bizi buna sürükler bazen de kendimiz gönüllü olarak isteriz bunu. Ne olursa olsun gereklilikler bırakmaz yakamızı. Altundağ bu duyguyu hayatın içinden bakarak veriyor. Gerekliliğin içinde bir mecburiyet de vardır. Bunu ister istemez yaparız ya da mecbur oluruz gerekliliklerimize. Lo’nun babasına hizmet etmesi bir mecburiyettir mesela. Tüm “meli-malı” kiplerini omzuna yüklemiştir çünkü Lo.
Kitapta bunun dışında mecbur kalınan birliktelikler de ( bir yeğenin amcasına misafir olması, dengesiz bir komşuya tahammül, bir çırağın ustanın oğluna tahammülü, Necati Bey’in duymadığı çığlıklar…” hayatın bize sunduğu gerekliliklerden başka bir şey değil.
Lo’nun Gereklilik Kipleri’ni ben severek okudum. Yazarı için de bir yüz akı olacak kıymette bir kitap olarak öykü dünyamızda yerini aldı. Öykü okumaktan keyif almak isteyenler bu kitabı mutlaka oku-malı. Yazarın öykü dünyasına gir-meli ve iyi ki Dilek Altundağ’ı tanımışım de-meli.
Dilek Altundağ – Lo’nun Gereklilik Kipleri – Truva Yayınları – 2024