Muhit’ten Çanakkale Dosyası
Gündemi ve tarihsel süreci sıkı bir şekilde takip ediyor Muhit dergisi. Böylelikle tarihe, günümüzden de not düşmüş oluyor. Olup bitenden habersiz, kendi türküsünü söylemek dergileri belirli bir çizginin dışına da çıkarmaz. Dergi, birikimlerin toplandığı yerdir. Muhit bunu her sayısı ile sağlayan bir dergi. Mart sayısında da 18 Mart Çanakkale Zaferi’ni konu edinen bir dosya ile çıktı.
Çanakkale Dosyası’ndan
“Bugün bizden vatan razı olacak” alt başlığı ile hazırlanmış dosya. Konunun uzmanı isimlerin çalışmalarıyla arşiv değerinde yazılar yer alıyor dosyada.
Haşim Şahin – Osmanlı’nın Rumeli’ye İlk Geçişi
“Süleyman Paşa, Osmanlıların Avrupa’ya kalıcı olarak yerleşip kök salmasının da baş mimarıydı. Orhan Gazi, Bizans içindeki taht kavgalarına karışan Kantakuzenos’un yardım talebi üzerine asker göndermiş, hatta 1348 senesinde Rumeli’ye yapılan seferi bizzat Süleyman Paşa idare etmişti. Bu seferler sırasında Bizans’ın bölgedeki zayıflığı fark edildiği gibi Osmanlılar Rumeli coğrafyasını tanıma imkânı da bulmuşlardı.”
“Süleyman Paşa ele geçirdiği yerlerde kalıcı Türk yerleşimini sağlamak ve bölgenin İslâm toprağı hâline gelmesi için büyük gayret gösterdi. Gelibolu’ya Karesi bölgesinde çok sayıda Türkmen’i iskân etti.”
“İstanbul’un ve Anadolu’nun işgalden kurtulmasının sembolü olan kahramanlık mücadelesi, 20. yüzyılın başlarında bir kez daha vaktiyle Süleyman Paşa’nın uğruna büyük fedakârlıklar gösterdiği bu topraklarda verildi. Kahraman Osmanlı ordusu düşmana Gelibolu’da, Kilitbahir’de, Kirtetepe’de, Conkbayırı’nda İngilizlere geçit vermeyecek, bir kez daha Türklerin bu coğrafyadan sökülüp atılamayacağının destanını yazarak, Süleyman Paşa’nın manevi huzurunda bir kez daha onun yolundan ve izinden gittiklerini ilan edeceklerdi.”
Burhan Sayılır – Çanakkale Cephesi’nin Açılması Ve 18 Mart Boğaz Harbi
“Günün sonunda Türk tarafının kayıplarına bakıldığı zaman, Çanakkale ve Kilitbahir’in alevler içinde kaldığı, haberleşme hatlarının tamamen kesintiye uğradığı, tabyalar ve bataryalara binlerce gemi top mermisinin isabet ettiği, siperlerin harap olduğu, topların çoğunun kullanılamayacak derecede zarara uğradığı ve iki yüz kadar Türk’ün hayatını kaybettiği görülmüştü. İtilaf donanmasına gelince “Yenilmez Armada” olarak bilinen filo çok önemli üç zırhlısını Boğaz’ın sularında bırakmış, birçok gemisinin savaş dışı kalmasına engel olamamış ve batan gemilerdeki askerlerini de geride bırakarak Boğaz’ı terk etmek zorunda kalmıştı.”
Ali Emre-İslâm’ı Kuşatmış Boğuyorken Hüsran: Çanakkale Savaşı Ve Mehmed Âkif
“Âkif, bu zaferin her şeyin sonu olmadığını bilmektedir elbette. Savaş devam edecek, vatanın birçok beldesinde istilacıya direnmek zorunda kalacaklardır. Yerin altı, şimdiden kefensiz yatan nice kahramanla, nice kınalı kuzuyla dolmuştur. Acılar büyüktür, öfke ve kızgınlık sınırsızdır; aymayanların, hâlâ hiçbir şeyden ders almayanların, aklını başına devşirmeyenlerin haddi hesabı yoktur. Diğer taraftan nice ocağa ateş düşmekte, o ateş bazen bir tek düştüğü yeri yakmaktadır; nice ananın, gelinin, çocuğun boynu bükük kalmaktadır. Böyle devam ederse memleketin genç ve okumuş nüfusu da ister istemez azalacaktır.”
Mustafa Özçelik – Âsım’ın Nesli’ne Adanan Şiir: Çanakkale Şehitlerine
“Âkif ’in “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? / En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,” mısralarıyla başlayan Çanakkale Şehitlerine olarak bildiğimiz şiirinin yazıldığı yer Necid’dir. Zira Âkif, Berlin seyahatinin ardından bu defa yaklaşık iki ay sonra, 1915 yılının Mayıs ayı ortalarında Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bir heyetle Arabistan seyahatine çıkar. Çöl yoluyla Necid’e kadar gider. Amaç, İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden Arap kabilelerine mukabil, devlete bağlı kabilelerin desteğini sağlamaktır. Bu amaçla Arap kabilelerini dolaşır, ileri gelenleriyle görüşür ve gerekli desteği sağlar.”
Yaşamak, Ölümü Dansa Kaldırarak
Yaşamak ve ölmek… İkisi de insana dair. Birbirine o kadar yakın ki yaşamla ölüm, arada hiç çizgi yok gibi. Yaşadığımız her an biraz daha ölüme yaklaşıyor olmamız da bundan. Harun Yakarer, yaşamla ölümün mücadelesini yazmış. Savaşla dans arasında gidip gelen sonsuz bir kovalamaca bu.
“Ölüm beklentisini bir histeri hâline getirmeden, sürekli onu düşünerek değil ama ölüm hakikatini ve zamanının yakın olduğu ihtimalini bilerek onu anmak bizi insanlığımıza yaklaştırıyor. Fıkrasına gülünmeyen adam haklı. Etrafımızda o kadar çok ölüm görüyoruz ki onu düşünmeden geçecek bir günümüzün bile olmaması gerekiyor sanki. Bir çiçeğin üstüne basıldığında ölmesi, araba çarpmış bir kedinin yol kenarında kalan bedeni, mahallemizde her gün gördüğümüz o yüzünde buruşukluk ve elinde bastonla zoraki yürüyen amca bize kendimize dair bir ölümü nasıl hatırlatmasın ki? Ama insan, ölümü hep bir metre mesafede de olsa kendine gelmeden kalacak zanneder. Hayatı yaşamak istiyorsan ölüme hazırlan, diyen Freud ölüm hakikatinin hayat kavramının içine yedirilmiş olduğunu görmüştü sanırım. Biz de hayatı bir hakikat düzlemine yerleştiren şeyin onun içinde gömülü olan ölüm gerçeği olduğunu görmeliyiz.”
Âşık, Başarısız Bir Sanatçı Gibidir
Âşık ile başarısız bir sanatçı arasında nasıl bir bağ olabilir? Âşığın aşk halindeyken aklının başında olmaması gibi bir durum söz konusudur diyebiliriz. Buna, aşkını bir sanat eseri gibi görenler için geçerli bir kıstas da denebilir. Erol Göka, Aile ve Aşk Yazıları’nın bu bölümünde “Âşık, Başarısız Bir Sanatçı Gibidir” diyor. Bu benzetmeyi de çeşitli örneklerle açıklıyor. Karşımızda, aşkını tarif edemeyen bir âşık portresi var.
“Aşk ile sanat arasında tam tarif edilemeyen ama sezinlenen bir ilişki var. Ancak bu konuda bir hususu daha ilave etmemiz gerekir. Âşık, yaşadığı ruh hâli nedeniyle olanca yaratıcılığına rağmen kendi eserini bir türlü tamamlayamaz, hep bir yerinde eksik gedik arar. Hem eksik bıraktığını düşünür hem de eseri karşısında ezilir. Sanatçı olmasına sanatçıdır ama başarısız bir sanatçıdır o.”
“Âşık, ne sevdiğini anlatabilir ne de yaşadığı aşkı. Bırakın anlatmayı o kadar şaşkındır ki niye sevdiğini de bir türlü bilmiyordur. Aşk üstüne yazılıp çizilenlerin bir türlü birbirini tutmaması da bu yüzdendir. Bazıları sevgilisini kişiliğinden dolayı değil, hasletlerinden dolayı sevdiğini düşünür.”
“Aşk çoğumuzun kapısını çalmış, daha doğrusu çoğumuz kendimizi aşk otağının eşiğinde bulmuşuzdur. Her âşık bunları yaşar ama yaşadıkları bunlarla sınırlı değildir. Aşkın bu evrensel özellikleri dışında aşkı yaşayan kişinin kişilik özelliklerine göre değişen görünümleri de var. Her insan uyur ama her insanın uykusu biraz farklılıklar gösterir; hatta hiçbir insanın rüyası diğerine benzemez. Tıpkı bunun gibi aşkı yaşarız ama kendimize göre, kendi benimize göre.”
Berat Demirci – Oradan da Kondu Geçti Turnalar
Anne dilinden dökülmüş en sıcak cümleler tadında bir yazısı ile Muhit’te Berat Demirci. Annelerin şefkat dolu yüreğine turnalar da eşlik ediyor.
“Dilimiz dolaşmadan, meramımızı ana dilimizle anlatır hâle geldiğimizde bir nevi icazet almış olurduk. Nöbet nöbet döner dururdu; dinlenenler göçer, dinleyenler söz söyleme yükünü omuzlardı. Ki bu, hayatın yükünü omuzlamakla aynı şeydir.”
“Baba, anadan öğrenilen dille çocuklarına tecrübelerini aktarır. Babayla konu(ş) mak bu yüzden büyüme alametidir. Babayla konuşmaya başladığımızda büyük adamlar mabeynine adım atmışız demektir. Buz üstüne yazı gibidir bu söylediklerim; “tarifeli kompleks”lerin olmadığı bir dünyadan haberdir.”
“Sözü turna katarı gibi uçurmak, kondurmak ona mahsustu sanki. Başkasından duymadım; diline yerli yerince oturtmuştu ve ona çok yakışıyordu. Her cümlesi bir turna idi; turnaları eşleştirir, bir katar oluşturur, âdeta seyrettirmek isterdi. Elini sallayışı ise faniliğin alameti gibiydi.”
Vahdet, Emanet ve Emniyet Ahlâkı Üzerine
Muhammet Enes Kala, vahdetten dirliğe, dirlikten birliğe uzanan bir anlam yoğunluğundan emanet ve emniyet ahlakını anlatıyor. Vahdet varsa emniyet de vardır.
“Allah’ın yarattığı kâinatta ve âlemlerde ahenkli bir işleyişin, nizamın var olduğunu görürüz. Esasında bu nizam, o âlemleri teşkil eden zerreden kürreye her bir varlığın sevk-i tabi veya iradeyle kendi doldurması gereken yeri doldurmasından ötürüdür. Burada herhangi bir şaşma, hata, noksanlık yoktur, olsaydı zaten var olamayabilirdik. Ve âlemlerde öyle bir âlem vardır ki bu âlem tüm âlemlerin zübdesidir, özüdür. Kâinatın halifesidir. Ve o âleme öyle nimetler verilmiştir ki o nimetleri keşfederek ve yaşayarak o âlem, âlemleri güzelleştirir, kâinatı imar ve ıslah eder: İnsan. İnsanın eşhasa ve eşyaya köle olmamasının, şehvet ve arzusuna tutsak olmak kaydıyla behimi bir tabiata savrulmamasının imkânının onu hürleştirecek iman olduğu ifade edilebilir.”
“Emanet bilincinden hikmet sâdır olur. Hikmet ve tahakküm aynı kökten gelir. İnsanın karşısındakine onun varlık şartlarını, imkânlarını, haklarını gözetmek koşuluyla yaklaşması hikmetin; karşısındakine kendi şartlarını, imkânlarını ve isteklerini dayatması ise tahakkümün karşılığıdır.”
Arif Ay- Okuma Notları
Okuma notları tarzındaki yazılar yol gösterici olmasından dolayı okuyucu nazarında oldukça önemli çalışmalardandır. Bu notların sahibi usta bir isimse o zaman bu yazılar daha da önem kazanır. Arif Ay’ın Okuma Notları’nı da bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Adını andığı kişiler ve kitaplar kimi okuyalım, kimi takip edelim sorularının cevabını da verir bize. Arif Ay yazısında birçok isimden bahsederken, kentsel dönmüşüm, günümüz şiiri gibi kavramlar hakkındaki düşüncelerini de sıralıyor.
“Şiirimiz su gibidir. Üç hâlde bulunur: Sıvı, katı, gaz. Sıvı ve katı hâli geçmişte kaldı. Şimdilerde gaz hâlini yaşıyor. Zehirlemiyor ama en azından uyutuyor.”
