Cins, Sayı: 102- Boykot Hep Boykot

Zulmün ve saldırıların mevsimi olmadığına göre direnişin de mevsimi olmaz. Anlık tepkiler gösterip daha sonra normal hayatımıza devam ederek ne tavrımızı ortaya koyabiliriz ne de zulmün durmasına katkımız olur. Gazze’de soykırım devam ediyor. O zaman en gür sedadan “Boykota devam!” diyeceğiz.

Cins dergisi de 102. sayısını;“Israrla, İnatla, Öfkeyle İnsan Olmak Adına Boykota Katıl Boykota Çağır” diyerek çıkardı.

Derginin Giriş Yazısından…

“Çocukların açlıktan öldüğü ve bunu izlemek zorunda kaldığımız günlerin ağırlığı altında insan kalmaktan söz edemeyiz. Öfkeliyiz. Elimizdeki tek şey de bu. Öfkemizi gün geçtikçe bilemek ve yükseltmek zorundayız. Bildiğimiz ve söyleyebileceğimiz tek şey de bu.”

Farsör

Hüseyin Atlansoy, Cins’teki yazılarına devam ediyor. İstanbul’da olmak Atlansoy’a iyi geldi. Bunu her cümlesinden anlıyorum. Bir zamanlar onunla aynı şehri paylaşmış olmanın verdiği öngörü ile söylüyorum bunu. Özlediği bir şehrin tadını çıkaran bir şair var karşımızda. Bu sayı Farsör başlıklı yazısında bir etkinlikten hareketle kaleme aldığı yazısında farsör kelimesinin çağrışımlarının ardına düşüyoruz.

“24 Ocak’ta Aykut Nasip Kelebek ile Beykoz’da Üstad Necip Fazıl hakkında konuşacaktık. O gün biz konuşmamızı yapamadık. Beykoz’da bir doğalgaz patlaması yaşanmış. Bir hafta sonraya erteledik.”

“31 Ocak 2024’te Beykoz’da Üstadı konuştuk.Üstad, Babıali kitabında Arif Dino’nun kendisine farsör sıfatıyla hitap ettiğini söylüyordu. Fars oyun demek farsör ise oyun kurucu. Farsörlüğü kendisi için kabul etmiyordu. Aynı sıfatı kendisi de Abdülhak Hamid için uygun görmüştü.”

“Farsör deyince İran devlet aklının farsörlüğünden bahsetmeden geçmek olmaz. Osmanlı, Farsları Acem diye adlandırarak acemi olduğu fikrinde olsa bile ateşgede bir geçmişi Şia ile birleştiren -Esed’inMekkeye Giden Yol kitabında ayrıntılı açıklama vardır- Pers devlet aklı yeni çağlar ve modern zamanlarda Katoliklik ile fars -oyunkurmaktan hiç vazgeçmemiştir sanki. Bu durumun iki grubun düşünce ve dil yapılarındaki benzerlik ile bir ilgisi var mıdır, bilmiyorum.”

Şimdi Uzaklardasın

Ömer Erdem, eski zamanlardan bir şarkı tadındaki yazısıyla Cins’te. Radyodan gelen ses, çocukluk anıları, çokça hüzün, sevinçler ve ayrılıklar…. Hepsi de şimdi uzaklarda tadında… Fonda bir Zeki Müren şarkısı.

“Suzinak makamı, bağlandığı kelimenin anlamıyla birleşerek adeta ruhu ateşlemek, kederi ve acıyı yerden kaldırıp perde perde yukarı yükseltmek için bulunmuş gibidir. Lakin kulaktaki ilk etkisinin kalbe ulaşması için biraz zaman gerekir. Canana dairdir çokça ve tınısı hayattan değil de uzaktan, kaybolmuş, yitik, hatırası ucu yanık mektup misali bir köşede sessizce kaderini bekleyenden yükselir. Fakat kişilikli makamdır. Ses örüle örüle bir 19.yüzyıl manzarası çizer. Türk müziğinde Zeki Müren ile birleşmesi ayrıca anlamlıdır.”

“Sokağa atılmış onlarca Ses dergisiyle karşılaştım. Parisli prenses başka dergi okuyacak değil ya! Benim için şenlik sayılırdı bu. Hızla dergileri ayaküstü karıştırdım. Bazılarını seçtim. Elime bir zarf geldi birden. Bu bir mektuptu. Üstünde Zeki Müren yazıyordu. Muhtemelen dergilerde hayran için verilmiş bir adres vardı. Heyecanlanıverdim. Mukadder avucuma konmuştu. Koynuma soktum mektubu. Tenha bir yer aradım.”

Yerliciliğin Retoriği

Yerlilik diye bir meselemiz var çünkü bunu mesele haline getirenler ve konuyu soğutmadan gündemde tutmaya çalışan bir kesim var. Ben yerliyim, ben daha yerliyiz, en yerliyim diye uzayıp gidiyor bu atışma. Yersiz yurtsuz olmak da var, ya da duruma göre saf değiştirmek de. Hakan Arslanbenzer,Yerliciliğin Retoriği hakkında yazmış.

“Solun züğürt tesellisi: Türkiye’de sağcılar sağcıyım demezmiş. Solcularsa göğüslerini gere gere solcuyum dermiş. Vay be. Gören de Türk solunu Deli Yürek Kenan İmirzalıoğlu zannedecek. Halbuki daha bu “gere gere”de bir tantanacılık var. Sen “solcu” kelimesine dikkat kesiliyorsun; adam ırkçılığı, ayrımcılığı, elitizmi okutuyor aradan. Solcu ne demek mesela? Komünist mi? Sosyalist mi? Nasyonal Sosyalist mi? Kemalist mi? Göğsünü gere gere komünistim diyen kaç kişi var ki bu memlekette?”

“Liberalizm diyebilirsin, demokratlık diyebilirsin, liberal demokratlık dersen daha da parlak olur; ama sağ deme şansın yok. Bu ve benzeri milyonlarca cümle kuruldu 1970’lerden beri Türkiye’de. Kim tarafından? Sağcılar? Hayır. Müslümanlar. İslamcılar. Siyasal İslamcılar. Şeriatçılar. Dinciler. Yobazlar. Ya da ne dersen. Ezberin ne ise. Ne kadar faşistsen.”

Cezayir Direnişinin Fatıma Nur Sümer’i

Cezayir denince akla ne yazık ki tüm zerrelerine kadar sömürülen bir millet geliyor. Batının doymak bilmez ve sınır tanımaz sömürge politikalarının tüm hatlarıyla işlendiği Cezayir’de direniş de kaçınılmazdı. Peren Birsaygılı Mut, Cezayir direnişinde önemli roller üstlenen Fatıma Nur Sümer’i anlatıyor.

“Fatıma, maalesef 1857 senesinde gerçekleşen bir baskın esnasında yakalanarak zindana atılacaktı. Yakalandığında 26 yaşına yeni girmişti. Ve Cezayir’deki direnişin liderliğinin sadece erkeklerle sınırlı olmadığını, kadınların da direnişe katıldığını göstermesi bakımından işgalciler nazarında çok tehlikeliydi. 6 sene hiç ışık görmeden zindanda tutulduktan sonra şehit olduğunda, büyük acılarla dolu bir tarihin tam da orta yerindeydi Cezayir. Ancak onlar için savaşan ve ölen Fatımalarını hiç çıkarmayacaklardı akıllarından.”

Serdar Kılıç ile Söyleşi

“Doğadaki İnsan” denince akla ilk gelen isimdir Serdar Kılıç. Beyza Karakaya bir söyleşi gerçekleştirmiş Kılıç ile. Doğada olmak, doğal olmak, modern çağın ortasında doğayla iç içe olmak gibi birçok konu ele alınmış söyleşide. Kılıç’ın sözlerini okuyunca insan kendini doğanın koynuna bırakıp tüm seslerden azade anla yaşama isteğiyle dolu buluyor.

“Doğadan ayrılan insan kendini merkeze koyup yaşamaya başlar. Tabiatta yaşayan insansa kendini onun bir parçası olarak görür ve güçlenir. Her türlü krize, zorluğa karşı mücadele etmeye başlar. Mücadele gücünüz gelişmişse hayatta kalma gücünüz sizi beslemeye başlar ve hayatta kalırsınız. Birine bağlı olmak bu anlamda sıkıntılı. Bizim bağlı olacağımız tek şey var. Yaradan’la bağınız güçlü olacak. Yaradan’ın en güzel uzantısı da tabiattır, onunla bağınız kuvvetli güçlü olduktan sonra size hiç kimse bir şey yapamaz.”

Kader İnsana Tanınan Özgürlüktür

Kader; üzerinde en çok konuşulan konulardan. Anlamak ve anlamlandırmak bazen girift bir hal alabiliyor. Meseleye tam vâkıf olmadan tartışmaya girilmeyecek kadar hassas bir meseledir bu. Cins’te Sueda Nur Koçadar’ın sorularını cevaplamış Cağfer Karadaş. Bu alanda çalışmaları ve kitapları olan bir Hoca Karadaş. Söyleşide de ufuk açıcı noktalara temas ediyor.

“İnsanoğlu korkarak yaşayamaz. Baktığımızda dünyanın neresinde olursanız olun mutlaka bir felaket türünün bulunduğunu görürsünüz. Korkarak yaşamak yerine korunarak yaşamayı tercih etmeliyiz. Bunun için felakete karşı elimizden geldiği ve şartların elverdiği ölçüde hazırlıklı olmalıyız. Zaten başarı sadece iyi ve güzel şeyleri elde etmek değil, kötülüklere engel olmak, zorlukların üstesinden gelmek ve felaketlerden en az hasarla kurtulmaktır.”

“Kader, Yüce Allah’ın olan ve olacak bütün olayları bilmesi ve takdir etmesidir. Bu anlamıyla kader Allah katında saklıdır. O’ndan başka hiç kimse bunu bilemez. Bu gerçek doğrultusunda insanlar kararlarını kendi düşünce ve değerlendirmelerine göre alırlar. İnsanın düşüncesine ve tercihlerine dışardan etki ancak kendi akıl ve irade süzgecinden geçerek olur.”

“Geçmişe baktığımızda kader inancının olayları mı belirlediği, yoksa gelişen olayların kadere bakışımızı mı belirlediği tartışmaya açıktır. Hatta ikincisi baskın görünmektedir. Tarihte gelişen olumsuz olaylar kaderi gündeme getirmiş ve kader üzerinden bir açıklama ihtiyacı doğurmuştur. Baktığımızda olayları meydana getirenler ile etkilenenler ve mağdurların değerlendirmelerinin birbirine zıt olduğunu görürüz.”

Yalnızlık Allah’a Mahsus

Yalnızlık ne kadar yalnız bir kelime. Tüm tenhalıkları içinde toplamış ve ıssızlıkla baş başa kalmış yeni çağın insanları… Yaşadığımız vakitler bizi savurup duruyor. Yalnız kalmalı mıyız yoksa kalabalık bir koroyu çoğaltmalı mıyız? İnsanı ne beslerse orada kendini bulur insanlık. Sadık Yalsızuçanlar, insanı bes

leyen yalnızlıktan bahsediyor. Ruhun tenhalıkta kendini bulma hali de denebilir buna.