“Cahit Koytak’ın Yitiksöz’deki şiiri beni 70’li, 80’li yıllara götürdü. O zamanlar lüks bir otomobil alan bir “İslâmcı”, kendine yöneltilecek bilindik eleştirilere karşı savunmaya geçer ve “Peygamberimiz bu devirde yaşasaydı o da otomobilin en iyisine binerdi. Müslüman her şeyin en iyisine layık” diyerek aklınca kendine esaslı bir kılıf bulmuş olurdu. Üstelik “her şeyin en iyisi” ne menem bir şey onu da anlamak zor. Oysa Peygamberimiz bu çağda yaşasaydı yine Allah’ın emrettiği gibi yaşardı. Önce açlara, yoksullara, ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Bizim gibi kılıf uydurmazdı haşa.”
“Mehmet Dinç’in biri ortak üç kitabı birden ulaştı Muhit Kitap’tan: Mehmet Dinç/İdris Topcuoğlu Sıkıntılarla Mücadele Rehberi, Mehmet Dinç Ruh Sağlığımızı Korumak, Mehmet Dinç Psikolojik Dayanıklılık. Kitapları okumaya başladım. İntibalarım bir sonraki yazıya inşallah.”
Mahallemizin Koruyucu Ağabeyi: Üstün İnanç
Üstün İnanç, 12 Şubat 2024 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Bir değerimizi daha kaybettik. Bir yanımız daha göçtü. Eskiye dair renklerimizi yitiriyoruz. Mehmet Nuri Yardım, Üstün İnanç hakkında yazmış. Rahmet diliyorum.
“Üstün ağabey bir dava adamıydı. Her eserinde bir mesajı vardır. Anlatmak istediği bir hikâyesi, derin bir ıstırabı, derdi vardır. Bu meseleyi bizimle paylaşır esasında.”
“Meşhur Marmara Kıraathanesi’nin en sıkı müdavimlerindendi ve sohbetlerinde bu kahve bir şekilde yâd edilirdi ama en renkli cephesiyle, bilmediğimiz yönleriyle, sırlarıyla, dostluklarıyla, meçhul tarafları ve özel konumuyla.”
“Bosna’da Sırp kasapları katliam yaparken, bölgede büyük soykırım yaşanırken yine meseleye sahip çıkmış. Ve Kanayan Yara Bosna filmi için senaryo yazmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gösteri Sanatları Merkezi Müdürlüğünü anlattığı zaman Cumhurbaşkanımızı hayırla anıyor ve “Tayyip Bey geldi ve Fatih’teki evden beni alıp bu göreve getirdi. Allah kendisinden razı olsun” diyordu.”
“Coşkusunu, tebessümünü, heyecanını, cesaretini, azmini, hüznünü ve muhabbetli sohbetlerini çok özleyeceğiz. Ailesine, dostlarına, meslektaşlarına, okuyucularına ve bütün sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum. Ruhu şad, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı yüksek olsun. Türkiye’nin başı sağ olsun.”
Ahmet Günbay Yıldız’ı Düşünmek
Bir edebiyat dergisinde Ahmet Günbay Yıldız üzerine yazı olması, heyecan verici bir durum. Bunun benim adıma birçok sebebi var. Okumaya ilk başladığım yıllarda Yıldız’ın Çiçekler Susayınca, Yanık Buğdaylar, Gurbeti Ben Yaşadım romanlarını anneme sesli olarak okurdum. Okumaya Yıldız ile başladım diyebilirim. Diğer bir sebep, Yıldız’ın Tokatlı olması. Aynı toprakları paylaşıyor olmanın da mutluluğu bizim için çok büyük. Birkaç kez Tokat’taki okuyucuları ile de buluşturmuştuk Ahmet Günbay Yıldız’ı.
Muhit’te Abdullah Harmancı’nın yazısı beni ziyadesiyle memnun etti. Milyonlarca satan bir yazarın özellikle akademi tarafından görülmemesine, yok sayılmasına çok iyi bir cevap olmuş bu yazı.
“1970’te Hekimoğlu İsmail’in yanında başlayan bu roman yazma/yayımlama yürüyüşü elli iki sene sonra şimdi de devam ediyor. Yıldız’ı diğer yazarlardan ayıran ilk özelliği çok fazla okunmuş olması. Üstelik şu an için son dört nesil tarafından okunmuş. Yıldız’ı ilginç yapan bir yönü de romanlarını yazıp çekilmesi.”
“Yıldız hakkında birçok ön yargı var. Bunlardan biri bütün romanlarının “hidayet” şemasına göre yazıldığı fikri. İkincisi, sadece belli çevrelerde okunduğu düşüncesi. Bir diğeri de Ahmet Günbay Yıldız’ın “artık” okunmadığı ön yargısı. Üçünün de irdelenmesi ve sorgulanması gerekiyor. Belirtmeye çalıştığım gibi, romanları çeşitlilik gösteriyor ve her zaman bir hidayet şematizmi taşımıyor. Öte yandan Yıldız’ın sadece muhafazakâr çevrelerde okunduğu fikrini yazarın kendisi reddediyor. Yazar, okur kitlesinin çok daha geniş olduğu kanaatinde.”
Dikkatin Felsefesi
Alev Alatlı da ayrıldı aramızdan. Allah rahmet eylesin. Duruşunu hiç değiştirmeden, bu toprakların bir değeri olduğunun bilincinde olarak yazdı, konuştu, yol gösterdi. Yusuf Mahir, yazlarından kesitler sunarak anıyor Alatlı’yı.
“Adap”, bir tavırlar bütünüdür. Toplama bir oluşumun değil, yaşamla şekillenen bir birikimin ürünüdür. İnsan özüne tavrıyla işaret eder. Toplumların birbirine duyduğu yakınlığın temelinde bu tavır vardır. Çünkü tavır, düşüncenin somut karşılığıdır. Toplumu bir arada tutan bu karşılığın sürekli cevap bulmasıdır.
“Aşk”, tek bir yolun farklı yorumlarından ibarettir. O bu anlamıyla hiçbir şeye işaret etmediği gibi her şeyi kuşanmıştır. Aşka özgü bu biriciklik, onu varlıkta taşırmış; kendisine çıkan her yola aidiyet kazandırmıştır. Ancak esas itibarıyla “aşk zihni kemâle ulaşmanın yoludur.
Muhit’ten Öyküler
Güray Süngü -Bir Milyon Meczup
“Metrobüse bir adam bindi. Kötü kokuyordu adam. Uzun bir pardösü vardı üzerinde. Kirliydi epeyce ama açık renkliydi pardösü. Eskiden daha bile açık renkliydi muhtemelen. Adam uzun saçlıydı. Saçları yağlıydı. Üstü başı gibi saçları da kirli görünüyordu. Saçları da kokuyordu. Adam metrobüse binince hemen etrafı boşaldı. İnsanlar biraz uzaklaştılar. Zaten öğlen saatleriydi, sıkış tepiş değildi koca gövdeli hantal ve lastik tekerlekli araç.”
“Adamın yüzünde de güleç bir ifade vardı. Ama meczup olması hasebiyle ürkütücüydü de.
Birkaç genç telefonlarını çıkarıp çektiler olayı. Adam farkına varmadı ya da umursamadı.”
Müştehir Karakaya – Urartulu Kadının Serzenişi
“Ağladım. Çok ağladım. Çok çok daha ağladım. Anacığım diyor ki, Sinti Sumar’ı al. Sinti Sumar güzel kız. Nazik, nazenin, boylu boslu, krallara layık. Babası baba olsa saraya gelin gönderir. Babası ahlaksız, babası ırz düşmanı… Babamın ölümünden sonra anneme musallat olan adam… Amca demeye utanırım… Şamram’ı sevdiğimi nerden öğrenmiş? Öğrenmiş, nasıl öğrenmişse… Kızı da bunu öğrenmiş, kendisi söylemiştir… Ama talihsiz anam, bu adamın emirlerine ram olan anam! Ben bu adamı sevmiyorum.”
“Sol ayağının üstünden ucu çıkmış iğde dikenini farkına varmadan bütün gücüyle çekip çıkarmıştı… Şemir’in meyhanesi yolunda, oturduğu taşın üzerinden düşüp bayıldı…”
Muhit’ten Şiirler
Çok geçmeden,
Yeni bir müzisyenler ve şairler kuşağı,
Dört bir yanında dünyanın,
Şeytanın gözünü yıldıran
Şarkılar söylemeye başladı,
Kaçırdılar rahatını
Bazı ilahiler, bazı vizyonlar,
Azize Hildegard’tan alındı,
Bazı nakaratlar Şeyh Galip’ten,
Güzellik fikri hat sanatından,
İlham, Johann Sebastian Bach’tan
Cevdet Karal
Ankara şehrinden dönerken yeni
Duyduğum sendin yollar boyunca,
Kimsenin olmadan öyle uzaktan
Dağlarla beraber akan bulutlar,
Dalmışım biraz, sevinmek kadar;
Gözlerin gelmiş bakıyor bana
Sabahtan bile aydınlık yüzün
Hikmetli gülüşün hünerli sesin –
Daima bunlarla düşünmek seni,
Ankara şehrinden dönerken yeni.
İbrahim Tenekeci
Kıracak dalı kalmadı artık rüzgârın
Toprağı ve tabiatı hatırlatan son ev yıkıldı
Bahçesine gizlenmiş portakal ağacı
Vaktini şaşırmış erken uyanmış geçen yıl
Geç gelen ya da hiç gelmeyen dostlar
Geçip gitmiyor geçmiş dediğiniz şeyler
Eski evler, eski dostlar, yeni komşular
Kesip kesip diktiler kalbimi geçen yıl
İbrahim Gökburun
Eskimesin diye hiç giymediğim meleklerim
türlü türlü kahkahalar atıyorlar ardımdan
ben olmasam kim bilir ne yapardı şeytanlar
döküle döküle hiçbir şey kalmadı benden
Yunus Karadağ
Yazları huysuz ve geçimsiz, kışları mülayim ve esnek
Değilim bir ömre sığmayan o mütereddit adam
Harbi ben vermişim de ganimeti onlar bölüşmüş
Gibi kanımı çekiyor pas tutmuş bir enjektör
Biliyorum, size matmazel demek kadar saçma bunlar madam
Nadir Aşçı
Diyordum, bulamadım ne yaptıysam
neydi sebebi apansız kayboluşunun
yaşama ahireti ekleyince çözüldü denklem
artık düşen hiçbir yaprağa tesadüf diyemem
olağanüstü talihin beni getirdiği yerde
kırılacak tek dalım kalmasa da fırtınalar önünde
ormanda bana da yer verenin hatırına
kendimi gördüm sonra
uzakta tüm görkemiyle zeytin ağacı.
Seyyid Ensar
Bir hilâlden diğerine bitmeyen bir sürek avı benimkisi,
salyangoz misali sırtımda evim, zaptedilmiş alnımın teri.
Bitişik nizam bir insan duvarını aşarak şehre varınca,
doldurur motorların dumanı göğsümü, sanki bir yumru gibi.
Rıdvan Kadir Yeşil
hafıza dolu olsa da bilemediğin ölüm şekline kapanıp ağla,
şehir kadar kalabalık değil buralar, buralar vardan daha var değil
oyuncaklar gibi çınlıyor burada. burada işte altüst olmamış
bir kara parçasında
ağırdan alıyorsun daha hızlı akıyor bilgi, bilinçaltı epiği,
körlük bilgi, her şeyi kavradığını sanan kibir, denizde bir damla
olmayan bilgi
bir ağ içinde boğulmuş bilgi, bir örümceğin can havliyle kendinden
var ettiği ikilem;
kargaşa, coşku ve titreme ve bu coşkulu söylem
Âdem Yazıcı
Öfkemi toparlayıp gözlerimi çarpıyorum yüzüne
Kapıyı un ufak etmeden, mahmurca
Bu çıkış kılavuzsuz edilmiş duadır
Sana denk düşüyor göğsüme bastırınca
Ayşegül Baytut
Hece Öykü, Sayı: 121
Hece Öykü dergisi her hali ile gönüllere dokunmaya devam ediyor. Kapaktan başlayan bir albeni, derginin tümüne hakim olmaya başladı. Olması gereken de bu. Yüzlerce sayı aynı yerde dönüp duran dergiler ne yazık ki bir zaman sonra bıkkınlık getirecek hâle geliyor. Emekleri boşa heder etmemek gerek.
Hece Öykü, gençlere açtığı sayfalarıyla da mektep dergi hüviyetini de iyice üzerine almış görünüyor. Özellikle dergiye yeni eklenen bölümler, bir öykü atölyesi tadında metinlerden oluşuyor.
Derginin ön yazıları da klâsik bir selamlama yazıları değil. Derginin açılışında manifesto tadında içerikler sunuyor ön yazılar. Emin Gürdamur, “Eski Ustamız: Acemilik” başlıklı yazısında; yeni heyecanları yitirmeden, acemiliğin samimi duruşundan uzaklaşmadan ustalaşmanın mümkün olduğunu anlatıyor. Kusursuzluğun ardına düşerek bir şeyler yapmak da bir kusurdur aslında. Bir yanımız hep acemi kalsın ki içimizdeki heyecan hep canlılığını korusun.