Yalnızlık, eğer, kalabalıklardan, dış dünyanın kuru gürültüsünden, kesretten, insanı gaflete düçar edenlerden uzak durmak olarak algılanıyorsa, bu, şüphesiz, ruhu besleyen bir yalnızlıktır. İnsan, kalabalıklardan kendini kaybedince ruhun bereketli alanına girer. Orası, insanlığımızı besleyen en değerli destekleri yaşadığımız yerdir.”

“Az yemek, az konuşmak ve az uyumak benlik eğitiminde en işlevsel yoldur. Bu yüzden yalnızlığa, uzlete, tenhaya çekilmek gerekir. En doğrusu budur. İnsan zihni, dik atlamalarla doruğa doğru tırmandığında arada soluklanmak ve eğlenmek ister. Yalnızlığın çok verimli olmasa da bir beraberlik ile takas edilmesi de bu süreçte duyulan bir ihtiyaçtır.”

Estetik

Estetik kelimesi çok estetik dursa da bir insanın vakitli vakitsiz yaptırdığı estetik, doğallığa bir müdahale olduğu için insan vücudunda sıradışı bir hâl almakta. Özellikle son yıllarda kadın -erkek fark etmeden herkesin yoğun bir estetik yarışına girdiğine şahit oluyoruz. Savaş Ş. Barkçin; her yönüyle estetikten bahsediyor yazısında.

“İnsanların kendilerine göre güzelleşmek için yaptırdıkları ameliyatların dünyadaki yıllık maliyeti 45 milyar dolar mesabesindeymiş. 2030’da 60 milyar dolar olması bekleniyormuş. Bir de “güzel görünmek” için tüketilen kozmetik ürünler var. Bu ürünlere harcanan para dünya çapında 380 milyar dolarmış. 2032’de 660 milyar dolar olması bekleniyormuş. Sadece cilt bakım ürünlerine harcanan para 180 milyar dolarmış. Bir de modaya göre kıyafetini, ayakkabılarını, takılarını alanlar var. Bu sektörün yıllık geliri ise 1,7 trilyon dolarmış. Vay be!”

“İnsanın fıtratına razı olmayıp başka birilerine benzeme çabası acınası bir şeydir. Eline iğne batmasına razı olmayan insanın Tanrı vergisi uzuvlarını ağrılı sızılı ameliyatlarla değiştirmeye kalkması inanılmaz bir şey. Tabiat ana laflarının, çevreciliğin, güya doğaya saygının bu kadar lafının edildiği bir dünyada insanın kendi fiziksel tabiatını değiştirmek için bu kadar çabalaması ne kadar garip!”

Türk’ün Mesleği Bozulamak

Bozulamak fiili çok kullanılmaz. Hatta bu fiili hayatında ilk defa duyan kişiler de çok fazladır. Bozlak çağrışımı da hemen ele verir bozulamak fiilinde kendini. İsmail Kılıçarslan bozlaktan, Muharrem Ertaş’tan, acılardan bahsediyor. Yazıyı okurken kulağınızda acının yürek yakan sesi ve Muharrem Ertaş’tan bir türkü kulağınızda çınlayıp duruyor.

“Bozulamak, belki biliyorsunuzdur, buzağı yavrulayacak ineğin doğumdan önceki gece çıkardığı o yıkıcı, yıpratıcı sese denir. Bozlakların Türk müziğinde “ses genliğinde en geniş tür” olması tam da bundandır belki de. Ama daha kuvvetli ihtimal, sesini sala sala bozlak okuyacak abdalın bir şey doğuruyor olmasına işaret etmesidir bence.”

“Çok teori var ama bana sorarsanız Abdallık en çok mülksüz bir konargöçerlik manasına gelir. Mülksüz olunca da elekçilik, bohçacılık, sepetçilik ve düğüncülük gibi işlere kalırlar mecbur. Yine bana kalırsa konargöçer Osmanlı-Türkmen aşiretlerinin iskan edilmesine pek de uyum sağlayamayan, yani “konmaya” pek de fırsat bulamamış en fakir tabanıdır Abdallar. Canlarının yanması da tam bundandır böylece, canlarının yangınını bozlağa çevirmeleri ise zaten böyledir.”

“Ne kaldı peki Muharrem Ertaş’tan geriye? Mezar taşında yazılın olana bakarsak şu: “İşte geldim, işte gittim / Güz çiçeği gibi bittim / Yalan dünyada ne iş tuttum / Ömrüceğim geçti, gitti.” Bana sorarsanız şu. Türkün, Türk olmanın kendine mahsus bir eczası kabul ettiğim bozlak türünü duvara bir süs gibi değil, zihnimize bir çivi gibi çakan bir adam kaldı. Allah rahmet eyleye.”

İnsanlığın Onuru Afrika

Afrika’nın adının anıldığı he yerde sömürüden ve Avrupa’nın sınır tanımayan vahşetinden bahsetmek gerek. Bir coğrafyanın kanını emen çağdaş (!) Avrupa, insanlık dışı uygulamalarla hedefine ulaşmaktan geri durmamış. Hasan Mert Kaya, kauçuk hasadını eksik yapanlara uygulanan vahşetten hareketle içimize acı tatlar bırakıyor her cümlesi ile.

“Belçika Kralı II. Leopold 1908’e kadar sömürdüğü Kongo’da 15 milyon insanı katletti. Kauçuk hasatını eksik yapan kölelerin ceza olarak ellerinin kesildiği bir vahşet sergiledi. “Kesik el çikolatası’’ ile ünlü Belçika’ya kakao Kongo’dan geliyordu. El kesme cezası korkutucu ve “ucuzdu’’. Leopold’a göre bir mermi, bir yerlinin hayatından daha değerli bir malzemeydi. Kesilen ellerin konulması için özel sepetler yapılmıştı. Belçika’da 1958 yılına kadar, zaman zaman “Human Zoo’’lar kuruldu! Türkçe’ye çevrilmesi utandırıcı ama en yakın anlam sanırım “İnsanat Bahçesi’’. Hayvan yerine insan, Batılılara göre “İnsanımsı/Semi-Humane’’ zencilerin kafeste, çitlerin ardında beyazlara ‘sergilenmesi’ sıradan bir eğlenceydi.”

“Herkesin orman dönüşü getireceği kauçuk miktarı belirlenmişti. Bu miktarı getirmeyenlerin eli ceza olarak kesiliyordu. Ek bir önlem olarak kauçukları getirene kadar erkeklerin karısı, çocukları rehin tutuluyordu. Geri gelmez ya da miktarı tutturamazsa rehinelerin eli kesiliyordu. Kesilen eller özel kovalarda toplanıyor, böylece askerler komutanlarına hem verdikleri cezayı hem de kurşun harcamadıklarını kanıtlıyorlardı. Askerler kestikleri el kadar fazladan ek ücret alıyordu.”

Cins’ten Öyküler

Mustafa Çiftci – Hayatın Bağrına Üç Diploma Sapladım

“Kadir ilkokuldayken Türkçe öğretmeni demiş ki oğlum okumaktan zarar gelmez. Kadir bu lafı hafızasına kazımış. Zaten çocuk iken bize ne söylense taşa kazınır gibi oluyor ya işte Kadir de okumaktan zarar gelmez diyerek ne bulursa okumaya başlamış. Önce gazeteler, dergiler… Sonra hikaye, roman… Okumaya parası yetmediği için kütüphaneye kaydolmuş.”

“İlk önce işletme okumuş. Dersleri pek sevmese de satır satır okumuş. Bir de eskiden kalma alışkanlığı varmış. Kitapları okumadan evvel silermiş. Marketteki çalışan demiş ki abi sen herhalde delisin. Silmeden okumuyorsun. İyi ki okumadan önce yıkamak aklına gelmiyor alemsin valla..Çalışanın dediğine bakmadan Kadir işletmeyi okuyup bitirmiş.”

“Ben bu diplomaların bir faydasını bulamadım diyerek bir gece hanımına dertlenmiş. Hanımı da demiş ki bunları okumasaydın kahveye gidip dedikodu edecektin. Ama sen ne güzel ettin bak üç diplomanı duvara astık. Kimse umursamasa da çocuklarımıza bir fikir verir. Belki sana heveslenip onlar da okurlar.”

Güray Süngü – Sanal Gerçek Evrenler

“Günler günleri kovalarken insan da kendisine yeni değerler buluyordu. O değerlerden bir tanesi gerçek idi. Gerçek’in keşfi ya da icadı insanlık tarihi kadar olmasa da akıl tarihi kadar eski idi. Sonra ‘gerçek’in bir varsayım olduğu keşfedildi. Bu itibarla zaten hakikatten ayrılıyordu. Bu keşifle beraber hakikat unutuldu, ‘gerçek’in çeşitli formlarının peşine düşüldü. Böyle böyle bin yıl, iki bin yıl filan geçti. Bin yıl, iki bin yıl süren bu akıl mücadelesinin bir evresinde insanlar keşfettikleri gerçeği hakikatin yerine ikame etmeyi aklettiler.”

“İnsanlar yeni şeylere pek bir değer verdiklerinden sanal gerçek evrenini çok sevdiler. Hemen ona ulaşmaya, ona bulaşmaya, onu yaşamaya, onda yaşamaya meylettiler. Bir şeyi icad kadar onu dolaşıma sokmak da önemli olduğundan insanların sanal gerçekliği yaratanları onu kısa zamanda dolaşıma da soktular.”

“Sanal gerçek evrende bir bahçeye sahip olabilmek için, içinde ev olan ya da olmayan bahçelerini üç kuruşa satmaya başladılar. Akabinde çok fena bir şey oldu, insanların sanal gerçek evrende bir şey sahip olabilmek için gerçek dünyada satabilecekleri hiçbir şey kalmadı. Böyle olunca da insanlar sahip oldukları tek şeylerini, kendilerini verip, sanal gerçek evrende bir benlik almaya çalışmaya başladılar. Ne tuhaf, bunu başardılar da. Güzel oldu bu çirkinlik, insanlar ne tuhaf evet.”

Serkan Ünal – Sanılgı

Her akşam olduğu gibi evine gitmek için geçmek zorunda olduğu, hatırasındaki çocukluğundan kalan en hazin sahnelerin can bulduğu o dar ve uzun sokağa varmak üzereydi. Köşeyi dönüp sokağa girdiğinde kendinde bir adım daha atacak güç bulamadı. Oysaki buradan ruhsuz, başı önde, öylesine geçip gitmeye alışmıştı. Ama bugün yıllardır her gün, hep aynı saatte geçtiği bu sokakta bir anda kalakalmıştı.”

“Bir şeyin olması ya da olmaması değil, kötü olan sanmaktır. Fakat sanmak; bilinenden, fark edilenden daha çok insanın hayatına egemen olur. Hatırla; sevdi sandın, özledi sandın, istedi sandın, gitmez sandın, her şeye değer sandın… Çünkü sanrılar kurban istemişti.”

Türk Edebiyatı’nda Hisar Dosyası

Türk Edebiyatı dergisi, 605. sayısında Hisar dergisi ve Mehmet Çınarlı Dosyası hazırlamış. Vefayı sayfalarında önceleyen bir dergi Türk Edebiyatı. Hisar dosyasını da bu bağlamda okumak gerek.

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Öztürk Emiroğlu – Türk Kültür ve Sanat Hayatında Hisar Dergisi

“Hisar’ın bir bildiri ile ortaya çıkmaması ve bazı çevrelerin ideolojik saplantıları gibi farklı saiklerHisarcıların bir yönünün de Garip’e tepki olduğunu kabullenememelerine yol açmıştır. Munis Faik Ozansoy ve özellikle Mehmet Çınarlı, bazı yazılarında Garip’e tepki olarak doğduklarını ısrarla dile getirmişlerdir.”

“Dergiye ad olarak önce “Kale” kelimesi düşünülür. Ancak “Kale” kelimesinin telaffuzunda “e” sesi bir düşüş gösterdiği için vazgeçilir. Sanat ve edebiyat anlayışlarına uygun bir isim aranır. Türk şiir geleneğinin -Garip dışındaki- bütün dönemlerini kabul ederek, ideolojilerin esiri olmadan, herkesin anlayabileceği bir dille, memleketçi sanat ve edebiyat anlayışına göre sanatı sanat için yapmak ilkelerine en uygun isim olarak “Hisar” adı bulunur.”

A.Yağmur Tunalı – Hisar Edebiyat ve Sanat Çevresi

“1940’lı yılların dalgalanmaları karşısında, Munis Faik Ozansoy öncülüğünde kültürde devamlılığı savunan bir ekip tarafından kurulmuştur. Mehmet Çınarlı ikinci görünen birinci isimdir. Derginin yayın hayatı boyunca başta o vardır.”

“Nitekim 1950- 1980 arasında Hisar’ın ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olduğu görülür. Bu yolda sağlam yürümüştür. Mehmet Çınarlı gibi yüksek karakterli, çok adil bir sanat ve hukuk adamının başında bulunması büyük talihtir. Heyetin çekirdeğinde yer alanlar ona uymuşlardır. Bu hususun çok vurgulanmadığını gördüğüm için ifade etmek istedim.”

Yahya Akengin – Çınarlı ve Hisarlı

Bir ismin bir dergi ile özdeşleşmesinin tipik bir örneğidir. Hisar dergisinin kurucularından olup yönetimini de üstlenen Mehmet Çınarlı’ya bazen Mehmet Hisarlı da denilmesine tanık olanlardan biri de bu satırların yazarıdır. Bu adlandırmanın yine edebiyat dünyası ile ilgili bir başka çağrışımı daha vardı. Hisar’ın kurucularından bir kısmı daha önce Çınaraltı dergisinde yazmışlar, Mehmet Çınarlı da o isimlerdendi. Çınaraltı dergisinden esintiler de yansıtan Hisar dergisi zamanla bir “ekol” niteliği kazanmakla beraber “Çınar” diye bahsedenler de olurdu ki bu da Çınarlı’nın her ikisinde de bulunmuş olmasından kaynaklanırdı.

“Evet, Mehmet Çınarlı, Hisar’a zaman ayırmak yüzünden bazen eşinin yakınmalarına yol açtığını itiraf da ederdi. Anayasa Mahkemesi üyeliğinden önce üyesi olduğu Ulus’taki Sayıştay binasından mesai sonunda çıkıp Büyük Postane’ye uğrar, 501 numaralı posta kutusundan dergiye gönderilenleri alarak, dolmuşla, bazen de yaya Kızılay’daki Hisar bürosuna gelip yeni mesaisine başlardı.”

Mehmet Çınarlı – Klişeler Nasıl Yanar?

“Otuz yıla yakın bir zamandan beri dergi çıkarırım. Elimden binlerce klişe geçti. Doğrusu, onların böyle güzel yandığını bilmiyordum. Bilsem de o zamanın şair ve yazarlarındaki keyif bizde ne gezer!”

“Şair Başbakanımızın iktidara gelir gelmez bu işi düzelteceğini umuyorduk. İki ay önce çıkarılan ve eski Kararname’yi yürürlükten kaldırıp kâğıda yeniden zam yapan bu defaki Kararnamede -meselenin açıklığa kavuşturulması şöyle dursundergilerin adı bile anılmıyor. Şimdi SEKA, kendilerine indirimli kâğıt alma hakkının Kararname ile tanındığını ileri süren dergilere “Yorgan gitti kavga bitti.” dese, yerden göğe kadar haklı olur.”

Hasan Pulur – Edebiyattan Siyasete

“ Sağcılık” ve “solculuk” edebiyatta da vardır. Mesela bizim gençliğimizde Varlık solcu, Hisar da sağcı, muhafazakâr bir dergiydi. Yazarlar, şairler, hikâyeciler bu dergilerin çevresinde kümelenirlerdi. Yahya Akengin, “Hisarcılar”dandır, şiirden başlayıp roman ve tiyatroya açılan Akengin, anılarını “Biraz da siz beni dinleyin.” diye toplamış. “Sol edebiyat” çevreleri, sağdaki Hisarcılara yakınlık duymasalar bile, onlar devlet bürokrasisinde ağırlıklı görevlere gelmişlerdir. 30’dan fazla kitabı olan, şiir, roman, tiyatro ve radyo oyunları bulunan Akengin de çeşitli ödüllerin sahibi… Akengin, Millî Eğitim Bakanlığında, Kültür Bakanlığında, TRT’de önemli görevlerde bulunmuş, birçok kuruluşun da kuruluşunda yer almış…”

Alev Alatlı da Terk Etti Dünyamızı

Alev Alatlı, bu topraklar için önemli bir değerdi.Yerli düşüncenin bir ruhun tüm zerrelerine sinmiş halini görürdük onun kurduğu her cümlede. Bakış açısını konu ne olursa olsun haktan ve insandan yana kullanırdı. Rahmet olsun.

Hüseyin Özbay, Alatlı hakkında yazmış.

“Alev Alatlı’yı da kaybettik. Artık onu dinlemeyecek yeni kitaplarını okuyamayacağız. Her veda zamansızdır gerçekten de. Hele hele bizi terk edip giden muhtaç olduğumuz “entelektüel bir yazar” ise yoksunluğumuz daha büyük ve kaygılarımız daha derin oluyor.”

“Bilim felsefesiyle çok ilgilenen Alev Alatlı ise ölümü “deveran felsefesi” olarak görür ve devam eden hayatla ve onun insanlarıyla bağlantısını vasiyetiyle ikrar eder. Yazılarında yansıttığı düşünceleriyle hayatta yerleşik kanıları allak bullak eden ve şaşırtan Alatlı, ölümünden önce de klasik bütün örneklerinden bambaşka bir vasiyette bulunur. Acaba onun bu “vasiyet söylemi”ni bu yeryüzünde ve ülkemizde kaç kişi daha edebilmiştir?”

Macar Türkolog Prof. Dr. AndrásRóna-Tas ile Söyleşi

Türk Edebiyatı’nda Türkçenin sesinin dokunduğu her yere ulaşan bir coşku var. Türkçenin birleştirici ruhu olarak görüyorum bunu. Bu sayıda Macar Türkolog Prof. Dr. András Róna-Tas ile bir söyleşi var dergide. Macaristan’a, Türkoloji’ye dair gerçekleşen bu söyleşinin soruları Sinan Yaman’dan.

“Lise yıllarımda aralarında Macarların kökeninin de bulunduğu çeşitli konulara ilgi duydum. Macar ulusunun kökeni ve erken dönem Macar-Türk temasları üzerine kitaplar okudum. Almanca, İngilizce ve Rusça öğrendim. Lise mezuniyet sınavını Rusça da veren ilk Macar öğrenciydim. Elbette Rusçam o zamanlar çok zayıftı, daha sonra Rusçamı çok geliştirdim, çünkü Rusya’daki Moğol ve Türk halkları üzerine yaptığım araştırmada buna ihtiyacım vardı.”

“Macar Türkolojisi Avrupa’nın en eski Türkoloji ekollerinden biridir. Her zaman önemli bir rol oynamış ve yüksek bir saygınlığa sahip olmuştur. Profesör Németh’in Mustafa Kemal Atatürk ile çok iyi kişisel ilişkisi vardı. Türkoloji, Macar Üniversiteleri ve Bilimler Akademisi dünyasında iyi bir konuma sahiptir. Macarlar Avrupa’nın farklı yerlerinde Türkoloji alanında çalıştılar. Benim de öğrencilerim olan Macar Türkologlar şu anda İsveç’te Uppsala Üniversitesinde, Almanya’da Göttingen ve Mainz’da ve başka yerlerde çalışıyorlar.”

“Değerlendirebildiğim kadarıyla Macaristan ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler iyi işliyor. En önemli olarak gördüğüm şey akademisyenler ve öğrenciler arasındaki kişisel temaslar. Bu da iyi gidiyor ama daha fazlası yapılabilir.”

Derdini Hoş Tut Olur mu?

Derdini hoş tutmak… Kulağa hoş gelse de bu söz, aradaki “dert” insanın içine dokunuyor. Nasıl olur bir derdi hoş tutmak? Cevabı; Şerif Aydemir’de. Hikâye tadındaki bu yazının bir bölümünü buraya alıyorum, devamı dergide.

“2012 yılıydı; Malatya-Elâzığ-Erzincan istikametinde bir geziye çıkmıştık. İstanbul’dan Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Mehmet Nuri Yardım, Ankara’dan Necmettin Turinay, Arapgir’denSucaettin Erdem vardı ve derken kafilemize Elâzığ Manas grubu ile Fırat Üniversitesi mensupları da katıldı. Nurettin Topçu’yu, Fethi Gemuhluoğlu’nu, Ahmet Kabaklı ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu konuştuk gittiğimiz yerlerde. Söz söyledik, sazın teline dokunduk, meşk ettik. Aramızda Necmettin Turinay ve Nihat Kazazoğlu gibi ustalar da olunca geceler ne tatlı sohbetlere kucak açtı, bilseniz.”

İmdat Avşar’ın Hikâyelerinin Düşündürdükleri

Sadık K. Tural, İmdat Avşar’ın hikâyeleri üzerine yazmış. Yazının giriş bölümü hikâye geleneğimiz ve özellikle kısa hikâye üzerine notları içeriyor. Yazının birinci bölümü bu sayıda yer alıyor. Devamı gelecek sayılarda.

“Türk modern kısa hikâyesinin yaklaşık 140 yıllık bir geçmişi var. Bu konudaki metinlerin ortaklaştırılmış bir tahlil yöntemi ne yazık ki yoktur. Tahkiyeli metinleri oluşturan kavramlarda ve hatta terimlerde birlik bulunduğunu söylemek mümkün değil. Merhum Mehmet Kaplan Hoca Hikâye Tahilleri5 adlı o tarihe kadar dokunulmamış bir konuya el atan eserinin basılmasından birkaç ay sonra kitap üzerine uzun bir yazı hazırlamış Divan dergisinde yayınlamıştım.”

“İmdat Avşar’ın üç ayrı hikâye kitabı var: Çiğdemleri Solan Bozkır, Soğuk Rüya, Güvercin Sevdası. Bu kitaplardaki toplam 47 adet kısa hikâye bulunmaktadır.

İmdat Bey’in bu üç kitaptaki kısa hikâyelerini dokuyan tahkiye başarısının kaynakları, cümle yapısı ve kelime kadrosuna bağlı yansımalardır. Bunları incelemek bile yöntemli sorulara cevap oluşturan bir araştırma yazmaya yol açacaktır. Gerek şiirle nesir arasındaki gelgitlerde okuyucusunu aynı iklimde buluşturan, gerekse yer yer şiir tadı vererek merakı canlı tutan cümleler-diyaloglar- çok başarılıdır. Sultan-Hasan Avşar çiftinin oğullarından İmdat Bey, edip kavramının bütün boyutlarını temsil ettiğini düşündüğüm bir başarı ile yazdıklarını, gözlemlerini ve işittiklerini anlatma ihtiyacını karşılayacak biçimde tahkiyeye taşımıştır.”