“Dünya edebiyat tarihinde yeni bir söyleyiş biçimi ortaya koyan her sanatçı, her akım; biraz kural tanımazlığı biraz muzırlığı biraz haytalığıyla bunu başarmıştır. Bugün kült eser olarak benimsediğimiz metinlerin tarihsel açıdan taşıdıkları avangart değeri hiçbir zaman gözden kaçırmamalıyız.”
“Büyük yapıtlar bir kusur olarak doğar. Kendi çağlarında yadırganır, hafife alınır, yerden yere vurulurlar. Zamanla klasikleşir, en beğenilen, en okunanlar arasına girerler. Burada sorabiliriz. Zamanla ne değişmiştir? Kitapların içindekiler değişmediğine göre geriye tek cevap kalıyor: İnsanlar yeniliklere, kusurlara alışırlar. Kitleler hâlinde hem de. Sonra bu alışkanlık klasikleşmeyi beraberinde getirir.”
Öyküde Akustik
Öyküde Mimari bölümünde Handan Acar Yıldız, öyküde akustik konusunda yazmış. Akustik kavramına şiirde aşina olsak da Yıldız yazısında öyküdeki akustikten bahsediyor. Hayatın ritmini her alana yaymak gibi bir uğraşı olmalı sanatçının. Yazar da öyküde yakalayacağı ritimle bunu sağlayabilir. Yazının içeriğinde Yıldız, sözcüklerin öyküdeki ahengine vurgu yapıyor.
“Akustik, sesin, kapalı ya da açık ortamdaki yayılma hızını ve frekansını ölçen hesaplama şekli, diğer bir deyişle sesi her yerden işittirebilme sanatıdır. Daha çok ibadethaneler, konser ve tiyatro salonlarında hayati öneme sahiptir. Çünkü buralar sesin duyulabilirliğinin önem kazandığı yerlerdir. Öyküyü yazarın kurduğu bir evren, dünya, daha da küçülterek bir mekân gibi düşünürsek okuru da yazarın sesini ulaştırmaya çalıştığı kitle olarak kabul edebiliriz.”
“Görüleceği üzere akustiği sağlamada izolasyon da hayati önem taşır. Burada hem sesin hem de yapının çok iyi tanınması gerekiyor. Bir öykü neticede sözcük (ses)ten ibarettir. Ses iyileştirilmediğinde muhatabına ulaşmaz. Sesin iyileştirilmesi ses yalıtımını zorunlu kılar. Ses yalıtımı gereksiz seslerin araya girerek dikkatin dağılmasını, öyküde gürültüyü engeller. Metinde gürültü, çok seslilik ile birbirine karıştırılmaktadır çoğunlukla.”
Sabahattin Ali’nin Öykülerinde Dolaşan Hınç
Duygu Okumaları, Hale Sert’in öykülere duygusal bağlamda yoğunlaştığı bir bölüm. Kavramlar, etkileme ve etkilenme alanları, kavramın öyküye kattığı değer gibi birçok yönden ele alınıyor öykü ve öykücüler. Bu sayı Sabahattin Ali’nin öykülerinde hınç temasını işliyor ve öykülerden örneklerle hıncın duyguya yaptığı etkiyi kendi yorumları eşliğinde veriyor Hale Sert.
Sabahattin Ali’nin Köpek, Apartman, Kağnı öykülerindeki hınç unsuru işlenmiş yazıda.
“Sabahattin Ali’nin öykülerinde hınç, bir köpeğin ağzında patlayan silahta, kendini suçlu hisseden babanın aşağı bıraktığı bedeninde ve hakkını arayan ölü bir vücutta tezahür eder. Dirim ve ölüm ekseninde insanın kontrol edemediği, ölüm duygusundan neşet eden en güçlü duygulardan hınç, yakıcı bir maden gibidir, toprağa karışınca da sönümlenmez.”
Red – Kabul Döngüsü
Ali Necip Erdoğan, fırlatma rampasında red-kabul döngüsünü öyküde kullanım alanlarını göz önünde tutarak olay merkezli yazılardan örneklerle işliyor. Hayatın içinde de olan bir döngüdür bu. Red ile başlayıp gelişen olaylar neticesinde kabul ile sonuçlanan olayları yaşarız ya da bu tür olaylara şahit oluruz.
“Öyküde olay akışı yapılan tercih üzerinden ilerlerken seçilmemiş olanın baskısı ya hissettirilir ya da gösterilir. Seçilmeyenler, seçilen üzerinde hayal gücü yoluyla baskı kurarken seçilenin zorluğu ve belki de yanlışlığı hayal gücünü besler. İlkinde çatışma dışsalken ikincisinde içseldir. Ya öykünün omurgasını oluşturur ya da öyküye renk katar.”
“Öyküde çatışma seçilmeyenin kamçılaması ya da seçileni yok etmesi üzerine kurulabilir veya sıra dışı beklenmedik bir olayla (bir sapma, yan öykü) yapılan tercihin doğru olduğu gösterilebilir.”
Öykünün Estetiği
Ali Necip Erdoğan’ın ikinci yazısı Enikonu bölümünde yer alan Öykünün Estetiği yazısı. Bu yazısında da öykünün estetiğini ele almış Erdoğan. “Güzel, biçim, öykü estetiği, anlatıcı, dil, kurmaca, olay, gerçek, kekemenin anlatısı, anlatı evreni, Deli Dumrul’un estetiği, eleştirel gönderme, Pembe İncili Kaftan – Ömer Seyfettin” gibi başlıklarla öyküdeki estetik konusu detaylandırılmış.
“Öyküyü dinamik kılan ve ele avuca sığmaz bir tür olarak var eden sebebin onun estetik yanıyla, estetikle olan bağı nedeniyle olduğunu anlayabiliriz. Öyküyü derinleştiren ve sanat eserine dönüştüren, yaşattığı estetik deneyimdir. Çünkü estetik değer, sadece seçilen konuyla sınırlı olmayıp konunun nasıl anlatıldığıyla da ilgilidir. Dilin kullanımı (üslup), kurgunun sağlamlığı, karakterlerin derinliği, yaratılan imgeler de estetik değeri oluştururlar. Kavramsal-teorik bir çerçeve oluşturmanın zorluğu, öykü eleştirisi yapmayı da zorlaştırmaktadır. Genel olarak estetik anlayışımızı bazı kavramlar üzerinden anlamaya/açıklamaya çalışmak, öykü eleştirisi için de hayati önem taşımaktadır.”
Ercan Kesal’la Edebiyat ve Yaşamak Üzerine Söyleşi
Doktor, yazar, sinema ve dizi oyuncu. Ercan Kesal’ı tanımlanırken bu sıfatları sıralayabiliriz. Bunların yanına hem de büyük harflerle gönül insanı, gönül dostu sıfatını mutlaka eklemeliyiz. Elde ettiği tüm başarılara rağmen alçak gönüllü tavrını hiç terk etmeyen yazdıkları gibi sımsıcak bir insan Ercan Kesal. Ona bir şekilde ulaşanları cevapsız bırakmaması onun gönüllerdeki yerini her gün biraz daha pekiştiriyor. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz ki birkaç yazı-şiir yayınlayıp hasbelkader kitap çıkaranların yürüyüşlerinin değişip kendilerini bile tanımadığı dünyada Kesal, halkın içinde olma vasfını hiç yitirmeden yoluna devam ediyor.
Hece Öykü’de Rüveyda Durmaz Kılıç’ın kitaplarına, sinemaya, hayata, taşraya dair sorularını cevaplamış Kesal.
“Hayatım boyunca hastalarıma hep minnettar kaldım. Beni her gün yeniden yeni sınavlara sokan hekimlik mesleğimden alnımın akıyla çıkabilmem için gerekli olan “hesaplaşma” fırsatını bana onlar vermiştir.”
“Sinemaya edebiyatçı kimliğimle dâhil oldum. Üç Maymun’un senaristlerinden biriydim. Oyunculuk daha sonra. Şunu söylemeliyim: Yazan insan her şeyi yapabilir. Oyunculuk da senaristlik de yönetmenlik de ancak yazmakla yol alınabilecek bir iş. Yazmak için ise elbette okumak şart.”
“Nasipse Adayız bir siyasal komedi değil kanaatimce. Ya da siyaset eleştirisi hedefleyen bir film yapmak istemedim. Kendime ağıttır bu film. Filmde ve kitapta ben en çok kendime kırıldım. Kendimden beklemezdim bunu. Erk için, iktidar için kişinin kendinden vazgeçmesinden daha ağır bir keder olamaz.”
“Savaşsız geçen sadece 400 yılmış binlerce yıllık insanlık tarihinde. Hâlâ boğazlamaya devam ediyoruz birbirimizi. Uygarlık, gelişmişlik, modernizm, hümanizma…. Ne kadar içi boşaltılmış kavramlarmış meğer. Bize de bu çağın acılarını izlemek düştü. Sebebi de biziz çaresi de bizden.”
Üç Anahtarda Hakan Sarıpolat
Hakan Sarıpolat’ın öyküsünü üç anahtarını okuyoruz bu sayı. Sarıpolat’ın öyküsüne girmek için üç kapı, üç anahtar…
“Kızım Meriç’e yazıyorum. Bundan sonraki yazacağım bütün kitaplar da onun için olacak. Ona beton ya da demir yığını bırakmak yerine benden izler taşıyan metinler bırakmak tek amacım. Umarım bunu başarabilirim.”
“Öykümdeki mahalleyi de ayrıca seviyorum. Oradaki insanları kendime çok yakın buluyorum. Öyle bir yerde yaşamak istemezdim aslında fakat nedense varlığı bana huzur veriyor.”
Ayfer Tunç ile Söyleşi
Yazar Kafa söyleşilerinin bu sayıdaki konuğu Ayfer Tunç. Rüveyda Durmaz Kılıç’ın içtenlikli sorularını aynı samimiyetle cevaplamış Tunç.
“Aslında doğa insanı değilim ben, şehir insanıyım ama çiçekleri çok şiirsel buluyorum. En sevdiğim çiçek lale, çok zarif ve sade. İkincisi de zambak, çok güzel kokuyor.”
“Beni tanımlama işini beni tanıyanlara bırakmak isterim. İnsanlar kendilerini iyi tanıdıklarını sanırlar oysa en az tanıdıkları kendileridir.”
“2002 yılında Berlin’de bir bitpazarından aldığım üç minik şişeyle minyatür şişe koleksiyonu yapmaya başlamıştım, şimdi miktarı çok arttı. Evimde görmeyi seviyordum ama atölyeme taşıdım onları. Çok değerli arkadaşlarımla okuma yazma düşünme seminerleri yaptığımız Yazmak Atölyesi adında bir atölyem var, oraya götürdüm hepsini. Atölyemin görsel olarak en değerli kısmı.”
İlk Kitap Söyleşilerinde Feyza Ay Var
İlk kitap söyleşilerinde Feyza Ay, Aslıhan Keleş Kurtoğlu’nun Denizağaçları, Kemikyüzleri kitabına dair sorularını cevaplamış.
“Tür üzerinde teorik çalışmalar yaptığım, öykü nedir sorusunun cevaplarını aradığım, bulduğum kadarını ödev alarak dört dörtlük öykü yazma amacıyla masa başına oturduğum ilk öykülerim, geleneksel hikâyeye yaslanan metinlerdi. Önce temel çizgimi iyi çizmek istedim.”
“Elmayı ısırmak imgesi bende hak edilmiş bir yan gelip yatmanın çağrışımını yapıyor. Kazancı hissettiriyor. Bu kazanç, maddi bir şey elde etmek de olabilir, uğrunda savaşılan bir şeyden bilinçli olarak vazgeçmek de. Bessimo’nunki tam da böyleydi. Oldukça soylu bir galibiyetti onunki.”
Hece Öykü’den Öyküler
Cihan Aktaş – Küçük Bir Özür
“İsmihan arabanın kapısını açar açmaz kızı tırmanıp anneannesinin kucağına yerleşti. O da oğlu kucağında oturmaya hazırlanıyordu ki çocuk açık kapıdan çıkmak için bir hamle yaptı. Şelaleye gideceğim, diyordu ağlamaklı bir sesle, kayık yüzdüreceğim orada.”
“Arabadaki sessizlik uzayıp gidince ön taraftan babası, bir öncekine göre bir hayli sert bir dille azarladı onu: Amcan haklı, üslup her şeydir. Yahu geldik geleli bizi her yere taşıyor, gece gündüz, çağırdığında koşup geliyor, neyin özrünü bekliyorsun? Keskin sirke küpüne zarar verir kızım, kimseye değil kendine edersin.”
“Bir süre sessiz kaldı İsmihan, sonra, zor duyulur bir sesle, İstanbul’a gidince ararım, dedi. Planlamıştı yani. Zaman mesafesi gerekiyordu cümlelerin yerli yerince kurulup doğru anlaşılması için. Uzun bir konuşma, uygun bir zaman gerekirdi. Eve varıp da çocukları kocasına teslim ettikten sonra arayacaktı ki kafası karışmadan ifade edebilsin meramını.”