Suyun Ressamı, Minyatürün Son Ustası Ahmet Yakupoğlu

Dergide bir vefa yazısı daha yer alıyor. Süleyman Kızıltoprak, Ahmet Yakupoğlu hakkında yazmış. 2016 yılında aramızdan ayrılan; ressam, neyzen, minyatür sanatçısı ve tezhip sanatçısı Kızıltoprak’ı daha yakından tanımak için bu yazı bir vesile olacaktır.

“Ünlü halk ozanı, Âşık Veysel’in hayatındaki dönüm noktası Ahmet Kutsi Tecer ile tanışmasıdır. Ahmet Yakupoğlu’nun da hayatındaki en önemli gelişme 1941 yılı baharında Vahit Paşa Kütüphanesinde Ord. Prof. A. Süheyl Ünver’le tanışınca yaşanır. Genç Ahmet’in çizdiği resimler karşısında yeteneğini anlayan Hoca, onu maddi manevi himayesini alır. Akademide Süheyl Ünver Bey’in tavsiyesi ile resim bölümü Feyhaman Duran Atölyesi’ni seçen ressam Yakupoğlu, 1945 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinden mezun olur İstanbul’da bulunduğu yıllarda Prof. Süheyl Ünver’den minyatür ve tezhip, Neyzen Halil Dikmen’den ney, Neyzen Nurullah Kılınç Bey ile Süleyman Erguner’den musiki dersleri alır.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Mustafa Boğ –Çocuk

“Sırtlarını köye vermiş iki arkadaş, köyden anca yüz adım uzaktaydılar. Ahmet, bu köydendi. İhsan’ın köyü buradan üç günlük yol. Annesi her gün biraz daha zayıflamış sararıp yatıyor, kereste işi yapan babası, işi gücü bırakmış annesinin etrafında dönüyordu. Oğlan, annesinin bu hâlini, anası da evladının gözlerindeki hüznü daha fazla görmesin diye de İhsan’ı bu yana kereste kesmeye gelen arkadaşlarına emanet etmiş, ninesinin köyüne yollamıştı. Bir haftadır burada, yaşlı ninesinin yanındaydı İhsan.”

“Nohut yemeği yenmiş, soba yanıyor… İhsan pencere kenarındaki somyaya oturmuş, eli çenesinde köy odalarını aydınlatan gaz lambalarının solgun ışıklarını sayıyordu; önce bir bir, sonra çift çift, ardından katlanarak. Mektep de kapanmıştı çeteciler yüzünden. Oysa bu yıl dördüncü sınıfı bitirecekti. Anası hep “Vilayete gidecek benim oğlum, okumuş adam olacak.” derdi saçlarını okşarken. Anası düştü aklına, saymayı bıraktı. “Son günlerde şu ışıklar gibi ne kadarda cansızdı yüzü.” diye düşündü. “Ceviz yen mi İhsan’ım?” diye sordu ninesi. Omuz silkti.”

Seda Nida Demir – Bir Dağın Kayıp Yankısında

“Ne bileyim işte baba; şimdi çıksak şu dağın en tepesine, ne var ne yok bağırsak rahatlayalım diye, ben yine insanları rahatsız etmekten çekinip “Acaba duyuyorlar mı?” diye düşünmekten rahat edemezdim. Sen o gür sesinle, şöyle özgürce ve her türlü düşüncenin halatlarından sıyrılmış bir hâlde bağırsan ya ikimizin yerine? Çok fazla düşünenlerin, çekingenlerin işi değilmiş dağ tepelerinden boşluğa sesini bırakmak. Ben öyle bağır çağır dökülebilenlerden değilmişim…”

“Arkasında olduğum için rahatça izleyebiliyorum babamı; hiç yaşlanmamış gibi görünüyor buradan bakınca. Hâlâ genç gibi. O da büyüdü mü acaba? Yaş almak, büyümekle orantılı değil çünkü, bunu öğrendim geçtiğimiz yıllarda. Büyümek, belki de yaş aldıkça çocuklaşmaktır, bilmem. Ben hiç saçmalayan, mantıksız konuşan çocuk görmedim. Ondan belki de…”

“Dönerken yine arkasındayım. Sıkmaktan terlemiş avuçlarımın içlerinde, gövdesi ezilmiş çiçekler. Yine açıyorum parmaklarımı, yine dökülüyor elimden ölü çiçekler. Elimden, ölü renkler dökülüyor çocukluğumla beraber. Babama, hiç solmayacak bir şey vermek istiyorum. Bu ihtiyaç bana kuvvet veriyor ve derhâl kendimde canlanmasından şaşırdığım aceleci bir mutlulukla yere eğilip aramaya başlıyorum. Hiç solmayacak, eskimeyecek bir hatıra bulmalıyım yerden, baktıkça bugünü hatırlamalı.”

Zeynep Yiğit – Faili Meçhul

“Ne kadar debelensem de bir türlü rahatça mabadımı yerleştiremediğim bu bankta sanırım üç saattir sessizliğe gömülmüştüm. Belki iki belki de dörttü bilmiyorum. Akreple yelkovanın arasındaki ilişkiye karışmayalı hayli zaman olmuştu, hava da böyle kasvetli olunca zamanı tutturmak zordu. Ah, bir güneş olsa, etrafı sarı nokta hâlinde bir görebilsem, ilaç saatlerimi bile tuttururdum. Gece vakti sırılsıklam doğrulmuştum yatağımdan. Sırılsıklam dediysem de altıma kaçıracak kadar da yaşlanmamıştım.”

“Melül bakışlarını takınmıştı yine. Ne kadar kızgın olsam da insan, ölüm gibi bir gerçekle yüzleştiğinde sorumlusu olmadığı birine öfkesini boşaltamıyor. Keşke azıcık öyle olsaydım, belki biri sinirlenip de iterdi beni çukuruma, kardeşimin yanına koşardım.”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Çalmayın on sekiz yaşımın kırık sazını
Şimdi temmuz dağlarına yağmur bekliyorum
Bırakın, biraz da çekeyim bulutların nazını
Step türküsüne konmuş yüreğim,
Çağırdıkça yokuş yokuş gideceğim.
Yahya Akengin

Sesini, diline dolamış bir berberi
Çölde intikam yemini ediyordu.
Kalbi, ağzında bir hınç yangınıydı.
Yitiği çok, bir sessizlikte büyüdü.

Siz, çöl denilen bir tuzak yerde,
Alın terini beyazlara kaptıran ülke,
Yağma ve talanın olmadığı hiçbir gündüz,
Ve hiçbir gece tanımadınız; tanıyamazdınız.
Tarık Özcan

gırtlağına kadar dolmuş bir yanardağsın
lavlav köpüreceksin
püskürdüğün tüm ateşler yine seni yakacak
kendi estirdiğin rüzgârla kımıldayacak saçların.

bir gerilimin rahmindesin
kasvet göğsüne bir şimşek gibi gelir çakar
sonra gider sıcaklığını bırakarak
sen bu çatışmanın rahminden çıktın
Şadi Oğuzhan

Yalnızlık içe giyilir
Eskimez, kirlenmez, çekmez
Kovsan bile çekip gitmez
Senden olduğunu bilir:

Bir akrep nasıl sevilir?
Mehmet Aycı

Ülker, Zühre sarsın Ay’ı
Sarmalasın tüm Altay’ı
Ötüken’de kurultayı
Kuran beyler ele çıksın

Dedem Korkut soylayanda
Kopuzla boy boylayanda
Oğuz akın eyleyende
Kıpçak, Karluk yola çıksın
Kenan Çarboğa

Yediiklim, Sayı: 408

408. sayısına ramazan bereketi ve duasıyla giriyor Yediiklim dergisi.

Derginin giriş yazısından;

Gök Sofrası

“İşte gök sofrası önümüzde açılıyor… Kendimize bir iyilik yapıp, geçmişin yükünü üstümüzden atarak kendimizi bağışlama zamanı geldi. O’nun gölgesine, O’nun bağışlamasının sonsuzluğuna sığınıp, nefretin ağır çulunu üstümüzden atarak, içimizdeki hırsa bir kez olsun dur deyip, gurur sandığımız kibri yere çalarak, herkesin eşit olduğu mekânda omzumuz bir işçinin terli omzuna değmeli…”

Yediiklim’de Mehmet Özger Dosyası

Yediiklim, vefa dosyalarına devam ediyor. Mehmet Özger dosyası hazırlamış bu sayı dergi. Özger hem şair olarak hem de şiir üzerine çalışmalarıyla akademinin edebiyat dünyasındaki en verimli kalemlerinden. Yol gösterici özelliğiyle de ayrı bir yeri vardır günümüz edebiyatında. Yediiklim, bu dosya ile çok güzel bir örneklik sergilemiş oldu. Bu tarz çalışmaların tüm dergilerimize ilham olmasını diliyorum.

Ali Haydar Haksal- Mehmet Özger’in Divan’ı

“Mehmet Özger’in Muhtasar Cinnet Risalesi, Defacto Ölümler şiir kitaplarından sonra, Hatır Divanı çıktı. Kitabın adından söze başlarsak, çağrışımları bakımından dikkat çekici. Şiir geleneğimizde, şairler şiirlerini iki kapak arasında bütünleyince bir divan sahibi olurlardı. Bunun için de “divan sahibi şairler” diye tanımlanırlar. Tezkirelerde anılan divan sahibi şairler dört bine yakındır, sonraki tespitlerde ise altı bin civarında olduğu belirtilir. Gelenekte divan sahibi olmak bir bakıma şair olmanın bir koşulu gibidir.

“Hem şiiri hem de şiirin teorisini bilmenin bir sanatçı açısından zorluklar var. Zihin şiire mi kurguya mı, teoriye mi ayarlı? Tercihi şiirdir Özger’in. Ruh inceliğinde teorinin katılığına takılmayan, yapının sınırlanışlarından uzak duran, sonsuzluğa açılan bir şiir. Mehmet Özger’in tercihi şiir ve şiirin kendisi.”

Ömer Hatunoğlu- Kanın Dolaştığı Her Yerde Yahut Onlara Korku Yoktur

“Mehmet Özger’in üçüncü şiir kitabı Hatır Divanı Kasım 2023 tarihinde Hece Yayınları’ndan çıktı. Özger’in rahat bir söyleyisi var, sözü yormuyor. Şiiri karavana imgelere boğmuyor. İmgeler yerli yerinde. Sözü de söz olsun diye söylemiyor. Bir derdi, bir meramı var.”

“Özger; dünya/ahiret, madde/mana, fizik/metafizik, sevap/günah ikiliklerinin tam da orta yerinden konuşuyor. Tercihini haktan, hakikatten yana kullanıyor. Kitap, şiirin hakkını veren güzel metinlerle örülü. Her biri ayrı bir tahlili gerektiriyor. Özger şiiri için görebildiğimiz tek tehlike rahat söyleyişin zamanla bir kolaya kaçma alışkanlığına dönüşmesi olabilir. Bu riskin teorik boyutunu kendileri bizden çok daha iyi bilirler. “Korkulu Ustalık” belki de bu konudaki en sağlam çıkış yoludur.”