Birgül Yangın Aslanoğlu- Kara Delik
“Biliyorum, bir gün beni de kaleme alacaksın. Bir rüyanın çağrısına kulak verip yeni bir karakter oluşturacaksın. Birazdan uyansan da bu rüyanın etkisinden kurtulamayacaksın. Rüya ile gerçeklik arasında gidip geleceksin. Uykuna karışmış, gün dönümü gerçekler. Kalbi yazdıklarıyla çarpan, kurduğu birbirinden farklı dünyalarda kahramanlarıyla yaşayan birisin. O yüzden beni de, beni de kaleme alacaksın.”
“Ürktüm mü? Evet, ürktüm, üzüldüm, öfkelendim. İnsan kendisini aldatmanın bir yolunu bulur mutlaka. Bir çıkış, çıkış arar açmazda kaldığı durumlar için. Çünkü gerçekler dinmeyen bir acı verir sadece. Rüyanda bile gelir bulur seni. Göremediklerini görme arzusuyla uyur, gördüğünün avuntusuyla uyanmak istemezsin.”
Fatma Nur Uysal Pınar – Eylemsiz Kapı
“Onca yılın toplamı yalnızlığını, bomboş odalarda kimsenin oralı olmadığı çocuk yanlarını, nefes kadar yakın ölüm kadar uzak zamanı, kırpa kırpa biriktirdiğin fısıltıları da sunmak istedin ona. Ona kimsenin kulağına değmeyen sözleri, kimsenin yanı başındayken görmediği serzenişleri, kimsenin karanlığını ezmeyen uğultuları taşımak istedin. Sen en çok çabanın direncine sığındın.”
“İşte ben, işte karanlık, işte korku, işte tufan, işte… desen duymaz seni. Duyar da duymaz. Hep kulaklıkla gezerdi evde, telefonla konuşmasa bile müzik dinlerdi. Senin yapacağın hareketleri o sergilerdi. Konudan komşudan, hısım akrabadan onun adına özür dilerdin. Kötüsü, kendini buna mecbur hissederdin. Mecburiyetin de yaşla alakası yoktu, tuhaf. Üzerinde vakitli vakitsiz sanrılar cirit atardı, sen onları bile oyalamanın, şimdi gidin sonra… demenin sayısız yolunu bilirdin.”
Merve Yurtsever – Sanki… Kendine Sızıyor
“Gözlerini tavana dikmiş, yatıyor. Tavan bugün de sarı. Sigaranın izi, bırakmış tüm isini. Yoksa mevsimin getirisi eylül sarısı mı? Gel git akılların içinde gidişin çabuk, dönüşün yorgun oluşundan, zaman mı eskimiş yoksa? Zaman eskir mi? Zaman anılardan ibaret asılmış tavana. Yeni zamanı hiç yakalayamamış… Fikirleri… Cisimleri… Tavanda asılı kalmış…”
“Çeşmeyi kapatıyor. Hızlı adımlarla yatağa varıyor. Çok zaman kaybetmişçesine bir telaşla bırakıyor bedenini dağınık yatağın sigara kokan çarşaflarına. Gözlerini tavana dikiyor. Şimdilik kavramı geçmişte asılı. Yutkunuyor…”
İbrahim Halil Çelik – Değişmeye Direnmenin Utancıyla
“Bugün ayrıldım Taner Usta’nın dükkânından.
Zaman, boğazımı sıkan bir iniltiyle geçip gittiğinde bir şeyleri onarmak veya kaybetmek için belki de çok geçti artık. Gurbetteydim, yersiz yurtsuzdum örneğin. Evlenmiştim daha da kötüsü. Dili sürçen o hocanın dediği gibi, bir evet diyorsun, dünyan kararıyor; şey dünyan değişiyor. Değişti. Ama hep değişir. Bir şeyler hep değişir. İşin Heraklitos’unda değilim. Değişim de değişir çünkü.”
“Babam baktı karnem kötü, asker çok karnemde beni alıp sanayiye götürdü. Bunun okumakta gözü yok Taner Usta; al, eti de kemiği de senin. Yaramazlık yaparsa sopasını eksik etme, deyip beni çırak olarak verdi buraya. Sopamı eksik etmedi Usta, sağ olsun. Sonrası o meşhur otuz yıl. Meşhurluğu benim mübalağam. Yoksa sıradan, küfürle ve eziyetle geçen bir otuz sene.”
Rukiye Saran Aydın – Gelin
“Kıtalar ötesinden geldim. Dünyanın öteki yüzünden. Benim gibi binlercesiyle birlikte yola çıktık. Yönümüz Şark’a doğruydu. Denizler, dağlar, ovalar, büyük küçük ülkelerden geçtik. Nihayet Şark’ın şirin mi şirin, en büyük kentlerinden birine götürüldük. Bu yolculuk benim fikrim değildi. Birileri bizi allayıp pullayıp götürdü. Sonra birer birer evlere dağıtıldık.”
“Bir sabah gün ağarırken evin annesinin hıçkırık sesiyle uyandım. Bir iki hıçkırıktan sonra yanıma gelip önümde durdu. Yanağından iki damla yaş akarken bana bakıyordu. Biraz sonra, “Demek benim gelinim sensin ha!” dedi ve devam etti: “Gelinmiş! Ben ne yapayım senin gibi gelini? Dilinden anlamam etmem. Sana, kalk evi süpür, desem sen de benim dilimi anlamazsın…” Haklıydı, evde birbirini anlamayan iki varlıktık yalnızca.”
Fatih Selvi – Kavanoz Fenomeni
“Atlas Okyanusu’nda rotasız salınıp duracak, yedi metreküplük bir kavanozda böylesine bir maceraya atılmak ilk başlarda oldukça parlak bir fikre benziyordu. Fikrin heyecanıyla hemen çalışmalara koyuldum. Kavanozu yaptırmak, işin kolay kısmıydı. Sabit bir yatağın etrafına geçirilen cam muhafazayı, özel tarif üzerine, işin ustalarından birine sipariş ettim.”
“Sakin bir ritimle suya batıp çıkan kavanozda dizüstü doğrulduğumda uçsuz bucaksız denizin canlı mavi örtüsü tüm ürkütücülüğüyle yayılıyordu her tarafa. Atlas Okyanusu’nun serin suları kavanozdan uzaklaştıkça yeşilden siyaha dönüşen bulanık bir duvar hâlinde etrafımı sarmıştı.”
Anıl Topçu – Kara Yokuş
“Şöyle bir dağ yamacına yaslandın mı çiçekleri emecek damarların. Kiraz kuşlarının gövdesinden göreceksin perdeleri. Zaman duracak, dirin doğrulacak. Ekmek bölünecek, kül dağılacak. Yel kalacak, ten sıyrılacak. İnsan kimsesiyle doğacak.
Tam da böyle bir hayvan göçünde diktim entarimi. Biraz ip biraz da kök boyası bocaladım bolca dikişlerime. Dünyası burnunun ucunda, yumakları dizlerinde bir terziden öğrenmiştim bunu. Dilinden sökülen her esrarı belleğime saplamıştım. Nihayetinde asırlardır yaşayan bir adam ne kadar yanılabilirdi ki? Günlerden bir gün gitti o da. Duydum ki sökülecek bir ahı kalmış. Nicedir uğramadım o sokağa ama gölgem geçmiştir elbette.”
Çare dergisi; Sayı:19
19. sayısına ulaştı Çare dergisi. Anadolu’nun sesi diyebileceğimiz bir içtenlik kendini derginin tümünde hissettiriyor. Derginin bir ayağı kendi topraklarında. Yozgat’ı sanatıyla, edebiyatıyla coğrafyasıyla dergi sayfalarına taşıyorlar. Bunun yanında ümmet coğrafyasına da ses vermeye devam ediyorlar. Bu sayıda da Filistin’i, Gazze’yi, orada yaşanan soykırımı işleyen yazılar var dergide.
Filistin Dosyası’ndan…
Arif Erdem Baş- İki Kere İki Dört mü Eder?
“Öncelikle Müslümanlığımızı hatırlamalıyız. Daha sonra bütün bilgilerin kaynağı olan Kurân-ı Kerim ve bu bilgilerin tatbiki olan Hadis-i Şerif’ler ile vücudumuzu ve ruhumuzu tedavi etmeliyiz. Tedavi süreci devam ettikçe yutulan farklı zokalar ve yutturulmaya çalışılan yeni zokalar daha rahat tespit edilecektir. Bu süreç devam ederken de, Filistin ve mazlumlar için çıkan sesin tonu her geçen gün şeytanı biraz daha iğreti ederken mazluma biraz daha ferahlık verecektir.”
Mehmet Turhan – Geçmişten Bugüne Filistin
“Şeyh İzzettin El Kassam’ın 1935’te İngilizler tarafından şehit edilmesi ile de Arap direnişinin önü açılmıştır. 1937 ve 1939’da Arap Yahudi çatışmaları artmıştır. İngilizler karmaşık olaylar silsilesi içerisinde kendi lehine sonuçlar almak istese de bunu başaramamış, son 10 yıl içerisinde bir Filistin devletinin kurulacağını ve bu devletin yönetiminin Arap ve Yahudi ortaklığında yapılabileceğini açıklamışlardır. Fakat bu yaklaşıma gerek Araplar gerekse de Yahudiler karşı çıkmıştır. Dünyanın savaşlarla boğuştuğu karmaşık bir dönemde var olma mücadelesi veren iki topluluk, olayı çözüme kavuşturmadan İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıktığı bir dünyaya uyanmıştır.”
Betül Yüce – Neden Kudüs’e Sahip Çıkmalıyım
“Koparılamaz parçamız diyorum çünkü Gazze’nin düşmesi demek Kudüs’ün düşmesi demektir. Kudüs düşerse sıra İstanbul’a, Türkiye’ye gelecektir. Çünkü Siyonist Yahudilerin inancına göre vadedilmiş topraklar Türkiye’yi de içine alıyor. 1948’den beri Filistin’de yerleşme politikasını gerçekleştiren İsrail, Filistin’i tamamen işgal ettiği zaman aynı politikayı ülkemizde de uygulamak isteyecektir.”
Lütfiye Çiftçi- Kudüs Günlerinden Notlar
“Bir Filistinli çocuğun yüreği, inanın bin İsrail’liye bedel; çünkü İsrail’liler yaşamayı çok seviyor; ölüm onların en büyük korkuları. Filistin’de ise bir çocuk öldüğünde anne sevinçle helva dağıtıyor yavrusu şehit oldu diye. Filistin halkı, Mescid-i Aksa’da sürekli evlerinde yaptıkları ikramları buraya gelen ziyaretçilerle paylaşıyor; “Sizden hiçbir şey istemiyoruz, yeter ki gelin biz sahipsiz değiliz görsünler.” diyorlar ve biz Türkleri çok seviyorlar. Oraya ziyarete gidenlerin çoğu zaten bizim ülkemizden. İnanın Filistinliler nerde görseler bizi tanıyor, hepsi boynumuza sarılıyor, bu mazlum ve asil halkta inanılmaz bir Türkiye sevgisi var.. İşgal devleti İsrail ise, Türklere gösterilen sevgi ve saygıdan çok rahatsız bir durumda.”
Nuh Kılıçaslan – Dünya Çocukları
“Ben kendimi savaşın, çatışmanın içinde düşünemezken peki ya çocuklar.. Ah be çocuk! Bir zaman İsviçre’de yalın ayak bırakılıp çiftliklerde çalıştın. Bir zaman Fransa’da küçük bedeninden dolayı baca temizledin. Bir zaman sanayi devrimi canavarı İngiliz milyonerler ucuz işçi sıfatıyla fabrikalarda seni çalıştırdı. Bir zaman emperyalizme karşı geldiğin için Küba ormanlarında katledildin. Bir zaman asker kalmadığı için cepheye gitmek için yollara düştün. Bir şekilde yaşadın. Dünün küçüğüydün, büyüdün bugünün yetişkini yarının yaşlısı oldun. Hep bir hikâyen vardı, dili evrensel olan. Her çocuğun her kıtadan anlayabildiği şeyler barındıran. Keşke sokak oyunlarının ismini saysaydık seninle beraber.”
Esma Pınar Kavalcı -Ümidin Rengi: Gök Mavisi
“Ümidini dünyevîleştirmeden devleştir içinde. İçine, özüne iman koy önce.. Filizlenecek bir tohumun olsun. El açıp duaya duracak dalların.. Biliyorum, sükûtun güzelleştirdiği ne bir dünya kaldı bizlere ne de insanları.. Ama gözlerin hep gökte, hep mavisinde olsun. Bir de ebabil kuşlarını görebilecek gönül gözün.. İnşirah yakındır!”