Aykağan Yüce- Muhtasar Cinnet Risalesi’ne Mecnunca Bir Bakış

“Bütün yaşadıklarımızın özeti bir kitap, bir paragraf, bir cümle ya da bir dize olabilir. İnsanın doğumundan ölümüne kadarki bütün hayatı bir seste gizlidir. Kendi alfabesinin sesinde. O alfabenin o sesi çoğu yazarda roman, öykü veya şiire dönüşebilir. İnsanın özellikle şairlerin toplamı bir dize, hepi topu bir dizedir. Akademisyen, yazar Mehmet Özger’in Muhtasar Cinnet Risalesi’yle hayatın bir özetini yapmış mıdır bilmiyorum. Yalnız cinnet ve cennetin aynı harflerle yazıldığı bir alfabede şairin şiirleri yazarken cinnette mi cennette mi olduğunu bilemezsiniz. Çünkü şiirin şuurla alakalı olduğu düşünüldüğünde şuurunu kaybeden şairin cinnet getirmesi ve son merhalede kendisini cennette bulması pekâlâ mümkün. Çünkü mecnun olanın sorumluluğu olmadığı gibi dilinden sadır olan sözlerin de kıymeti hep sırdır.”

Talip Koktaş- Sizin “Büyük Gündeminiz Nedir?

“Mehmet Özger, hayatın içinde var olan ve her zaman gözümüzün önünde duran kavramlar üzerinden kendi Büyük Gündem’ini belirlerken aynı zamanda bize de bir gündem belirlememiz gerekliliğini vurguluyor. Sadece kavramları açıklamak ile kalmıyor. Açıklamakla birlikte kavramlar üzerinden yeni çıkarımlarda bulunuyor. Görmemiz gerekip de göremediklerimizi, gözümüzle gördüğümüz hâlde aklımızla idrak edemediklerimizi, aklımızla idrak edip kalbimizle hissedemediğimiz ve uçarı olarak kabul ettiğimiz düşünceleri, ele avuca sığar hâle getiriyor.”

Fatih Demirel -Dikiş Yeri Üzerine Notlar

“Mehmet Özger’in modern şiir okumaları alt başlığıyla yayımladığı Dikiş Yeri adlı eleştiri okumalarının yukarıdaki paragrafta arz ettiğimiz durumları açıklayıcı yazıları ile beraber bu alanda önemli bir boşluğu doldurduğunu söylemeliyiz. Bir telif eserin önsözü, kitabın kimliği ve takip edeceği yol hakkında okuyucuya fikir vermesi açısından önemli bir gelenektir. Buradan başlayarak önsözlerin önemsenmesini gerektiren başka bir nokta daha var. O da kitabın anlaşılmasına yardımcı olabilecek vasıfta özel ipuçlarını bulmak da mümkündür. Kitapta on altı şairimizin şiiri ele alınmıştır. Birinci yazı, merhum Cahit Zarifoğlu ile ilgili.”

Eren Buğdaycı-Mehmet Özger ve Diriliş Estetiğini Bakış

“Sezai Karakoç’un İkinci Yeni şairlerinden ayrılan yönünü; ele alınan nesnenin soyutlandıktan sonra yeniden metafizik âlemde ruh üflenerek tekrar somut varlık âleminde diriltmesinde gören Özger, bu nedenlerle metafizik bir bakış olmadan Sezai Karakoç şiirini çözmenin imkânsız olduğu tespitinde bulunuyor. Yine Özger’e göre en yoğun metafizik düşünme şekli ise aşktır. Aşk, duyguyu aşarak bir düşünme biçimine dönüşmüş ise artık metafizik alana taşınmış demektir ve kişiye hayretli çocuk bakışı getirir.”

Ayşe Altıntaş-Kelimelerdeki Hayat “Hatır Divanı”

“Mehmet Özger’in dille ilişkisi bilinç düzeyinde. Dilin imkânlarını biliyor. Aynı şey şiirle olan ilişkisi için de geçerli. Dili şiire nasıl dönüştüreceğini de iyi biliyor. Az yapılanı deniyor ama gidimli/verili dilin inisiyatifine ve insafına bırakmıyor şiiri. Somutun içinden konuşuyor, hatta tam ortasından. Soyutlayarak değil somutlayarak alışılmamış bağdaştırmalar kuruyor. Yan yana gelmesi zor sözcükleri yandaşlaştırıyor. Yeni, farklı ama sırıtmayan tepkiler kuruyor: “yumuşak karnı devletin”, “içini dökerken bir pirinç tanesine”, “platonik aşk, ödenmemiş borç”, “dul bir güneş”, “yırtık valiz olurum birden”, “natürmort nar ve ayva”…”

Yusuf Emir Culha-Büyük Gündem Büyük Soru

“İlk baskısını Zarif Yayınları etiketiyle 2022 yılında yapan Büyük Gündem, kendisini daha çok şiirleriyle andığımız Mehmet Özger’in deneme kitabı. Sezai Karakoç’ta Varlığa Bakış, Şiir Kuran Nesneler, Dikiş Yeri, Kusurlu Güzellik gibi çeşitli nesir eserlerine ‘Büyük Gündem’i ekleyerek iddiasını artırıyor. HålenÖzger’in nesrini Yedi İklim dergisinin sunuş yazılarıyla takip etmek mümkün. “Büyük Gündem’deki yazıların çoğunluğunu da bu yazılar oluşturuyor.”

Mehmet Özger’le Söyleşi

Eyyüp Akyüz’ün sorularını cevaplamış Mehmet Özger. Güzel bir birliktelik bu. Sorular, Özger’i çok iyi tanıyan bir isimden gelince ortaya keyifle okunacak bir söyleşi çıkmış.

“Modernlik, büyüsü bozulan bir dünya anlamına gelir. Oysa modern öncesi hayatın yüzlerce yıllık oturmuş bir kalıbı hatta ölçüsü vardır. Sadece şiirin değil hayatın da ölçüsü ve kafiyeleri vardır. Tanpınar, “saray istiaresi” kavramını kullanırken toplumun yukarıdan aşağıya doğru bir ölçüyle yapılandığını belirtmiş olur. Devlet, toplum, aile ve birey aynı ölçülerle şekil almıştır. Modern hayat; ölçülerin bozulduğu, mevcut estetiğin kırıldığı bir zaman dilimidir. Dikkat edilirse Tanzimat dönemi de bizde modernliğin başlangıcı olarak kabul edilir. Recaizade Mahmut Ekrem’ in söylemiş olması bir tesadüf değil, zamanın zorlamasıdır.”

“Postmodern anlayış, benim düşünceme göre özellikle Batı dışı toplumlara atılmış bir yemdir çünkü hiçbir değeri olmayan bir nesil amaçlanıyor. Bunu sosyal medya da destekliyor bir şekilde. Küresel güçler tarafından yönlendirilen bu yapılar, karşılarında muhalif insanlar görmek istemiyor, beyinleri uyuşmuş bir kitle istiyor. Bu düşüncenin estetiği de bu düşünceyi destekler nitelikte her formu, her anlatım biçimini makbul kabul ediyor. Hâl böyle olunca hiçbir kriteri olmayan bir estetik anlayış ortaya çıkıyor.”

“Sezai Karakoç hakkında yazdığım kitap, eser merkezli bir değerlendirmedir. Bir ağabey, öncü, ideolog olmanın dışında şairi nesnel bir şekilde ele aldığım bir eserdir.”

“Bu konuda kesin şeyler söylemek zor ama tecrübelerden söz edilebilir sanırım. Mesela Cahit Zarifoğlu şiiri daima kapalı bir şiir olarak kabul edilmiştir ama kendisi “ben de botanikten anlamam” demek suretiyle şiirinin kapalı olmadığını, okurun şiir bilgisinin az olduğunu kast eder. Bununla birlikte “Yunus gibi yazmak isterdim” de demiştir. Son şiirleri de açıktır. Zarifoğlu son döneminde daha toplumcu baktığı için şiiri de hâliyle muhataba göre, okurun seviyesine göre şekil almıştır.”

Arif Ay- Seçim Sath-ı Mailindeyiz

Arif Ay’dan gündeme dair yazılar okumak çok keyifli ve değerli. Usta isimlerin olaylara bakış açısı bize de yol gösterici oluyor. Seçimlerden yola çıkarak not edilecek değerlendirmeler yapıyor Arif Ay. Bu tür dokunuşlara ihtiyacımız var. Meydan boş diye o kadar rahat at koşturuluyor ki dört bir yanda, kim kiminle nerede anlayamıyoruz.

“Artık seçim sath-ı mailindeyiz. Mahallinde değil. Bizde her seçim bir genel seçim havasında geçer. Bu yerel seçimler de tıpkı genel seçimler gibi oldukça dalgalı, gergin bir düzlemde sürdürülüyor. Bol keseden vaatler havada uçuşuyor. Seçim biter, seçilen seçilir ama o vaatlerin binde biri bile hayata geçirilmez. Bunun böyle olduğu bilindiği hâlde, seçim sonrasında, en çok hayal kırıklığına uğrayanlar, üzülenler bu vaatlere kananlar oluyor.”

“Esenler Sanat”ı okurken bir şairle yapılmış söyleşi dikkatimi çekti. Şair “Necip Fazıl gibi, Cahit Zarifoğlu gibi, Yedi Güzel Adam diye isimlendirilen şairlerle hiç kesişmedi doğrusu yolum, doz aşımı bir siniklik sezdim hep orada,” diyor.

Hiç yolunun kesişmediği, yani hiç okumadığı şairler için “doz aşımı bir siniklik” yargısına nerden vardı bay şair? Siz de merak ettiniz mi benim gibi?

Yediiklim’den Öyküler

Elif Canıbek Kesikoğlu- Asılı Kalan

“Duvardan duvara uzanan geniş pencerenin kanatları açıldı. Soğuk, zincirlerinden boşalmış bir buz ejderhasıydı. İçeri savruldu. Bedeni uyuşuk ve algısız, düşünce bataklıklarında çırpınan adamı ısırdı. Adam önündeki kâğıtta yazan tek kelimeye bakıyordu: İnşar. Elindeki kalemin mürekkebi “s”de birden taşmasa, “n”de yetseydi eğer, adam kâğıda, şöyle yazacaktı: İnsandan her şey, her şey insana. Ejderhanın ısırığıyla kendi varlığını hatırlayan adam. Kalemi bırakıp pencereye yürüdü. Keskin, kuru ayaza karşı. Kanatları kapatacaktı. Vazgeçti. Ejderhaya boynunu uzattı.”

“Buyurmaz mısın beyim?”

“Gözünü ondan ayırmadan uzandı aynaya. Kendi yüzüne doğru kaldırdı. İndirdi. İsportacının yüzüne baktı. Kalemini parmaklarıyla çevirerek, savunmaya hazır bıçak gibi sıkıca kavradı. Tek hamlede ileri atıldı. Sivri uç işportacının o an havaya kalkan eline değdi. Kalem düştü yere. Adam da bir dikiş iğnesine dönüşerek onun yanına. İşportacı iğneyi yerden aldı, tezgâhına koydu. Zafer kazanmışların dikliğiyle arabasını iteleyerek yürümeye başladı. Alt sokağa henüz girmişti ki evlerden birinin penceresi açıldı.”