Gülnaz Eliaçık Yıldız- Kar Sürgünü
“Dünyaca ufacık bir halkın bu sarsılmaz imanını, korkusuz hallerini, topraklarını terk etmeyişlerini büyük bir gıptayla izleyip, vatanına nasıl sahip çıkılacağının dersini de alıyoruz onlardan. Ve bütün kalbimizle inanıyoruz Gazze düşmeyecek, topraklarında yeniden zeytin ağaçları yeşerecek, limon kokuları saracak dört bir yanı. Aksa’nın kalbi hep Gazze’de atacak…”
Mehmet Önder Karakaş – İsrail Lobisinin Medya Gücü ve Hollywood Hümanizmi
“İşgalci İsrail’in mazlum Filistin halkına karşı uyguladığı zulmü ve soykırımı meşrulaştırmanın yollarından biri olarak başvurduğu medyayı; inançlı, ahlaklı ve sahici bir bilinçle algılamak gerekiyor. Zira, inançlı, ahlaklı ve bilinçli insanların Filistin’in sesi olmaktan başka bir görevi yok.”
Böyle Ferman Eyledi Cahit: ‘Haydi Abbas’
Değerine değer katmayı Çare dergisinin sayfalarında görüyoruz. Olması gereken de bu. Abbas Sayar Özel sayısı da hazırlayan dergi, sık sık Sayar ile ilgili yazılara yer veriyor sayfalarında. Bu sayıda Sayar’ın oğlu Ahmed Güner Sayar, Cahit Sıktı’nın “Haydi Abbas” şiirinden hareketle sesleniyor babasına rahmet duygularıyla.
“Cahit Sıtkı Tarancı, çocukluğunda büyükannesinden dinlediği bir masaldan hareketle, küçük bir hikâye kaleme alır. Bu hikâyeye göre; Bedbaht bir şehzade, bir gün aksakallı biriyle karşılaşır. Bu aksakallı adam Hızır Aleyhi selâmdır. Ona bir saadet parolası verir. Bu parola, sıkıldığı zaman, ‘Abbas’ diye seslenecek olursa, karşısına gaipten bir harem ağası çıkacak, sofrasını kuracak, sevgilisini getirecek ve geçmiş günlerini yeniden yaşatacaktır.”
“Görünen odur ki, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, ‘Haydi, Abbas!’ şiiri, çilingir sofranın büyüsünün tetiklediği bir yâr hasretine duyduğu özlemin somutlaşmış ifadesi olduğu görülüyor.”
Türkiye’nin Öyküsüne Başkoyup Kurban Olmayı Seçen Adamlar Gördüm
Selçuk Küpçük, Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılı zamanların dar vakitlerini ve geçitlerini anlatmaya devam ediyor. Unutulmaması gereken vakitler ve adamlar var.
“Ankara’ya üniversite okumaya gittiğim vakit, ömürlerini, canlarını, gençliklerini ülkelerine kurban vermiş ama karşılığında kendilerine büyük hayal kırıklıkları kalmış bu adamların çıkardığı dergilerle karşılaştım. Dolayısı ile benim 90’lı yıllarım ve 90’ların bayramları bir anlamda 1970’lerin dünyası ve bayramları ile iç içe geçerek yaşanmıştır. Çünkü o ruh halimden hiç kopamadım. İlhami Atmaca’dan Cemal Sayan’a okuduğum bütün şiirler, Kaya Kuzucu’dan Hasan Sağındık’a dinlediğim bütün şarkılar, bayramları bir türlü bayram olamayan ve kendilerini kutlu değerlere kurban vermiş adamların epik ama bir o kadar hüzünlü hikayelerine kapı aralıyordu bir bakıma.”
“1970 kuşağının yara bere içindeki adamlarının Türkiye’ye ve dünyaya nizam vermeye dair hiç durmak ve bitmek bilmeyen tarihsel hattını 90’larda, benim de içinde bulunduğum kuşak bir şekilde devralarak kurban olma bilincini yeni zamanlara taşıdı diyebilirim. Bu süreçte ben müzik çalışmalarımı sahneye ve albümlere taşımış, okuma kaynaklarımı genişlettikçe yazmaya ilişkin pratiğimi ilerletmiştim. Çocukluğumun bayramlarında dayımı ziyarete gittiğimiz hapishane öyküsü 90’larda da o hiç kaybolmayan gökyüzü gibi tepemde gezinip durdu adeta.”
Heves Kırıcılara Rağmen Sanat Yapmak
Mustafa Çiftci, tam da kitabın ortasından konuşan yazarlardan. Yaşadıklarını ve şahit olduklarını bir gözlemci hassasiyetiyle öykü tadında aktarmaya devam ediyor. Heves kırıcılardan bahsetmiş yazısında. Hepimizin yakınında uzağında böyleleri vardır. Bir heyula gibi çökerler umut denen o küçücük ışığa bile. Uzak durun böylelerinden.
“Yaşayarak öğrendim ki sanatla amatör olarak ilgilenmek isteyenin işi zor. Usta olmak isteyen zaten yola çıkarken uzun bir yola çıkmaya razıdır. Ama amatör olarak ilgilenenler de heves kırıcı kişilere sabrederek işe başlamalılar. Yoksa benim gibi bezgin hoca elinde heder olmak vardır bu işin sonunda vesselam…”
Seyyahların Gözüyle Yozgat
Abdurrahman Karaman, seyyahların gözüyle Yozgat’ı anlatıyor yazısında. Birçok batılı seyyahın eserlerinde geçen Yozgat’tan notlar var yazıda.
“Adından da anlaşıldığı üzere Nefes köyü, açık ve kolay, engebesi olmayan dar bir boğazda yer almaktadır. Yine bu bilgilerin yanında Fransız seyyah, “Yörüklerin yaylağı” olarak tarif ettiği bölge için Çapanoğlu Ahmet Paşa’nın, doğduğu bu yaylağı, 18. yüzyıldan sonra Yozgat şehrini imar ettiğini söylemektedir.”
“Yozgat’ı 18 ve 19. yüzyılda gezen, başta yukarıda belirttiğim seyyahlar hariç, İngiliz W. J. Hamilton, İngiliz seyyah Tozer, bölgeyi 1891 yılında gören Fransız seyyah Vital Cuinet, Alman seyyah Moltmann, Yozgat bölgesinde bulunmuşlar ve eserlerinde yer vermişlerdir. Hepsinin gözlemleri, düşünceleri, izlenimlerini değerlendirdiğimizde farklılıklar olmakla beraber, ortak noktada buluştukları birçok konu da olmuştur.”
İsmail Karakurt ile Söyleşi
Mehmet S. Fidancı, İsmail Karakurt ile şiire, kitaplara, Yozgat’a dair bir söyleşi gerçekleştirmiş.
“Şiirin yanında ödülün lafı olmaz. Ödül bir işarettir, bir göstermedir sadece. Şiir okurunun yahut edebi kamunun şimdilerin moda tabiriyle kanonun tepkisine gelirsek, inanılmazdı. Olumluydu. Daha ilk kitapla girmiş oldum Türk şiirinin büyük dünyasına. Düşünsenize, taşrada bir öğretmensiniz, ilk kitabınız çıkıyor, ödül alıyor ve Mustafa Kutlu gibi bir isim kitabınız hakkında yazıyor.”
“Orta ikiye geçince babam naklimi Yozgat’a aldırdı. Yıl 1977. Sorgun’a göre daha büyük bir yer, daha bir merkezdi. Nedendir bilmiyorum ama Yozgat’ta hep yaban, hep acemi durduk. Öyle bir duyguyla yaşadım. Belki bunun bir nedeni merkezle köy farklılığı olabilir? Ne de olsa biz köy çocuklarıydık, köyden geliyorduk.”
“Şimdi düşünüyorum da dünyada şiire başlamak bir neşedir. Yaşamak, yaşama sevinci kadar güzel bir neşe. İlk şiirleri yazma denemelerinde şair Alaeddin Özdenören’in Güneş Donanması kitabından Habersiz şiiriyle İlhan Geçer’in Yeşil Çağ kitabından aynı adı taşıyan şiirine hatta Azerî şair Nabi Hazri’nin Külekler (rüzgârlar) şiirine öykünmüştüm.”
“Şiirin yanında deneme, eleştiri ve günlük türünde de yazıyorum. Bir de çocuk hikâyeleri var. Tabiat Günlüğü veya Ağaç Günlüğü üst başlığı adı altında yazdığım ağaç denemeleri de yakında bitiyor. Bakarsınız 2024’te ya da 2025’te kitap olarak karşılaşırsınız. Hemen sonrasında şiir eleştirileriyle çocuk hikayelerini de sonlandırmak istiyorum.”
Yozgat’ın Hattatları
Halil İbrahim Güneşer, Yozgat’ın hattatlarını anlatıyor yazısında. Yazıdan, hat sanatından başlayarak hat sanatının Yozgatlı ustalarını sıralıyor. Birkaç ismi buraya alacağım. Devamı, Çare dergisi 19. sayıda.
“Hattat Mehmet Tevfik Efendi. Hakkında teferruatlı bilgiye sahip olamadığımız Hattat Mehmet Tevfik Efendi, 25.01.1307 tarihli belgeye göre muallim-i sânî rütbesiyle Yozgat’ta hat muallimliği yapmıştır.”
“Gevrekzade Yusuf Bahri Efendi. İlmiyeden müderris Mehmed Nuri Efendi’nin oğludur. 1870 yılında Yozgat’ta doğan Gevrekzade Yusuf Bahri Efendi, Arapça ve Farsçayı dedesinin medresesinde öğrenmiştir. 42 yıl Çapanoğlu Cami-i Kebîr imam hatipliği görevini ifa etmiştir. Hafız, Hattat ve şairdir. Talik ve sülüs yazıları şahsi koleksiyonlarda mevcuttur.1961 yılında vefat etmiştir. Kabri Yozgat’ta Çatak Mezarlığı’nda babası Mehmed Nuri Efendi’nin kabri yanındadır.”
Çâre’den Öyküler
Kübra Karakaş- Gönülsüz Adımlar
“Dedem hayatın koşturmacısından vazgeçeli yıllar oldu. Onca doktora gitti hiçbir şey bulamadılar. Doktorların verdiği cevapların çoğu aynıydı: “Bey amca sen bizden sağlamsın, ne kolestrol ne şeker şimdi biz gençlerde hepsi var. Eski topraksın, az gayretle yürürsün de sen merak etme” diyorlardı. Haliyle dedemin fiziken herhangi bir sıkıntısı olmayınca psikiyatrist yolunu tutmuş amcamlar . Psikiyatrist bir ilaç vermiş, amcamların dediğine göre de baya işe yaramış.”
“Sivrisinekler aklımdaki düşüncelere kadar musallat olmadan tan yeri ağarıyor şükür. Ve ben kendimi dama serilen incirlerin arasında buluyorum. Birkaç tane göz hakkından sonra yavaş yavaş merdivenleri iniyorum. Yusufçuk kuşlarının sesiyle mest olan dedemi seyrediyorum.”
E. Ecran Çeliksu – Canavar Tiradı
“Canavarla göz göze geldik. O gözler nasıl gözlerdi öyle. Göz bebeklerinin ortasında parlayan bir çift yıldız vardı. O nasıl bir yüzdü öyle. Dudaklarında şekerparemsi bir tebessüm, yanaklarında çilek kırmızılığı. Ya o çiller… Kolları ve bacakları vardı. Dinozoru andırıyordu biraz. Bebek bir dinozoru. Dünyanın en tatlı yaratığı duruyordu karşımda. Böyle canavar mı olur ulan, dedim, suyun içinde nasıl konuşabildiğimi sorgulamadan. Güldü canavar. Çocuklar gibi şen güldü. Çocuk demişken kucağında da benim maket çocuk duruyordu. Demek çocukları kaçırdığı doğruydu.”
Fatma Ünsal – Delilik Makamı
“Ekinler bu sene yeğindi beldede. Allah bereket versin. Bu iki adamın vasat motorunun gürültüsü arasında sarı sarı başaklar arzıendam ediyordu. Başaklar. Rüzgâr estikçe sağa sola bir derviş gibi yekinen. Başında dert değil de bereket taşıyan. Tarlanın yanına varıp şöyle bir bakmalı. Eğer rüzgâr da varsa değme. İzle dur işin de yoksa. Meksika dalgası gibi demişti ekinlerin bu hâline bir şehirli. Halt etmiş. Misli menendi mi var rüzgâra tutulmuş buğday tarlasının?”
“Doruca meydanında banka tünemiş uyuklayan bir ihtiyar, ondan iki üç metre uzakta ağaç altında laflayan orta yaşlarda iki adam vardı. Başka da kimse yoktu. Bir de kara kavruk, zayıfça bir çocuk. Elindeki ekmeği kemire kemire geçiyordu meydandan.”