Osman Koca- Ortaya Karışık

Sözün künhüne vakıf olanlardan mülhem; mühendislik ve mimarlık gibi branşların insanın dış dünyasındaki rahatını sağlayacak olan materyalleri vücuda getirmekle mükellef bir konformist anlayışın tercihi olduğunu söylerken doğrusu sizi hiç anlayamamıştık.

Kim konuştu?

Gaip!

Terk edildimdi. Yalnızdım, kararsızdım, hercâî menekşelere bakıp uğru ağladım. Soluverdi yanaklarım. Deli divane oldum. Soğan vermedi kırış lavurtlarım. Aynalara küstü İskender. Canlar düşlere tutuldu. Bu kadar yandaş ve tanımdaş önermeleri sırlamanın bir anlamı var mıydı? Bilmiyorum açıkçası. Ola ki sevdalı şiirler de okunmadı aşk meclislerinde. Benliğine inat, bensiz karakterler peydahladı sokak başlarını. Hiç mi insafın yoktu? Rahmet deryan kaldı katresiz. Tefeci lehebin kıtalar değiştiren iflahı onatsız torunlarından biriydi çünküm.

Bir dilenci indi bugün şehre. Cümle âlem seni sorduk, belki bilir diye. Bembeyaz sakalı, nurdan yüzü vardı, ihtimal ki vakti dardı. Söylerken yumuşak ol, kibar davran. Bak bu mühim! İncitmekten uzak dur ki sen de incinmeyesin demedi mi Taha! O da yirmi ila kırk dört defa. Tabii döndü, derin hatıralarını yüreğine gömdü. Sonra aniden ağlak, “ben” dedi yutkundu, hayata küstü son kertede.

Yediiklim’den Şiirler
Söylenmesi bir şey ifade edecekse gülüm bak
Zamanın içinden geçen sisin daha çok ortaya
Karışık, bulanık sesler sistemini getireceğini
Değişeceğini değiştirileceğini deforme edeceğini
Birçok kimlikleri çalınmış cesetlerin üzerinden.
Nurettin Duman

Bakışlarımda, küflenmiş bir fotoğraf alev alıyordu
Yoruluyordum her sabah, sabaha şahit olmaktan
Bilmiyorum, neden eskiyor aynı gün, giydiğim elbiseler
Eve dönme takıntısı neden, rüya sona ermişken
Sulhi Ceylan

Hatıraların tazelendiği olur
Yaraların tazelendiği

Evlerin boyaları eskir ihtimal
Eskiyince hatıralar yaralar eskiyince
Biz görmeyiz ihbar eder oysa
Alnımızdaki secde izleri

Güllerin kırmızısına hatıralar biriktiren
Herkes darılır babalardan gayrı

İtibarına gölge düşürür şeytanminaresi
Nasıl çekildiyse aramızdan alevler
Yitirdikçe yalnızlığım
Dolaşıyordu damarlarımda

Harfler kazınır bilirsin damarlarıma
Eski harfler kadim zamanlardan kalma

Karanfil sanırsın değildir oysa
Damarlarına ısmarlanmış güldür
Ali Sali

O uzak sesinden enkazı ayıklıyorum
Bolca kırgınlık yalnızlık endişe ölüm kalıyor elimde
Mezar kazanda bile ümit vardır belli ölçüde
Burada mezara girmiş bedenler görüyorum
İnsan olmaktan yorgun çocuklar kadınlar bebekler
Yunus Emre Altuntaş

Küçümsenen bir dalga
Yine de vazgeçmez gelmek için kıyıya.

Nasıl ki siz papağanları övdünüz
Yaz gelmedi diye düşündüğünüz
Gibi ayakuçlarında ve serin.
Vazgeçmediniz siz de kabahatli bir ölü gibi uzandınız şezlonga.
Mehmet Hasan Doğruer

Hece’de Sesli Kitap Dosyası

327. sayısında Sesli kitap Dosyası ile karşımızda Hece dergisi. Son yıllarda edebiyat gündeminde önemli yer tutuyor sesli kitaplar. Kullanım rahatlığı, hayatın koşuşturması içinde kitapla buluşmaya olanaklar sunması ve daha birçok sebepten sesli kitapların sayısı gün geçtikçe artıyor. Editörlüğünü Hatice Bildirici’nin yaptığı dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Şeyma Sarı – Yazılı Ve Sözlü Arasına Kurulu Salıncak: Sesli Kitap Yazılı Olanı Sese Taşımak Ama Nasıl?

“Sesli kitapları bir araya gelerek dinleyen bir grup olup olmadığını bilmemekle beraber böyle bir grubun varlığında bile okuma meclisi pratikleriyle sesli kitap dinleme pratikleri birbirinden ayrılmış olacaktır. Sesli kitap dinleyicilerini sanal bir meclis oluşturan kişiler olarak hayal etmek biraz güç aslında. Çünkü okuma meclislerinin içerisinde taşıdığı icra, performatiflik, görüntü, iletişim ve etkileşim gibi kavramları sesli kitap söz konusu olduğunda nereye yerleştireceğimizi bilemiyoruz. Bu açıdan yaklaşıldığında sesli kitap kavramını sözlü olanla yazılı olanın arasında bir noktada görüyorum.”

Emin Gürdamur – Sesli Kitapların Büyükbabası: Sözlü Kitap Geleneği

Tarihî kayıtlardan anlaşılan o ki insanlar bir ders halkasına dâhil oluyor, orada uzun yıllar okutulan metni dinliyor, ezberliyorlardı. Bu ezber faaliyetinde talebeler zaman zaman notlar alıyor, hatırlatma pusulaları kullanıyorlardı. Ders halkasında bir eseri ezberleyen talebe, onu hocasına yani müellifine okuyor, icazetini alması durumunda eseri başka bir yerde okutma, anlatma ruhsatı kazanıyordu. Bu kimseler bir çeşit yürüyen kitap oluyor, ezberledikleri sözlü kitapları kendileri nereye giderse oraya götürmüş oluyorlardı. Bir cildin, hacimce bugünkülerin dört beş katına eriştiği dönemlerde bunun hayli elverişli bir yöntem olduğunu kabul etmek gerekir.”

Nesrin Çoruh – Sesli Kitap, Okuma Ve Dinleme Kültürü Üzerine

“Sesli kitap dinleme ile ilgili bazı ön yargılar da var. Birçok okur deneyimlemeden sesli kitap dinleyemeyeceğine dair sözler sarf ediyor. Büyüklerinin dizinin dibinde ya da köy meclislerinde âşıklardan hasret dolu, aşk dolu, kahramanlıklarıyla bizi zırhlara büründüren, kılıç kalkan kuşatan halk hikâyeleri, büyülü masallar dinleyerek büyüyen nesiller geride kaldı ama genlerimize dinleme geleneği aktarılmış bana göre. Sesli kitapları bu noktada teknolojinin bir nimeti olarak bu geleneğin devamı gibi düşünebiliriz.”

Elif Gül Mahur Sali – Modern Dertlere Modern Çözümler: Türkiye’de Sesli Kıtap Kültürü

“Sesli kitap, yazıya dökülmüş kelimelerin sesle can bulmasıdır, diyebiliriz. Sesli kitap ya da bir diğer adıyla konuşan kitap, bir kitabın tamamının veya bir bölümünün okunarak ses kaydının alınmasıdır. Evet, sesli tiyatro, müzik kaydı gibi örnekleri daha önce duymuştuk. Sesli kitap ise aramıza sonradan dâhil olan ve zamanla vazgeçilmezlerimiz arasına gireceğinin sinyallerini veren bir üye. Evlerimize ulaşması biraz daha geç bir tarihi gösterse de, aslında 1930’lardan beri okullarda, halk kütüphanelerinde ve bazı müzik dükkânlarında yer almaktaydı. Kitap satıcılarının ilgisini ise ancak 1980’lerden itibaren cezbedebilmiştir.”

Nisan Kumru İle Sesli Kitap Üzerine

Günümüzde sesli kitap dendiğinde akla gelen ilk isimlerdendir Nisan Kumru. Türk ve dünya edebiyatının önemli eserlerinden seçilen sesli kitaplar yetkin bir sanatçı tarafından seslendirilince daha bir anlam kazanır bu eserler. Nisan Kumru, yaptığı çalışmaları hakkıyla yerine getiren bir isim. Zeynep Arslan’ın sorularını cevaplamış Kumru.

“Radyoculuğumun ilk yıllarından itibaren sesli kitap programı yaptım. Sefiller’i ve o zamanlar İslami camiada yaygın okunan bazı romanları seslendirmiştim. Radyoculukta zaten temel eserler okunur, seslendirilirdi. Daha sonra bahsederim, TRT Radyo 1’in de etkisiyle “neden biz de roman okuyup yayımlamayalım.” dedik ve başladık. Epey ilgi gören programlar arasındaydı.”

“Bazen, takip edenlerden talepler geliyor. Uygun olanlarını seslendiriyorum. Okuyup beğendiğim, seslendirmek istediklerim de oluyor. Fakat gerekli izinleri almak zor olduğu için olmuyor bazen. Ücretli sesli kitap platformları var, orada yayımlanmış kitapları veya kitapların bir bölümünü herkese açık bir platformda yayımlamak hâliyle uygun olmuyor.”

“Stüdyolar dar alanlar. Uzun süre kalmak zor. Uzun süre aynı canlılıkta, tempoda seslendirme yapamazsınız kısa aralar vermek lazım, en fazla üç saat çalışabilirsiniz, sesin dinlenmesi lazım. Daha fazlası kaliteyi azaltır.”

“Sesli kitapların hâlâ tam keşfedilmediğini düşünüyorum. İllaki basılı yayıncılığı etkiliyordur. Takip ettiğim bir yazarın yeni çıkan kitabını, nasıl olsa üyeliğim olan platforma düşer diye almayabiliyorum. İtiraf edeyim okumam azaldı.”

Sesli Kitap Ve Edebiyat Soruşturması

Soru: Sesli kitabın her tür okuru cezbeder hale geldiğini görüyoruz. Sizce bu durum edebiyatı etkileyecek mi?

Sercan Ceylan

“Öyküleri, romanları, ruhumuzu onaracak bir alet çantası gibi yanımızda taşımak istiyoruz. Ancak ne yazık ki vaktimiz yok. Tüketim toplumu emek ve üretim tarzı yaratabiliyorsa da bir türlü boş zaman yaratamıyor. Daha doğrusu Z. Bauman’ın ‘akışkan modernite’ dediği kentli toplum paradigması boş zamana tahammül gücü bulamıyor. Bu tıkanmayı aşmak, aşındırmak, kendimizden kopmamak ve hatta kendimize dönmenin bir yolunu bulmak için ‘sesli kitap’lara başvurmak belki bir çare olarak görülebilir.”

Giray Fidan

“Sesli kitaplar, edebiyatı olumsuz etkilemeyecektir. Aksine edebiyatın farklı bir sunum şekli olarak görülmelidir. Bu yenilikçi format, özellikle zaman veya fırsat bulamayan kişiler için okumanın erişilebilirliğini artırmaktadır. Çağımızın yoğun yaşam tarzı göz önüne alındığında, sesli kitaplar, edebiyatı daha geniş bir kitleye yayma potansiyeline de sahip olabilir. Bu ise okuma alışkanlıklarını güçlendirebilir ve edebiyatın çeşitliliğini ve ulaşılabilirliğini artırabilir.”