Çâre’den Şiirler
Vahalarda duyar ağıtını
Çöllerde el verir kayıp yetime
İlahi bilginin bilgisiyle
Sönmeyen ateşi Ahriman’ın
Haykıran sesi yolunu hazırlar
Resimli kitapların ve hecelerin
Gökler ve yerler ülkesinde
Bin yıllık ölüler derneği içim
Nuh Kılıçaslan
Sfenkslerde asılı gece
Koynunda dans eder ruhundan süzülen ateş
Terhisini almış duman süzülür karanlığın gerdanında
Taktir edilmiş hançer ucu zehri
İç döküm
Kurumuş mürekkepten zekât kotarır kebikeç
Masalına hazırlanan Şehrazat
İlmikler hazırlar kaderine çiçekten
Mustafa Mete
Ufuklar süsleyen tılsım
Buhurdanlığı elinde
Adını sayıklayan kuşlar dost edindim
Dünyayı tütsüleyen
M. Türkmen Asyalı
Karabatak’ta Anadolu Şehirleri ve Edebiyat Dosyası
Karabatak dergisi, hazırladığı dosya konularıyla özgün duruşunu devam ettiriyor. Çok fazla işlenmeyen ama edebiyat ve düşünce dünyasında önemli ağırlığı olan konuları dosya konusu yaparak önemli bir boşluğu da doldurmuş oluyor. 72. Sayının dosya konusu, Anadolu şehirleri ve Edebiyat.
Ali Ural’ın Giriş Yazısından…
“Kavafis “Şehir” şiirinde, “Bu şehir arkandan gelecektir,” dese de her zaman arkamızdan gelmez şehirler. Şaşırtır ve bizim onların peşine düşmemizi beklerler. Öykülerimizi yazabilmek için tekrar kapılarını çaldığımızda karşımıza çıkan yeni yüzler, uyuduğu için ineceği istasyonu kaçırmış şaşkın yolculara çevirir bizi. Plastik cerrahlar şehrimizi yaşlı bulmuş, ahşap pervazlarını plastikle, taş duvarlarını betonla yenilemişlerdir. Diyelim ki kıyamadılar efsanevi güzellere, diyelim ki dokunmadılar çehrelerine, köprüden geçenler değişmiştir, pencerelerden bakanlar, kapıları gıcırdatanlar, duvarlara tırmananlar… Şehir zamanın her kesitine yeni bir tablosunu asmıştır. Anılarımızı hayaletlere çeviren bu tablolar karşısında sürrealist ressamlar bile natürmort ressamları gibi hissetmişlerse kendilerini, bize insana sarılmak düşer.”
Anadolu Şehirleri ve Edebiyat Dosyası’ndan…
Abdullah Harmancı – Konya’ya Edebiyattan Bakmak
“Elbette Konya konulu seyahatnameler denildiğinde akla sadece Beş Şehir gelmez. Abdullah Cevdet’ten Mehmet Ziya’ya, İngiliz seyahatnamelerinden Osmanlı seyyahlarına kadar başka birçok yazarın Konya’ya bakışını izlemek mümkündür. Ahmet Çaycı’nın Seyahatnamelerde Konya (2016) adlı eseri bu konuda çok değerli bir kaynaktır.
Bitirirken: Konya’nın edebiyatına, farklı edebî türlerde Konya için ne söylenmiş, sorusu üzerinden yaklaşmaya çalıştık. Konya toprağının yetiştirdiği edebiyatçılar üzerinden de ilerlenebilirdi. Tarihte ve günümüzde eser vermiş “Konyalı” birçok kalem bulunmaktadır ve bunların hayatları ve eserleri üzerinden çok şey söylenebilir. Ancak böyle bir sayım döküm, takdir edersiniz ki bu yazınının sınırlarını aşmaktadır. Vesselam.”
Reşit Güngör Kalkan – Antep Unutmaz, Çünkü Şehir Unutmaz
“Elbette şehir unutmaz. Unutmaz ve varlığını derin bir sancı olarak duyumsadığı andan itibaren belleğin fazlasıyla saf taraflarını bir zorunluluk hâlinde kayıt altına almanın telaşına düşer. Bununla birlikte, sözünü ettiğimiz “hayat” içinde biriktirilen yaşam, bir şehre varıp onu aşkla karşılayan kadar, aynı aşkla ikamete tehirli kılındığı sebeplerle de anlam kazanacaktır. Tehirli kılınmak bu yönüyle mekânsal algının bilinçaltındaki gerçeğini ötelemek anlamı taşımaz aslında. Üzerinden çok uzun yıllar geçmiş bile olsa şehir, bireyin varlığı anlamlandırmaya başlayacağı ilk zamanlara dek uzanan geniş ve uzun bir çizgi üzerinde kalıcı, silinmez ve asla ötelenemeyen çizgiler bırakır. Uzun ve derin acılarla örülü, ağır yaşamaklarla dolu bir yüzyıl geçiren Antep, barındırdığı güzellikleri paylaşmasını da bilen gökçe bir diğerkâmlığın her alanda müstesna örnekliğini sundu. Şehre suretini kazandıran asıl renkler zaman içerisinde kaybolmuş dahi olsa, bayındır kılındığı, dört başı mamur aynalarla daha bir ışıltılar sergilediği yenilerde; sanayi yanında edebiyat, sanat ve kültür adına geçmişin renklerini de yedeğine alarak çok önemli portreler çıkardı ortaya. Çoğunlukla silik duran bu portreler, yaşamın kıyısında bekleşenler yanında, gerek toplumsal gerekse sosyal yönleriyle de aynı acının ve sevincin mimarı oldular.”
Mustafa Özçelik – Bir Edebiyat Muhiti Olarak Eskişehir
“Bir şehrin kültür, sanat ve edebiyat muhiti olmasında o şehrin geçmişe uzanan tarihinin, mekân olarak siyasi, idari, kültürel, dinî-tasavvufi bir yer olmasının elbette büyük etkileri vardır. Böyle merkezlerde bu anlamda bir muhit oluşur ve o muhit içinde âlimler, şairler ve yazarlar yetişir; dergiler, kitaplar çıkar. Bugün edebî muhit anlamında İstanbul’un, Ankara’nın, Bursa’nın, Konya’nın; geçmişleri itibariyle ise bu nitelikte yerler olan Amasya’nın, Manisa’nın, Kütahya’nın böyle muhitler olmaları ancak bu şekilde açıklanabilir.
Kadim şehirlerimizden biri de Eskişehir’dir. Onu bir edebî muhit olarak ele alabilmek için şehrin geçmişteki hikâyesine bakılmalıdır. Eskişehir, geçmişi Hititlere, Friglere, Romalılara, Bizanslılara kadar uzanan bir şehir olarak adı gibi gerçekten eski bir şehirdir. Anadolu’nun fetih sürecinden itibaren ise bir Selçuklu ardından Osmanlı şehri olmuştur. Bize ait hikâye yani Eskişehir’in bahsedildiği gibi bir muhit olması bu son iki dönemde başlar. Selçuklu döneminde şehrin merkezi olmasa bile Sivrihisar ilçesi ilim, Seyitgazi ilçesi Battal Gazi dergâhının burada olması dolayısıyla tasavvuf hayatının canlılığı sebebiyle şiir/sanat muhiti olarak önem taşırlar.”
Dursun Çiçek – Şehrin Hafızası ve Dili Olarak Edebiyat
“Kayseri denilince evvela akla elbette Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî gelir. Mevlâna’nın hocası olan Seyyid Burhaneddin, Kayseri’nin merkez şahsiyetidir. Onun eseri Maarif ise ayrı bir yere sahiptir. Konya için Mevlâna ve Mesnevi ne ise Kayseri için de Seyyid Burhaneddin ve Maarif odur. Maarif bir anlamda Kayseri’nin zemin eserlerinden biri olarak kendinden sonraki süreci de tayin eder. Davud el Kayserî ise sadece Kayseri’nin değil, Osmanlı Devleti’nin de kurucu şahsiyetlerinden biridir. Ekberî geleneğin en önemli temsilcisi olan Davud el Kayserî, başta Füsûs Şerhi olmak üzere eserleri ile Kayseri edebiyatı ve düşüncesi olmak üzere Osmanlı düşüncesini etkileyen âlimlerimizdendir.”
Mustafa Köneçoğlu – Maraş’ın Poetikası Üzerine Birkaç Söz ya da Şiir Ülkesine Giden Yol Nereden Geçer?
“Maraş’ın poetikasını oluşturan isimlerin neredeyse tamamının Maraş dışında yaşamaları ve eserlerini de burada vermeleri önemli bir husus. Maraş bu isimler için çoğunlukla bir “sıla”dır. Hepsinin çocuk ruhları burada ateş almakla birlikte ateşin harlanması hep dışarıda olmuştur. Acaba Maraş’ta yaşasalardı aynı edebî verim ortaya çıkar mıydı? Kendi adıma, bu soruya olumlu bir cevap veremiyorum. O hâlde neden Maraş sorusunun yanına neden Maraş’ta değil sorusunu da eklemek gerekiyor. Kanımca bu soru, Maraş’ın bundan sonraki poetik yazgısını belirleyen bir soru olacaktır.”
Şahin Torun – Yazıdan Saklanmış, Yazıya Saklanmış Şehir: Erzurum
“Gerek Erzurum’da ve gerekse memleketin bütün taşrasında gözlenen yokluğu, yoksulluğu, açlığı geçiriyor aklından Emine. Romanın uzayıp giden akışı içerisinde, hem de giriş bölümünde, gavur olmasınlar diye okula gönderilmeyen, okutulmayan çocuklardan, kuyulara sarkıtılarak devletin gözünden kaçırılmaya çalışılan kızlardan, oğlanlardan ve onların beline bağlanmış urganlardan, örkenlerden, ot bağlarından çeke çekeleye kuyudan çıkararak okula götüren idealist kadın erkek öğretmenleri düşünürken de aynı zamanda Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir garip, bir acayip, okumuş yazmış “Yaban” aydınına benzemekle, benzememek arasında duralayan; bir yönüyle emredilmiş, bir yönüyle ezberlenmiş kimi gönüllü, kimi görevli yarı jakoben Cumhuriyet aydınlanmasının temsilcileri olan anne ve babasının halkla belki ilk defa karşılaştığı bu Erzurum’dan yola çıkmakla da anne ve babasının serüvenlerinde kalan dünle birlikte kendi bugününü tarif etmeye, anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor.”
Ali Bal – Dr. Orhan Gazi Gökçe- Âlimler Konağı, Fazıllar Yurdu ve Şairler Yatağı Tokat
“Türk edebiyatının kökü çok eskilere uzanan ve şifahi kültürden beslenen damarı olan halk şiirinin maya tuttuğu en önemli merkezlerden biri Tokat’tır. Anonim Halk Edebiyatı’nın çok zengin ürünlerinin yanında bu topraklarda yetişmiş önemli âşıkların gönlünden ve dilinden nice şiirler süzülmüştür. Anadolu’da âşık tarzı Türk şiirinin başlangıcı ile Tokat’ta bu geleneğin başlangıcı aynı döneme denk gelir. Bu durum gösterir ki Tokat, âşık tarzı Türk şiiri bakımından son derece mühim bir şehirdir. Belli ki Tokat’ta âşıklık geleneğinin vücut bulması için gerekli sosyal ve kültürel şartlar mevcuttur. Birçok bakımdan ilklerin şehri olan Tokat’ta âşıklık geleneği de güçlenerek devam etmiştir. Elbette buradaki sosyal yapının Türk kültürünü tam manasıyla yaşaması, saz ve sözün birlikteliği Tokat’ı şairler yatağı yapmıştır.”
Nuri Sincanlı – Beş Şehrin Işığında Kentlerin Yabancılaşması
“Tanpınar’a göre, her şehirde yaşanılan anın dışında asıl bir zaman daha vardır ki bu da İkinci Zamandır. İkinci zaman kavramı, Bursa için kuruluş dönemi zamanıdır ve Bursa hâlâ bu kuruluş dönemi zamanını yaşamaktadır. Bursa; Yeşil Camisi, Yeşil Türbesi, Muradiye Külliyesi, Ulu Camii, Tophane, Koza Han vs. bütün bu yapılarla bize Osmanlı bakiyesi olduğunu haykırmaktadır.”
Prof. Dr. F. Beylü Dikeçligil ile Söyleşi
Prof. Dr. F. Beylü Dikeçligil ile medeniyet ve sosyoloji merkezli bir söyleşi yer alıyor Karabatak’ta. Sorular; Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu – Prof. Dr. İhsan Çapcıoğlu’ndan.
“Bilindiği üzere Türkiye’de sosyoloji de Batı örneğini izlemiştir. Batı’da sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve ekonominin birer bilim olarak ortaya çıkışı 19. yüzyılda Batılı toplumların alt üst olduğu bir döneme rastlar. On dokuzuncu yüzyıl Batı için; siyaset, ekonomi, felsefe, sanat, din, bilim ve teknolojiyi kısacası hayatın tüm alanlarını kuşatan ve Rönesans’tan bu yana yaklaşık üç yüz yıl süren köklü ve toplu bir değişimin, modernizmin zirveye çıktığı bir dönemdir. Bu yüzden etkileri büyük olmuştur.”
“Medeniyet kelimesinin etimolojisi, bu terimin ilk defa ne zaman ve kim tarafından kullanıldığı gibi malûmatlar tabii ki çok önemlidir. Aynı şekilde medeniyet ürünlerinin önemi, işlevi ve sanat değeri konusundaki bilgiler şüphesiz vazgeçilmez değere sahiptir. Bu medeniyet ürünlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ekonomi-siyaset, tarihsel süreç ve coğrafya başta olmak üzere tüm dış etkenler. Ne var ki bu bilgiler medeniyetin tam olarak ne olduğunu anlamamızı sağlamaz. Oysa medeniyet olgusunun ya kelime anlamı ile ya da sanattan mimariye kazandırdığı eserleri, bilim ve teknolojideki üstünlüğünü gösteren ürünleri ile anlaşılmaya çalışıldığını görüyoruz. Şüphesiz hepsi çok önemlidir ve analiz unsurları olarak gereklidir; ancak meseleyi açıklamak ve anlamak bakımından yetersiz kalırlar.”
İnsanlıktan Çıkarken Söylenmesi Gerekenler
Tüm insanlık Gazze’ye karşı büyük bir sınav veriyor ve görünen o ki hepimiz sınıfta kaldık. Acıyan insan yanımızın sesini bile duymadan yaşıyoruz. Ali K. Metin bunu yazısında; İnsanlıktan Çıkarken Söylenmesi Gerekenler olarak ifade ediyor. Sanki son sözlerimiz gibi konuşuyoruz ama biz ne desek de fark etmiyor, acı ve zulüm devam ediyor.
“Ölmenin yaşamaktan daha onurluca olduğu durumların farkında olmadığımız sanılmasın. Her insan, her toplum, her millet ölmeyi tercih edeceği trajik gerçekliklerle karşı karşıya gelebilir; böyle anlarda ölüm, insan(lar)ı yücelten bir seçim, tam anlamıyla bir kahramanlık olur. İnsan kendisinin dahası milletinin onuru ve bir ideal için ölmeyi seçmişse bunda hayranlık uyandırıcı bir bilinç parlamasının ve irade gücünün olduğu kolay kolay yadsınamaz. Fakat insanlar ölümü seçerken bile adalet ihtiyacından azade değildirler. Sadece ilahi rıza ve öte dünya mükâfatı için ölümü gerçekten ve/ veya herkesten çok arzulamış olmak söz konusu olsa bile, dünyadaki oluş biçimlerimizi muhasebe ederken bu bizi ikna etmeye yeterli olmaz. Ölenleri sadece minnet ve hayır dualarla anmak ucuz kahramanlıklara yol veren bir ikiyüzlülüğün göstergesidir. Aynı zamanda bu ölümler üzerine kurulmuş statüleri, çıkar ilişkilerini, hatta idealizasyonları hesaba katmaya ihtiyaç vardır. Arkasında durulmayan, denebilir ki -bir rasyonalite temelinde elbette- sonuca götürülmeyen ölümler, ihanete uğramış demektir. Çünkü savaş, biçimsel açıdan bile olsa “herkesin” savaşıdır. Herkesin aynı ölçüde ölümü göze almadığı, kimilerinin de facto olarak ayrıcalıklı bir yaşam hakkına sahip olduğu bir savaş hâli, adalete mugayirdir.”
Modern Şiir Eleştirisinin Temel Durakları
Yunus Emre Altuntaş, modern şiir eleştirisi üzerine yapılan çalışmaları sıralamış yazısında. Baudelaire, Rimbaud, Eliot, Roland Barthes gibi isimlerin çalışmalarına yer vermiş Altuntaş. Türk eleştirmenlerin de çalışmalarına yer veriliyor yazıda.
“Eliot ile aynı yıllarda yazmaya başlayan eleştirinin diğer bir önemli ismi ise Paul Valery’dir. Mallarme’nin izinden giden Valery bugün de dikkate alınan bir eleştirmendir. Modern Türk şiirini de derinden etkileyen Valery’nin şiir anlayışı kendisinden sonraki Fransız kuşağını da etkilemiş, Roland Barthes başta olmak üzere pek çok özgün ismin çalışmalarına ilham vermiştir. “Poésie püre/Saf şiir” kavramını ortaya atan Valery bu kavramıyla şiirin kendisini işaret eder. Ona göre şiirin ideal hâli, uç sınırı; şiirde varılması gereken nokta öz şiirdir. Beklenenin aksine; dil, dize, ses, biçim, içerik üzerine şairin tüm çabalarının en üst sınırı olan öz şiir, Valery’de sistemleştirilmez. Bu kavramı kuran somut örnekler yoktur. Kaldı ki bu kavram, onun tarafından bilinçli bir şekilde de kullanılmamıştır.”
“Kötü bir eleştirmen yazarı ve eserini rezil de eder vezir de. Ama iyi bir eleştirmenin amacı rezil etmek ya da vezir etmek değildir. Eserin değerini ortaya koymaktır. Barthes’in modern şiir eleştirisindeki önemi, metin merkezli değerlendirmeyi âdeta bir “sanat” hâline getirmeye çalışmasıdır. Bu anlamda Derrida, Foucault, Baudrillard gibi kendisinden sonra gelen önemli isimlere tesir etmiştir.”
“Bu ilk modern neslin kendi eleştirisini de yapması belli oranda eleştiriye kapı aralamıştır lakin bu kapıdan geçenler Hüseyin Cöntürk, Eser Gürson, Ahmet Oktay gibi birkaç ismi aşamamıştır. Nitekim bu isimlerin bir kısmı da anlaşılamamanın verdiği bıkkınlıkla uzun süre yazıdan uzak kalmayı tercih etmiştir. 2000 kuşağı ile aşılmaya başlanan modern şiirin yeni örnekleri eleştiriye dair temel kaynakların yeniden ele alınarak çağa uygun yeni bir eleştiri anlayışının kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu süreç bugün itibariyle yavaş da olsa devam etmektedir.”
Zifiri Beyazlıkta Birden Dünya
Karmaşık bir hayat yaşıyoruz. Her şey birbirinin zıttı gibi. Tarif edilemez bir muamma kuşatmış bizi. Dünya bir yerinden çekip duruyor bizi içine. Acılar, zulümler, mazlumlar hep hücum ediyor vicdanımıza. Bize söz kalıyor. Sözün gücü yada… dünya birden bire ya da şiir birden bire.
Ali Ömer Akbulut’un tüm hücrelerimizi esir alan kuşatması altında, sığınacak yer bulma telaşındayken şiir çıkıyor karşımıza. Tuhaf bir irkilme veya kendini kaybetmek zifiri beyazlıkta.
“Şiir, kayba uğrayanların insanlığı yeniden hissetmeleri için umut kapısıdır. İnsanlık yok edilip yıkıldığında insanlık çağrısı yine şiirden gelecektir. İnsana duyulan özlem, canhıraş yangı şiirle alevlenecektir. Şiir, hayat geçip gidiyorken zifiri beyazlıkta birdenbire çakıveren ve bize insan oluşumuzu, kendiliğimizi hatırlatan tarihî kazalar, katledilişler, depremler, sakatlanmalar, afet ve tufanlardır. Âdem cennetten çıkar, Nuh tufanı olur, İbrahim ateşe atılır, Lut kavmi helak olur, Yusuf kuyuya atılır, Nemrut’un beynini yer bitirir bir sinek, Musa Nil’e bırakılır sepetle, Babilliler Torah’ı yok eder. Ve Süleyman ölür, İsa çarmıha gerilmek istenir, Uhud’da okçular tepeyi terk ederler. Ali halife olur ve Hüseyin şehit edilir, Yavuz’da şark çıbanı çıkar, Aksaraylı Oğlan Şeyh Ebussud’un fetvasıyla asılır. Anadolu işgal edilir, “âh”ların şairi Mehmet Akif İstiklal Marşı’nı yazar. Ve Gazze’de insanlık kıyımı başlar; evrenin göz bebeği, aydınlık yüzü çocuklar… Âh çocuklar…”
Bin Yıllık Çınar
F. Hande Topbaş, “Kuş Uçar Kervan Geçer” demeye devam ediyor. Bu sayı; Söğüt, Kütahya, Afyon, Burdur derken kervan durmak bilmiyor. Uğradığı her yerden bir avuç samimiyet ve4 tebessüm alıyor.
“Uçaklara küsüm. Dağlar, ormanlar, vadiler arasından güneye, gül ve lavanta bahçelerine doğru ilerliyorum. Temmuz ayında otlar sararmış, yeşil ağaçlar tonunu kaybetmeye başlarken bazı tarlalar çıplak, bazıları mahsul dolu.”
“Boz Höyük üstünden Kütahya’ya geçiyorum. Geçmişin izleri toprağın katmanlarına saklanmış Açgözlülüğü yüzünden ölen yarı gerçek, yarı mitolojik Kral, Midas’ın uygarlığı bu topraklarda yaşamış. Yassı Höyük’de üç metrelik karanlık bir oda içinde bulunan kısa bir adam cesedinin korkunç Midas’a ait olduğu düşünülüyor. Gerçekte asimetrik olan kulaklarını serpuşunun altına sakladığından eşek kulaklı sanılsa da Midas sadece şapkasını ne olursa olsun çıkarmayan garip bir kral.”
“Ahşap oymalı eski Burdur evleri depremlerle yok olmuş, kalan birkaç tanesi Ulu Cami’nin yakınında. Müzede Sagalassos’tan getirilen eserler. Tanrılar sıra sıra dizilmiş ışıkların altında. Nemesis öç almak için hazır, Asklepios’un kafası kayıp, Dionysos yine sarhoş…”
Karabatak’tan Şiirler
peçemiz dalgalandıkça soluğumuz dallanıp budaklanıyor
tuba ağacı sarkarken gökten kızıl mercandan kollarıyla
salkım salkım koparıyoruz öykümüzden cennet narlarını
berren ve bahren ve cevven sessizlik kardeş olasıcalar
karadan yalnızlık denizden yalnızlık havadan yalnızlık
A.Ali Ural
bir deniz düşünün sonrasını
susuz ve kumsuz
düşüne görün siz
nasıl olsa tüneyecek güvercin
siz düşünü görünce
yakılan türkünün külleri bu şiir
yuvası bozulmuş kuşlara ağıt
çipet pet pet, cibili cibili şak şak
misket havası
müftü fetva verince
Hüseyin Akın
Sakallarını sürdüğün yerden yarılıyor dünya ikiye
İri sözler dolmuş dudaklarına iri adamların
Yapış yapış sünüyor dişlerin arasında
Baygın büyülü elbiseler içinde beden içinde kefen
Sayıyorlar sayısız şehidin son nefesini burada
Ruhlarında eriyen ruh ile
Yanağını zedeliyorlar Reem’in
Uzayan füzeler uzayan leke
Kırmızı bir güne çıkmak tam burada
Sümeyra Yaman
Kurşunun kurşunu kestiği gecede
Göze bile görünmez
Bin bir kurgusu Allah’ın.
Geleceğin açıktır Karaca – geçmişin açık.
Gün gelir, gerilir kasları
Savaş görmemiş erkeklerin bile
Savaş kolaylayan şairlerin bile.
Akıttığın her kurşun – gün gelir
Yeni bir gelecek yontar akranlarına.
Eray Sarıçam
Nasıl ya Rabbi tutulup kalıyor insan, nasıl ah! Biz yaşarken
çünkü oluyor her şey. Yaşarken biz oldu olacak. Yaşamaktan
utandığımız bir medeniyet ne zamandır oldu olacak. Ekranlar
yüz karamız bizim oldu olacak. Yarası olanlar bazı tripler, yine
türlü tiritler yapacaklar. Poz yapanlar şair, milletvekili, iyi
çocuklar falan olacak. Tiksinmek bana biliyorum çok yakışacak.
Tiksindikçe dünyanın istiklaline çakayım istiyorum. İstikbal diyenlere
binlerce ahı tutup namlulara süreyim. Sürdükçe dünyaya çok vakitsiz,
çok çapraz geliyorum. Sürdükçe Celaliyim Celalisin Celali.
Hışır hışır. Barbar karanfillerim sanki bir melali sürüyor.
Ali K. Metin
her dediğim oldu şimdi, bunu inkar edemem
bu pirinçlerin de saymakla bitesi olmaz, amenna
ama bir minik çeşme ve bir et istihalesi
sizin bir sözünüz olmak dolunay anlamında
ey yaratıkların en iyisi, ey her şeyim, gel
tak şu kanatları ya resulallah sırtımdaki oyuklara
bir kellesizlik morfozu ver bana, ur kılıncı
beni bir beyazlık hırkası yap başı vuruklara
Kadir Daniş
Sen, aldırma onların kavgasına
Gözlerini yeniden aç kerpiçten evim
Kuşlar yatıya kalsın damında
Bahar geldi sansın bahçemiz
Yuvanı mesken tutsun terli bulutlar
Çocuklar üşüyen ellerinde bakır kaplarla
Rahmet doldursun tahta oluklarından
Duvarın çatlayan damarından süzülsün
Yüklüğüne saklansın birkaç damla
Adı yoksulluk olan minderlerde dinlensin yağmur
Sonra buğulu camlarını ıslatsın rüzgârla
Yüksek sesle konuşsun sobamız
Eskiyen günlerdeki gibi
Yaşlı, esmer teninde ısınalım
Kırılsın alnımızdaki ayaz
Ercan İriş
Kurşunlu’da Akdeniz Dosyası
Kurşunlu dergisi 9. sayısında “Akdeniz” dosyası ile okurlarının karşısında. Kültürüyle, tarihiyle dünyanın kalbi bir coğrafyadır Akdeniz. Anadolu’nun bir parçası diyebiliriz Akdeniz için. Kurşunlu dergisini böylesine özgün bir dosya hazırladığı için kutluyorum.