Handan Acar Yıldız

“Teknolojik gelişmelerin edebiyatı her zaman etkilediğini düşünüyorum. Edebiyatın bireyleşme sürecini en fazla tetikleyen gelişme matbaanın icadıydı. Kitabın çoğalması ve herkesin ona tekil olarak ulaşması kutsal kitaba “alternatif ” olarak romanı ve öyküyü, hatta modern şiiri doğurdu. Metinle birebir muhatap olarak onu aracısız algılayan insanın bireyliği güçlendi. Günümüzün post modern yazınında sosyal medyanın büyük bir etkisi olması gibi sesli kitap olayı da teknik gelişmeler ve algılarımızdaki yeni şekillenmelerle ilgili.”

Ali Necip Erdoğan

“Sesli kitabın edebiyatı etkileyeceğini düşünüyorum, hiç kitap okumayanlar ya da çok az okuyanlar için dinleyerek öğrenmek, kitapların var ettiği dünyaya girmek mümkün oluyor. Böylelikle edebî metindeki yüksek ifade gücüyle, söz ve anlam sanatlarıyla karşılaşan dinleyici bu söz ve anlam sanatlarını kullanma eğilimi gösteriyor. Bunu en çok sosyal medya yoluyla yayılan veciz ifadelerin kullanılmaya başlanmasından anlıyoruz.”

Abdullah Kasay

“Sesli kitap yeni bir format gibi gözüküyor olsa da temelde, esasen mevcutta basılı kitabın seslendirilmiş biçimi olarak dinleyicinin ya da okurun karşısına çıkıyor. Temelde burada edebiyatın yeniden biçimlenmesinden söz edemesek de yalnızca seslendirilmek üzere yazılan kitapların varlığını belki burada tartışmak gerekiyor. Fakat yine de bu üretimlerin azınlığı meydana getirdiğini görebiliriz.”

Mert Mevlüt Gökçe

“Dikkat, anti-teknolojiktir. Ekran ve ekran türevi her konteks, çekmeceli düşünmeye özendirir. Bütünü buharlaştırır. Parçalayarak hazmetmeye yatkındır. Sesli kitabı bu gerçekleri akıldan uzak tutarak düşünemiyorum. Sesli kitap dinleyerek mi daha yoğun bir dikkate sahibiz yoksa okuyarak mı? Bu önemli bir soru. Çünkü öyle ya da böyle kitabı ister okuyalım ister dinleyelim konsantre bir düşünme edimi içine giriyoruz.”

Fatma Aydar

“Sözlü hikâye anlatıcılığının kültürümüzde edindiği yer ve nesiller üzerindeki etkisi bağlamında konuyla ilişkilendirdiğimizde, sesli kitabın edebiyat dünyasından çok da uzak olmadığını söyleyebiliriz. Özellikle kitaplarla arasında sıkı bir bağ kuran insanların günlük hayat telaşı içinde edebiyattan uzak kalmamaları için de son derece elverişli bir yöntemdir.”

Geçmişten Gelen

İbrahim Demirci, geçmişten gelen bölümünde Nazım Hikmet’in Erzincan depremi için yazdığı şiir ve bu şiire Necip Fazıl’ın yaptığı değerlendirmeyipaylaşıyor.

“Nâzım Hikmet’in bu şiirini ben sevdim ve beğendim. Her şeye rağmen bu şairin, içinde taşıdığı inkâr götürmez şiiriyet nefesi ve hassasiyet mayası, çok şahsî bir eda içinde, kendisine yeni ve güzel bir tecelli zemini bulmuş. Öyle bir tecelli zemini ki, orada Nazım Hikmet, zihin haletiyle yok da, yalnız ruh haletiyle var. Öyle bir ruh haleti ki, şehirli zarafetiyle giyilen köylü elbiseleri halinde, Anadolu ve Anadolulu içinden alınma. Doğrudan doğruya kendim ve kendim gibilerine yakın bildiğim o kaynak bu ifade ve şu duyuş tarzını Nâzım Hikmet’te yeni telâkki ediyor ve hayıra alâmet görüyorum.”

Üveyiklerin Kanat Vuruşu

Âtıf Bedir geçen sayı başladığı masala bu sayı da devam edecek. Masalın daha uzun süreceği anlaşılıyor. Dergilerimizde en çok görmek istediğim türlerdendir masallar. Bu kültürü yaşatmak gerek. Adı geleneksel olsun, modern olsun fark etmez. Günümüz edebiyat dünyasını da mutlaka masallarla buluşturmamız gerek.

“Derler ki, yeryüzüne bir insan geldiğinde alın yazısıyla gelir. Onun bu âlemde yaşayacakları levh-i mahfûzda yazılmıştır. Ne kadar ömür biçilmişse onu yaşar, rızkında ne varsa o kadar yer ve vadesi dolduğunda bu dünyadan göçüp gider. Dünyaya gelmek artık bir ölümlü olduğun ve bir gün bu dünyadan ebedî âleme gideceğin anlamına da gelir.”

“O doğduğunda bir kelebek üç günlük ömrüne, bir yağmur çatlamış toprağına, bir kalem kâğıdına, bir fırça tuvaline, bir silah kurşununa, bir ölü mezarına, bir hasta dermanına, bir çoban sürüsüne kavuşmuştur. Aslında tüm bunlar o doğmasa da her gün yeryüzünde yaşanacaktır. Bu yüzden olmakta olanlar dışında olağan dışı bir olay gözlemlenmediğinden onun doğması sıradan bir olay olarak geçmiştir kayıtlara.”

Alev Alatlı ile Çevrim içi Söyleşi Notları   

Alev Alatlı ile çevrim içi yapılan bir söyleşi Hece okurları için hazırlanmış. Söyleşiden birkaç bölümü buraya alıyorum.

“Erzurum Horasan’da bir kır gezisine gidildi. Yaşlı bir adamcağız, Emin Bey var. O görülmeden gidilmez dediler ve Emin Bey ziyaret edildi. Beli bükülmüş bir adamcağız. Evinin duvarında küçük bir rafta kitaplar var. Beni çok etkilediydi. Neden? Kitapların orada olması değil beni etkileyen. Zaten üç beş tane kitap var. Hepimizin evinde var. O değil mesele. Mesele şu: Orada insanlar bir şey okuyorlardı, 7-8 yaşındaydım, Cumhuriyet’i yüceltme sırasında; milletin ne kadar cahil olduğu o kadar çok anlatılıyordu ki. Ben dönüp peki, bu adam ne okuyor o zaman dediğimi biliyorum.”

“Neresinden baksanız 7000 yıllık ulusuz. 7000 yıl öncesinden Çin kayıtlarında ismimizle cismimizle varız biz. … Orhun Anıtları bugün başka birinin elinde olsaydı herhalde buradan aya bir anıt daha dikilirdi. Orhun Anıtları bütün söylediğiyle, Türkçesiyle, anlattığıyla başlı basına bir medeniyet timsalidir. Türkler ne yapmış dedikleri zaman ben iki cevap veririm: 1- Türkçeyi bulmuşlar 2- Orhun Anıtları’nı yapmışlar.”

“Çocuklara mahsus dilimiz var, çocukları büyüklerin dünyasına almıyoruz. Bunu araştırmak gerekir. Hep farklı bir dünya gösteriyoruz çocuklara. Başka bir sıkıntı da kadın öğretmen sayısının ezici çoğunluğudur. Torunum okula başladığında o kadar sevinmiştim ki erkek öğretmeni oldu diye. Çünkü kadın öğretmen anne devamıdır. Bu sebeple aynı sıkıntılardan maluldür. Yanlışı da affeder. Kadın erkek ayrımını bırakmamız lazım. Onları kendimize benzetmeyelim.”

Cihan Aktaş ile Söyleşi

Cihan Aktaş ile yeni kitabı Şehrazat Balkonu üzerine bir söyleşi var Hece’de. Aktaş’ın bize söyleyecek o kadar çok sözü var ki… O, ne yazsa okunur deyip büyük bir keyifle ve heyecanla çeviriyoruz sayfaları. İyi ki yazıyor ve iyi ki aynı çağda yaşıyoruz Cihan Aktaş ile.

“Balkon elbette hiç yoktan daha iyi yaşadığımız mekânlardan, bunu salgın yıllarında fark ettik. Ancak biz balkonlarımızı camekânla ve çiçek saksılarıyla da avluya dönüştürmeye meyyal bir toplumuz. Yani balkon bir avlunun yerini tutamamış, her zaman biraz sıkıntılı bir mekân olagelmiş. Tabii kitabın başlığı anlatım ve muhakeme gücünün bütün sıkıntılı mekânları bir nebze de olsa ferahlatacağını söylemeye çalışıyor.”

“İnsanı derinlemesine tanımanın en iyi okulu edebiyattır. Sezai Karakoç’u bir ziyaretimde kızlarım için bir tavsiyede bulunmasını rica etmiştim. Klasikleri okusunlar, demişti.”

“Aile içinde başlayarak tahsil hayatında da devam eden bir amaçsızlık, hedef yoksunluğu… Kendi değerini idraki çocuk aile ortamında öğreniyor. Gençler Kur’an’ın yanı sıra klasikleri de okusalar keşke… “Tâbi mi yoksa Müslüman mı yetiştiriyoruz?” diye soruyordu Aliya.

“Kadın veya erkekten ziyade güçlünün, kaba kuvvet veya teçhizat açısından, konum açısından güçlünün kendinden zayıfa konuşamama hâli olarak görüyorum şiddeti. Bunun sebebi bazen kibir, bazen boş bir gurur, bazen de korku. Tahakküm sahipleri çoğu zaman söyleyecekleri söz olmadığı veya bir sözü söylemeye yüzleri olmadığı için de şiddete başvurur. İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddeti örneğin, haksızlığı hukuksuzluğu, iddialarının mesnetten yoksunluğu oranında tırmanıyor.”

“Açık Bırak Pencereni Örtme Perdeyi

Tuba Dere bu sayı, Eşyanın Fısıldadığı bölümünde geçmiş zaman penceresinden bakıyor dünyaya. “evlerin gözleri” dediği pencerelerin halleri ile tanışıyoruz.

“Evlerin gözleridir pencereler, onlara karakteristik yüzler verirler. Kimi mahmur bakar, kimi pırıl pırıl ışıldar, kiminin de bir âmâ gibi örtülüdür perdeleri; kimi ketumdur içini saklar, göstermez; kimi sırlarını çabucak ifşa eder. Bazıları tertemizdir, gipür dantelli, kar gibi beyaz tüllü, keten, saten, kadife, goblen karartma perdeli pencereler, evde titiz bir hatunun yaşadığını söyler.”

“Tipi ve boyutları her evde, bölgede farklılık gösterse de geleneksel Türk evinin en karakteristik özelliklerinden biridir cumba. Sokak seviyesinden yüksekte olan üst katın payandalarla desteklenerek sokağa taşan bölümü cumba olarak adlandırılır, daha küçük çıkmalara da şahnişin denir. Bir başka deyişle çıkma oda ya da sofanın sokağa uzanan bölümüdür. Üst katın zemin kata nispeten genişlemesini sağlayan cumbalar mimari kompozisyonun estetik bir parçası olduğu kadar bu tarz evlerin bulunduğu sokakları da güzelleştirirler.”

Şiirin Kuralları

Mehmet Solak, Şiirin Kuralları isimli yazısında kurallar üzerinden şiirin durumunu sorguluyor. Her şeyin bir kuralı varsa şiirin de olmalı mı? Nasıl kir kurallar silsilesi vardır şiire şekil veren?