Arslan Karadayı’nın Giriş Yazısından…
“Akdeniz’i temaşa edince, tüm metafizik hudutları zorlayarak bir zuhur vecde ediyor insanın sulh dairesinde. Ruhtan içre kendi kaosu, sukutu, dinamiği, söylenceleri, üzerinde asılı duran söylevleri ile dünya seyrinde çağlara çanak oluyor Akdeniz.
Kıyısında İpek Yolu’nun, Baharat Yolu’nun ve dahi adıyla müstesna, Levh-i Mahfuz’da sırlı nice istikametin sefer ettiği bir mesken, Akdeniz.”
Akdeniz Dosyası’ndan
Mehmet Topal – Bir Deyimin İzinde: Girit
“Fetih öncesinde Venediklilere savaş ilan etmek ve nihayetinde Ada’yı fethetmek için görünür bir sebep kollayan Osmanlı yönetimi aradığını 1664 yılında bulur. Mezkûr tarihte darüssaade ağalığından tekaüde ayrılıp hacca giden Sünbül Ağa’nın gemisi Girit civarında Malta korsanlarının saldırısına uğrayıp, yağmalanınca, Osmanlı Devleti bu fenalıktan Girit’teki Venedikliler’i sorumlu tutar ve donanma 30 Nisan 1645’te Girit’e doğru yelken açar. Seferin hedefinin Malta olduğu şayiası yayılarak İstanbul’da bulunan elçiliklerden Girit niyeti ustaca saklanır.”
Fahri Yetim – 20. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti’nin Akdeniz Jeopolitiği
“Osmanlı Devleti’nin Akdeniz jeopolitiği; Kuzey ve Orta Afrika, sonradan Ortadoğu ekseninde gelişmiş olup esas itibarıyla kutsal toprakların bulunduğu Hicaz bölgesinin savunma hattını oluşturuyordu. Bu yüzden Sultan II. Abdülhamid’in Kuzey Afrika politikası seleflerinden farklı olarak daha yakın bir tehlike haline gelmiş olan Büyük Güçlerin bu bölgedeki emellerini boşa çıkarma amacına yönelikti. Bu politika genel olarak; Fransızların Sahra’ya girmesini durdurmak, İngilizleri Mısır’dan çıkarmak, İtalyanların Libya’ya göz dikmesini önlemek, Almanların bölgeye akınlarına engel olmak ve bütün bunlara rağmen bu devletlerin hepsiyle iyi ilişkilerini devam ettirmek şeklinde olmuştur. Bu amaçla Babıali ile Kuzey Afrika’daki mahalli elitler arasında erken dönemlerden (1881-82 olaylarından sonra) itibaren özelikle bu bölgede etkili olabilmek için yakın ilişkiler kurulmuştur.”
Gültekin Güllü – Bir Akdeniz Şehri; Gazze
“Gazze düne kadar, kültür merkezleri, müze, çarşı, Pazar ve camileriyle ön planda olmuştur. Ulu Cami, İbni Osman Camisi, İbni Mervan Camisi, Seyyid Haşim Camisi, Napolyon Kalesi ve St. Porphyrus Kilisesi, Gazze’nin önemli tarihi eserleri arasında yer alıyordu. Gazze’de Roma ve Bizans’tan kalan kiliseler olsa da bir İslam şehri olup, daha çok Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı döneminde yapılan eserler ile görünüm kazanmış ve şekillenmiştir. Camiler, okullar, hastaneler ve birçok bina ve daha pek çok tarihi eser düne kadar ayakta idi. Daha başka var olan anıtlar, kasırlar ve mezarlıklar yakın zamanda İsrail uçaklarının bombardımanı ile yok edilmiştir.”
Ayçin Kantoğlu ile Söyleşi
Ayçin Kantoğlu ile yapılan bir söyleşi var dergide. Gazze’ye, mazlum coğrafyaya, kültüre dair birçok konu ele alınmış söyleşide. Dinlemekten hoşnut olduğumuz isimlerdendir Kantoğlu. Ele aldığı konuya hakimiyetini her cümlesinde hissedebileceğimiz bir yetkinliğe sahiptir. Özellikle son zamanlarda Gazze’de yaşananlara getirdiği özgün yorumlar Kantoğlu’nun daha geniş kitleler tarafından tanınmasını sağladı. Böylesine net konuşan isimlere ihtiyacımız var.
Söyleşiden…
“Gazze, Gazze’ye nasıl bakmak lazım, nasıl faydalı olmak lazım, nasıl okumak lazım gibi konuşmalar vardı. İnsanların, ne kadar sayısı çoksa o kadar bir gerçeklik algısı var ama hakikat bir tane. Sizin gerçeklik algınız ve zemininiz hakikate ne kadar yakınsa, dünya görüşünüz, isabetiniz ve söylemleriniz de hakikate o kadar yakın. Bundan ne kadar uzak düşerseniz o da bir nasipsizlik hali, gaflet hali. O konuşmanın içeriği itibariyle zaten işaret ettiğim isimler, çok platformda söylediğim isimler.”
“Mağduriyet, bu kadar Hakk erinin olduğu bir coğrafyada, kolay gerekçelendirilebilir bir hâl değildir. Bundan vazgeçmek lazım. Cenab-ı Hakk bize bunun izahını sorar, biz de bunun izahını yapamayız. Dolayısıyla Türkçe ile aramızdaki barikatları kaldırmak, Türkçenin bizi fail konuma getirmesine imkân vermek lazım.”
“Bizim hikâyemizdir Akdeniz. Bizden ayrı gayrı değil. Oradaki hikâyeyi de Mezopotamya başlattı. Biz bugün üzerimize yakışsın yakışmasın iştiyakle üzerimize aldığımız bazı libasların düğmelerinin koptuğunu, yakalarının dağıldığını görüyoruz. Yani bir Batı hikâyesinin sonudur ve Gazze ile buna son noktayı da koydular. Ne olduğunu gösterdiler. Ben batı eğitimi aldığım biriyim.”
“Çocukları öldürüp onların organlarını çalıyorlar. Hastane bombalamak dahi devede kulak. İnanıyorum, Allah çocukların intikamını alacak. Bu çocukların mübarek kanlarının dünyayı önüne katıp sürükleyecek güçte olduğuna inanıyorum ve korkuyorum. Bizim de insan olabilmek, erdemi öğrenebilmek ve giyebilmek için Allah’a ihtiyacımız var. Onların bize ihtiyacı yok.”
Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda Bir Devir Teslim Simgesi “Kavuk”
Uğur Demirezen, geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli simgelerinden olan kavuk üzerine yazmış. Kavuğun anlamı, devir teslimin anlamı ve önemi gibi birçok konu işlenmiş yazıda.
“Kavuk, beyaz renkte pamuk ipliğinden örülmüş olan kumaştan yapılmış, üzerine sarık sarılan erkek başlığına verilen ad. Osmanlı toplumunda kavuklar sarılış biçimi, rengi ve görüntüsüne göre çeşitlenir ve farklı adlar alır; giyen kişinin sosyal sınıfını gösterirdi.”
“Nesilden nesle törenlerle devredilen kavuğun gerçeği ise Kel Hasan’dan, Dümbüllü’ye verilmişti. Daha sonraki devir teslim törenlerindeki kavuk ise simgesel bir anlam taşımaktadır. Kavuk, onu taşıyan her bir sanatçının yeni simgesel anlamlar yükleyip yeni değerler kattığı, meydanlardan sahnelere taşınan tiyatro geleneğini gelecek kuşaklara da aktaracak bir ustalık nişanı olarak görülüyor.”
“Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda bir devir teslim töreni var. Ben ustalarımdan Nejat Uygur’un yüzüğünü ve yeleğini, ustam Volkan Saraçoğlu’nun bastonunu, ustam Yalçın Özden’in takkesini ve ustam Tuncay Gürel’in (Küçük Enişte) kuşağını ve köstek saatini kendilerinden teslim aldım. Bu bir yeterlilik olarak görülmekte ve ustasından çırağına el verme seremonisidir.”
Kurşunlu’dan Öyküler
Hasan Gök – “Kendime Döneceğim Ama Hangi Yolla”
“Soğuk bir günün akşamı. Günün yorgunluğuna istirahat verme adına sokak arası bir kafeye otuzlu yaşlara yaklaşmış birisi girer ve kahve siparişi verir, çantasından çıkardığı beyaz bir sayfaya sanki yıllardır düşünmüş ama yazmaya hiç fırsat bulamamışçasına yazmaya başlar; “Dünya hakkında düşünmeye başladığımdan beri nedensizce kaybolmuşluğun verdiği his beni sarmaya başlamıştı aslında. Bu ortada kalış ve eksiklik, ilerleyen dönemlerde yabancılaşmaya belki tüm benliğimi yitirmeye kadar ilerledi.”
“Yani dünyayı oluşturan bizler değiliz ama tabi ki yorumlayan bizleriz. Dünya ise kendince anlamı olan bir yer değil evet ama yorumlanarak yaşanabilecek bir yer mi? Bence atlanılan nokta da bu; yaşam bir ceza mı ki hapishanede olalım? Yaşamın en ince ayrıntılarında gizlenen o anlaşılamaz anlam, bizlerin kabul ettiği ön kabullerden çıkacak ise bir şeyler elde etme adına uğraştığımız o geniş çaba, aslında kısa bir yönelişle yapılacak seçim değil de nedir?”
Mesut Doğan – Meczupların Görevleri
“Karacaahmet Mezarlığının yakınında, küçük tarihi bir mezarlığın tam karşısında yere dört adet sopa sokularak oluşturulmuş derme çatma bir barınakta, üzerinde naylon şilteden bir çuval örtülü birisi vardı. Öldürülüp oraya atılıvermiş gibiydi. Korkudan yüreğim ağzıma geldi bir an. Adamın üzerini üç dört parmak kar kaplamış, çıplak ayakları karın altında kıpkırmızı. Sıcacık bir ekmekten çıkan buhar gibi usulca döne döne göğe yükselen nefesi içimi ferahlattı bir an. Mışıl mışıl uyuyordu. Bir mutluluk tablosu çizilseydi herhalde böyle bir şey olurdu. Ama karların altında ve buz gibi soğukta? Bir insan, hem de bu havada ve dışarıda.”
“Bir gece vaktiydi. Bir evde toplanmıştık. Herkes saygı dolu bir sessizliğe bürünmüştü. Başında kavuk benzeri bir şapka olan yaşlı adam onu çıkarınca altından namaz takkesi çıktığında çok şaşırmıştık. Akıllı birisiydi. Kendisi psikiyatri doktoruydu ve o gece bize saatlerce meczupları anlattı. Meczupların en önemli özelliklerinden birisinin de üşümemek olduğunu ve nedenlerini de anlattı.”
“Az bir zaman sonra meczup Atilla bir trafik kazasında ölmüş ve çalıştığım hastanenin morguna götürülmüştü. Morgdaki yarı meczup görevli Atilla Ağabeyin namını duyunca onu en serin dolaba koymuş hiçbir torpili esirgememişti.”
Kurşunlu’dan Şiirler
Çekingendim mahcuptum davetsiz gelemezdim
Göçküncüydüm kararım yoktu eğleşip kalmaya
Rehin aldı bakışlarımı hiç tanımadığım üç atlı
Dediler bunun sırrını çözmenin bedeli çok ağlamaktır
Kervandaki yükten armağan vereceklerini söylediler
Ihtırıp tülü deveyi bir avuç efsun koydular heybeme
Yedi kat yerin altına sakladım ağu ile tılsımlayıp
Karun’un hazinesi zannedip haramiler ardıma düştüler
Bu yüzden delik deşik ve talan edilmiştir gönlümün mülkü
Oysa hep yanlış mekânlarda aradılar ben de unuttum yerini
Ahmet Urfalı
Nehir, deniz
Yadırgamalı kalp
Yerini, yatağını rahat
Koşabilir mi uçurtmalar
Kuşların sığmadığı asumanda
Bilirim kavline sadık sürgün dal
Kum saati, ayarlı ağlama duvarında
Aksa tufanı söyledi; yeis yok, umut baki
Avuçlardan yükselen aminler yeşersin diye
Eğninde özenle yeni şiirler büyütüyor kelimeler
Cihat Barış
Neden korkar çağ, fillerin kokusundan?
Giysisi mahfil bir duvarda, maruf bir mezar
Gel. tabut içinden sesler, çağı koruyan padişahın
Selam sabah bilmeyen iniltilere cevabıdır.
Kılıç kabzasında başka güzel, ölüm kılıçtan;
Yaşamak derdi olmasa…
Oğuzhan Güneş