“Şiirimiz, yani Türk şiiri, yekpare bir şiir değil. Dönemlere göre farklı özellikler göstermekte, haliyle farklı kurallar içermekte. Doğal olarak, Divan Şiirine biçim veren kurallar ile Halk Şiirinde hayat bulan kurallar aynı değil. Garip Şiiri, İkinci Yeni Şiiri… vs…vs… Bütün dönemler için geçerli bu söylediğimiz yani. Hatta aynı gelenek yahut akım/topluluk içinde yer alan şairler özelinde bile.”

“Yaşayan şiir, kendi dinamiklerini üreten ve kendi dinamikleriyle var olan şiirdir; ustalık becerisiyle yahut ergen öykünmesiyle kotarılmış şiir değil. Ustalık becerisini kanıksamak ne kadar tehlikeliyse şiir ve şair için, ergen hevesiyle tetiklenmek de bir o kadar tehlikelidir. Bir farkla: ilkinde deneyimden beslenen durağanlık; ikincisinde ise deneyimden mahrum telaş baskındır. Her iki durumun da şaire de şiire de yararı yoktur. Nasıl olsun? Ne seri çoğaltım ne de tekbaskı, canlılık ve dirilik sunabilir şiire.”

Funda Özsoy E. Yazı Serüvenini Anlatıyor

Funda Özsoy E. Yazıya niçin ve nasıl başladığını anlatıyor. Bir edebiyat atölyesinde gençlere sunulan notlar inceliğinde sıralamış yazma serüveni.

“Yazarak kendi var oluşumu kutsamaya, anlamlı ve biricik kılmaya çalışıyorum, evet! Hani şairin hatırlattığı bize “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diyerek; işte ben çekirdeğin içindeki o öz olduğumu ancak yazarak hissedebiliyorum.”

“Yazma hikâyemin başlangıcı çok okumaya dayanıyor elbette. Sözcüklerin büyüsüne önce başkalarının kitaplarını okuyarak kapıldığımı söylemekten hoşnudum. Bağımlılık derecesinde okuyan biriyseniz (annem bana okuyan bitki derdi) farkına varmadan bir yazara dönüşmeniz mümkündür.”

“Yazmak bencil bir eylemdir aslında; kendini toplumcu olarak kabul eden yazarlar için dahi bu, böyledir. Çünkü insan, önce kendisi için yazar. İçindeki bir ses, seni yazmaya ikna etmeye çalışır. İkna edebilirse seni o ses, yazar olursun.”

Silvan Alpoğuz ile Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla Üzerine Söyleşi

Şeyma Sarı, Silvan Alpoğuzile Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla üzerine bir söyleşi yapmış.

“Kitabın epik bir hava taşıdığı fikrine katılırım. Bu neden var? Hem kapsadığı zaman aralığı hem de karşılaştığı büyük sorular; kimlik sorunu, mülk sorunu, bu dünyada ne idüğü belirli bir kimse olma sorunu gibi sorular gündelik dille konuşulması, ilerlemesi pek mümkün olmayan sorular. Burada Türkçenin derinliğine başvurmak gerekiyor.”

“Öksüzlerin bozkıra çağrılma hikâyesi bir bakıma insanın kendi sesini, kimse kalmadığında kendi kimliğini bulma hikâyesi. Dolayısıyla bu hikâye kitabın çekirdeğini oluşturuyor. O hikâyede, şehir için hizmete gidenlerin çocukları şehirde kalanlar tarafından duvarın arkasına bırakılıyor ve ölüme terk ediliyor.”

“Biz yüz yıl önce varlık yokluk savaşı vermiş bir milletiz. Kitap da bu mücadeleden başlıyor zaten. Bizi ve kurumlarımızı, toplumun maddi ve manevi dinamiklerini ayakta tutan şeyler vardı. Bu “şeyler” bu milletin ruhunu oluşturuyordu. Ruhunuz hâlâ hayattaysa ve çalışıyorsa her şeye yeniden başlayabilirsiniz, tüm kayıpları telafi edebilirsiniz demektir.”

FüruğFerruhzad’ın Şiirlerinde Yeniden Doğuş Durağı

Nuray Alper, Füruğ Ferruhzad şiirleri hakkında yazmış. Her yönüyle tanınması gereken bir yetenekti Füruğ. Adının geçtiği her alanda başarılı olan Füruğ’un şiirleri de aynı oranda başarılıydı. Yeniden Doğuş kitabı var yazının merkezinde.

“Şair, oyuncu, kameraman, senarist, sinema editörü, yardımcı yönetmen, ressam… Beş şiir kitabıyla özdeşleşen bir hayat öyküsü. Sorgulayan, başkaldıran, kırılan, kırıldığını ilan eden, isyan eden, özde başlayarak yapıyı dönüştüren güçlü, yepyeni bir şiir sesi…”

“Edebiyat çevrelerinde büyük ses getiren Yeniden Doğuş kitabı FüruğFerruhzad için milat telakki edilir. Bu kitaba geçmeden evvel onun, sürece gelinceye kadarki edebî yolculuğunu genel hatlarıyla değerlendirmek yerinde olacaktır. Şairin ilk kitabı Tutsak, Esir adıyla 1952’de yayımlanır. İlk gençlik döneminin ürünü olan bu kitapta olabildiğince taşkın, cüretkâr, çıplak ürünler çıkar karşımıza.”

“Yeniden Doğuş’un şiirleri orijinal imgelerle örülürken şiir isimlendirmeleri de bundan nasibini alır. “Sınır Duvarları”, “Ayın Yalnızlığı”, “Gecenin Soğuk Caddelerinde”, “Yeryüzü Âyetleri”, “Bahçenin Fethi” gibi adlandırmalar okura yüksek bir ufuk açar. Okurda şiirlerin taşıdığı başlıkların gizli bahçesinde bekleyip içeriğe dair emareler bulma ihtiyacı doğurur.”

Mehmet Aycı’dan Hüseyin Kır Portresi

Mehmet Aycı, bu sayı Hüseyin Kır Portresi ile Hece’de. Aynı şehirde yaşamanın ve aynı kurumda bulunmanın büyük bir onurunu ve mutluluğunu yaşıyoruz Hüseyin Kır ile. Tokat Milli Eğitim Müdürü olarak artık Tokat’ta Hüseyin Hoca. Aycı’nın satırlarını okuyunca daha bir yakından tanıyoruz hocamızı.

“Az durur çok yürür.
Az uyur, sabahın ilk ışıklarının da akşamın son ışıklarının da yüzünün ışıltısına karışması kendiliğindendir.
Az bulanır, çok akar, çok durulur.
Çok çalışır. Karınca meşrep bir tarafı olduğunun hakkını onu az buçuk tanıyanlar teslim eder.
Az yazar, çok okur.”

“Hüseyin Kır bu…
Muallim.
Şair.
Derviş.
Arkadaşımız.
Yüzü daim bozkırda deniz duasıdır.
Böyle biliriz.”

Hece’den Şiirler
Kurşun çıksa da çıkmayan yaranın hatırına
artık oluruna bırak bizi belki biz de oluruz
var mıdır ölümden cana yakın olanı
isimsiz bir sancı gibi sokulsa da bağrına
hem kırık olmalı kalbin hem de çıkıkçı
Mustafa Köneçoğlu

Rabbim kolaydır sana gökteki yıldızları
Orada öylece tutmak
Yüce dağların buluttan sarıklarını rüzgârda uçurmak
Kolaydır sana çözüp çözüp insanı
Ondan nar tanesi çocuklar çıkarman
Onlarla tebessüm etmen yerlere ve göklere
Onların ağzıyla konuşman yeri geldiğinde
Bir insanın kalbini açıp oraya oturman
Bir kulun kalbine sığman Rabbim kolaydır sana.
Said Yavuz

ahlak eğitimini arılardan aldım
sosyal yardımlaşmayı turnalardan
karşı cinse kur yapmayı cennet kuşundan
hayvanlardan öğrendim insan olmayı
her gün her gün beyaz kalabilmeyi.

ey kar
ey beyaz şiir
ey beyaz ülkü
kalk ve yıkan güneşle ayla
karanlık kalmasın dünyanın karanlık yüzü.
Faruk Uysal

Ne çok ışık var ne çok ışık kara
gogh’un ayçiçeklerini çürüten müze ışığı
sarhoşun itiraflarından bıkan park aydınlatması
biletlerimize vuran gece lambası
tam öpecekken kahrolası bir reklam
tam ölecekken apartman otomatı
Mert Mevlüt Gökçe

Henüz vakit varken, bu yüklü adamları nereye koysak diyoruz
Tabut omuzlu adamlar onlar, ayvatüylerini sisli tüllerle korurlar
Kuş kanadına çeker gibi gökkuşağına çekerler ev önlerini
Kurşun döker gibi taş dökerler, uzun uzun avlular işlerler gölgelerine
Avluları vakitlice yüzümüze gözümüze sürsek diyoruz
Biz bu şehri gitmesek kalsak gibi biliyoruz
Sinan Davulcu

Erken öğrendim anne, bir hayale kırık olmayı
Nerede bir dilek tutulsa
tutar ağaç olurdum oraya
Bana bağlanan umutlardan yapılma şu mezarlıklar
Öğrendim, dağlar kurtlarını dökse
benim payıma çığ gibi yalnızlıklar…
Emre Demir

zindan adası penceresinde bir mahkum
denize bakan tarafında, neleri neleri…
belki darağacını, belki af kararını beklemiştir
madem şahit yazıldın, söyle ey pencere
beklenen de bekleyeni beklemiş midir?
Eyyüp Akyüz

Dalgınım, anlam yol veriyor bana
Alışkanlıklarımdan önce yoruluyor gün
Ufalanıyor pişmanlık, annem ve dün.
Mahcubiyeti anlaşılmamış öfkem
Kenarında dudağımın
Anlattım, hepsi bu.
Ayşe Çelikkaya

seklavi atıyla heybetli bir ömer gelse
hedban atıyla çelikleşmiş bir selahaddin
sonrakaraduman üzerinde yavuz
rummandavud ile nahl-i hamza’ya yüz sürünce
tarih dursa
sana tankların yenildiği bir mevsimi de anlatacaktım oysa
kudüs’ün son bekçisi ığdırlı onbaşı hasan’dan
Bilal Can

o atları kucaklamak istiyorum hani düşe kalka
hastane önüne kadar mayınları patlatıp gelen
kan revan içinde burak masalı çocuklara
o masalın bir yerinde ali çıkıp geliyor
ömer geliyor ebuubeydehamza ve birden
gül kokusu sarıyor her yanı ruhlar
eriyor ölüm enkazın arasından fışkırıyor yeşil
yapraklarıyla geliyor serinlik ve rahatlıyorsun
Yunus Emre Altuntaş

mecalim yok yollara çıkmaya
ben beklemelerin yolcusuyum
içine kıvrılan dalgalar gibi denizin ortasında
kıvrıla kıvrıla tükenmez bir boşluğu kavrayarak
durmaksızın
çalılara takılan bir şiiri gökyüzüne bırakamazken
art arda geçen tramvayların arasında
benzeşiyor resimlerimiz
önemi kalmadı artık
çalılara takılmış şiirlerden
şarjörler doldurmanın
Eser Tokaş

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

One thought on “Mart 2024 Dergilerine Genel Bir Bakış -2”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir