Mahalle Mektebi, 75. Sayı

75. sayısıyla buluştuk   Mahalle Mektebi’nin. Gönle ferahlık veren bir yapısı var derginin. Okudukça açılan, içimizi aydınlatan… 2024’te de bizi günümüz edebiyatının seçkin eserleriyle buluşturacak dergi. Geride kalan 75 sayı bunun bir göstergesi.

Bu sayının söyleşisi Ömer Yalçınova ile yapılmış. Şairin şiiri, çalışmaları üzerine yoğunlaşan bu söyleşinin soruları Elif Naz Baykuş’tan.

“Mehmet Harmancı’nın yönlendirmesiyle şair Vural Kaya’yla tanıştım. Sonra İbrahim Demirci, Abdullah Harmancı, İsmail Özen, Ulvi Kubilay Dündar, Murat Güzel, Kadir Metin Akbaş, Selim Somuncu… Yani kendime, üniversite dışında bir üniversite kurmuştum. Şahsi tanışıklıklar ve çabalarla oluşmuş bir üniversite.”

“Birkaç efsane dergi vardı: Aşiyan, Çerağ, Jurnal gibi. Kapanmıştı bu dergiler. Kendi gitti adı kaldı yadigâr. Vural Bumerang diye bir dergi çıkaracaktı. Ona dahil olmak istedim. Bumerang üç sayı çıktı. Ben tabi bu sıralar, henüz tek şiiri yayımlanmamış biriyim. İlk şiirim Bumerang’ın üçüncü sayısında çıktı. İsmi “Çukur”du. “Kaldı bu ette çukur” diye bitiyordu. “Maraş kadar büyüktü adam” diğer aklıma gelen bir mısra, o şiirden. Vural bu şiiri okur okumaz “Yayımlayalım,” demişti, sağ olsun. Sonra Bumerang’ın dördüncü sayısını Vural’la birlikte hazırladık. O sayı basılmadı. Dergi kapandı.”

“Her şair, bir çevrimi tamamlar. Büyük şairler, birkaç çevrim tamamlarlar. Ergin Günce’yi veya İlhami Çiçek’i severek okuruz değil mi? Ama her ikisinin tüm şiirlerini okusak bile, içimizde bir eksiklik duygusu oluşur. Bunun sebebi bence her iki şairin de başladıkları çevrimi tamamlayamadan vefat etmelerinde gizlidir.”

“Modern şairle modern okuyucuyu birbirinden ayıramazsınız. Her modern okuyucu ayrıca modern bir şairdir de. Modern şair, biraz da bunun güveniyle yazıyor. Yoksa klasik şairler gibi yol gösterici, akıl verici olurduk. Günümüzde hece veya aruzu, yani ölçülü yazmayı savunanlar, bir türlü bunu anlamıyorlar.”

Boşluk Yorar

Hayatımızda ne çok boşluk var. Kendi ellerimizle kuruyoruz boşlukları. Bazen farkında olmadan bazen de bile bile… Ondan sonra boşluk doldurmakla geçiyor hayat. Mehmet Kahraman, boşluklarımız üzerine yazmış. Doldurmak ya da bomboş bırakmak her şeyi…

“İnsanın acıdan kaçınması ve mutluluğu gaye edinmesinden doğal bir şey olamaz. Kimse gönüllü olarak acı çekmek istemez. Yaptığımız her şeyi mutlu ve huzurlu olmak için yaparız, hayat motivasyonumuzun artması iyi yaşama isteğimizden kaynaklanır.

“Yaşamdan uzaklaşma, uyumsuzluk, arzu eksikliği, isteksizlik pek çok edebi eserde karşımıza çıkmaktadır. Çoğunlukla bunlar uyumsuz veya tutunamayan tipler olarak adlandırılır; lakin bu tutunamayan insanlara baktığımızda hemen hepsinin maddiyatla sorunlarının olmadığını veya bir şekilde hayatlarını devam ettirdiklerini görürüz.”

“Boşluğu yönetmek gerçekten zordur. Boşlukta kalan insan bir türlü başlayamaz, canı sıkılır, vakit öldürür ama yine de harekete geçemez. Aslına bakılırsa en verimli zamanlar en yoğun olunan zamanlardır. O yoğunlukta birçok iş aynı anda yapılmaktadır, boşa çıkıldığında esas durgunluk baş gösterir. Bunu pek çok kez deneyimledim. Bir öyküye veya bir yazıya başladığımda aklıma birden fazla konu gelmiştir; onların çoğunu aynı anda yazmışımdır. Sanki ilham sağanağı yağmaktadır. Filozoflar, mucitler, kısacası büyük insanların hepsi zamanlarını verimli ve bereketli kullanmışlar, hiçbir anlarını boşa harcamamışlardır.”

Bilimsel Özgürlük

Seyfullah Akkuzu, bilimsel özgürlük üzerine yazmış. Modern insanın çıkmazları ya da kaygıları, insanlık değerlerinin çağa uydurulamayan ayak izleri…

“Bugün her şeyle ve herkesle bir kıyaslama içerisindeyiz. Son zamanlarda yapay zekâyla devamlı insanın kıyası karşı karşıya getiriliyor. Özellikle sosyal medyada amansız bir kıyas yarışı hüküm sürüyor. Kıyas yarışı insanın derinliğini yok ediyor ve onu sadece yüzeyde yaşamaya icbar ediyor. Kıyaslama dışarıdan yönlendirilmeyi mecbur kılar. Heidegger’in, asli varlık imkânına, asıl kendiliğe kararlı Dasein’ı, hariçten değil, içeriden yönlendirilir. Yani insan sadece içeriden uyanır, bir şeye doğru yönelir ve ulaşabilir. Fakat kıyaslama içeriyi yok eden, görmeyen bir şeydir; insanı görüntüde yaşamaya iter. Modern insan daha fazla kıyaslama için daha fazla görünürlük ister.”

“Öteki ile karşılaşmadıkça gerçek bir kaygıya sahip olmayacağız. Derin bir kaygı duymadıkça da asli varlık imkânına kavuşamayacağız. Tüketilebilir kaygılar denizinde boğulmamak için öteki ele ihtiyacımız var. Ne zaman ötekine, bambaşka olana ihtiyaç duyar isek o zaman Heidegger’in deyişiyle asli varlık imkânına kavuşma yolumuz, ümidimiz olacaktır. Bu, Öteki ile karşılaşmayı göze alıp almayacağımıza bağlı olacaktır.”

Sosyal Medyadaki Cenaze, Pamuk ve İmam Söyleminin Sosyolojik Arka Planı

Sosyal medyanın kirletmediği alan kalmadı. Bilinçli ve biraz da olsa tesadüfi sebeplerle sistemli bir kuşatma altındayız. İmamlar da sosyal medyanın her yerinde farklı rollerle karşımıza çıkıyor. Algılar, yönlendirmeler, yönetilenler derken hararet sürekli yükseliyor. “Tepkiler çığ gibi” dedikleri cinsten bir savrulmayı yaşıyoruz.

M. Ali Özdoğan, sosyal medyadaki imam algısı üzerine geniş açılımlı bir yazı kaleme almış. Mevzuya her yönden orantılı yaklaşıyor Özdoğan. Mevzu oldukça derin çünkü.

“Sosyal medyada imamlara ve imamlık mesleğine yönelik bu saldırgan paylaşımlar, cenaze namazı ve pamuk tıkama mevzusu üzerinden karşılık bulabilmektedir. Ayasofya Camisi’nde imamlık yaptığı dönemde Mehmet Boynukalın hocanın “Merak etmeyin ey güruh, haram (!) ettiğiniz vergilerinizden bana düşen hisseden hepinize kaliteli pamuk aldım, artık helal edersiniz, ne yapayım” şeklindeki tweeti hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Ateist olduğunu açıkça belirten kişilere karşı cenaze ve pamuk hatırlatması ne kadar etkili olacağı ise muammadır. Kaldı ki cenaze önlerine geldiğinde imamlardan bu kişilere karşı rövanş almalarını beklemek, imamlık mesleğinin hem ahlaki yanıyla hem de görev tanımıyla uyuşmamaktadır. Zira cenaze yıkama işinde birçok yerde gassallar görevlidir.”

“Dindarlık tipolojilerinde bazı insanların, dinle ilişki seviyesi doğum, düğün ve ölüm günü gibi belirli günlerle sınırlı kaldığı söylenebilir. Dini, kişiyi pratiğe yönelten bir motivasyon kaynağı yerine geleneksel bir motif olarak benimseyen kişilerin imamların temsilcisi olduğu kitabi dinin sosyal medya platformlarında görünür olmasından rahatsız olması ve bunu dile getirmesi pek muhtemeldir. Sosyal medyada bu tepkilere rastlayan insanların tepkileri de ister istemez cenaze merasimine odaklanmaktadır.”

Yolda Demlenen

Yol, yordam öğretir. İnsan kendinin yoldaşı oldukça içini de onarır. Yol ve zaman bu anlamda iki sadık dosttur. Elif Can – Ömer Bekir Tunçer, yolda demlenme hallerini yazmışlar.

“Yolumuzun temelleri ancak sağlam hedefler üzerine kurulabilir. Bu minvalde denilebilir ki, gayesiz seyahat kabahattir. Yaşadığımız zemini, bizden önce yaşamış insanlara ev sahipliği yapmış toprakları tanımamız lazımdır. Seyretme, görme, keşfetme merhalelerini yaşayabilmek için nefes alan ve ruhunu kaybeden mekânları incelemek önceliklerimizdendir. Mahdud olan dünya hayatında kendimizi ve çevremizi tanımak elzemdir. Bu sebeple çağ okumalarımızda artmalıdır. Dünü bilmemiz, bugünü tanımamıza; bugünü tanımamız da yarın için ders çıkarmamıza yardımcı olur. Seyahat insana şifadır, yolda demlenmemizi sağlar. Bu demlenme hali rotamızı belirleyecek tonu ortaya çıkarır. Bizlere ise şehirlere koşarak gelen ve hakikati ararken yorulmayı seven seyyahlar olmak düşer.”

Manevi Bir Sefer mi, Geç Kalınmış Zafer mi “Filistin”?

Filistin meselesinin neresindeyiz ya da Filistin meselesi bizim neyimiz olur? Ne çok soruyoruz bu soruyu bu sıralar. Sorgulamak iyidir. İnsan yerini tayin ediyor aslında. Nerde, ne zaman, nasıl gibi sorular yığınının içinden bakıyoruz meseleye. Fatma Can, yapmış olduğu seyahatten yola çıkarak Filistin’le olan münasebetimiz üzerine değerlendirmelerde bulunmuş.

“İlk olarak Musa Mescidi’ne ziyaretimiz oldu. Büyük bir Türk kafilesiyle karşılaştık adım attığımız her yerde Türkler vardı. Dış görünüşlerine baktığınızda Filistin’e gelmelerini beklemeyeceğiniz kişiler gibi görünüyorlardı fakat konuşunca bu davanın yalnızca imanla ilgisi olduğunu anlamıştık ve “Allah sinelerin özünde saklı duranı bilendir… O kalplerde gizlenen bütün niyet ve düşünceleri, kalbin ve ruhun özünü bilmektedir…” (Teğabun Suresi, 4. ayet) gerçeğine bir kez daha iman etmiştik.”

“Filistin toprakları o kadar verimli ki Türkiye’de yetişen her şeyden olduğu gibi daha fazlası da vardı. Kudüs’ten Eriha ‘ya geçerken uçsuz bucaksız hurma bahçeleri, ekili yemyeşil tarlalar kendine hayran bırakıyordu.”

“Bir gün sabah namazı Mescid-i Aksa’nın içerisindeki mescitlerden birinden çıkarken o Arapça bilmediğinden ben biraz İngilizce bildiğimden birkaç kelime ve mimiklerimizle muhabbet beslediğimiz, kalbimizin birbirine ısındığı Hintli kardeşim. Hintli, Çinli, Danimarkalı, en çok da Türk Müslümanları gördüğümüz dünya Müslümanlarını etrafına toplayan kutlu mescid ve şehir… Mescid’in bahçesinde şeker verdiğimiz, eğlendiğimiz Filistinli asil çocuklar…”

Söyleşiler Geçidi

Artık Mahalle Mektebi’nin klâsikleri arasına giren kitap söyleşilerinde bu sayı; Gülnaz Eliaçık, Hüseyin Hakan, Feyza Ay ve Büşra Çelik yapılan söyleşiler var.  Hüseyin Hakan ile yapılan söyleşiden paylaşımlar yapacağım. Devamı Mahalle Mektebi sayı 75’te.

Hüseyin Hakan, Halil Ecer’in sorularını cevaplamış. Hakan’ın “Bize Bir Mağara Çizin” ve “Diğer Alçaklar Gibi” kitapları merkezinde bir söyleşi olmuş.

“Sadece kitaplar için değil, dergilere gönderdiğim metinlere de etraflıca çalışıyorum. Eksikleri, yanlışları veya zamanla görülen kusurları yok mu, elbette vardır ve olacaktır da fakat yazdıklarıma etraflıca çalıştığımı, çalışmak zorunda olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. İki sebepten dolayı söylüyorum bunu. İlki, yazar-okur arasında kesin sınırları olmayan, net bir tanımı bulunmayan mübadele durumu geçerlidir. Birinci sebep budur. İkincisi ise bir mecburiyetin ta kendisi. Yazar ile okur arasında adı konulmayan bir mübadele var dedim, çünkü artık okurun egemen olduğu bir dönemdeyiz.”

“Bize Bir Mağara Çizin, rahmetli Bülent Parlak’ın bir gece vakti verdiği müjdeyle yola çıktı. Yalnızca derleme metinlerden bir araya gelmesi planlanıyordu ama söylenmiş şeylerin yanına henüz söylenmemiş olanları da eklemenin iyi bir fikir olacağını düşündüm ve o zamanlar üzerinde nicedir çalıştığım rüya notlarımla birlikte henüz paylaşılmamış metinleri de eklemeye karar verdik.”

“Her yazarın kendisinin editörü olduğu kontrol sisteminden her metnin editörlüğünü görev olarak üstlenen müşterek meslekler türedi. Bu işi yayınevleri üstleniyor olsaydı amenna, fakat kişisel yaşam koçları, psikiyatristler gibi kişisel editörlerin de sürüsüne bereket. Bunun oluşturacağı tehdit şu: bir edebi eser ortaya çıkana kadarki süreçte teknik işleri basımevi üstleniyor, kitapevi tüccar konumuna düşüp sadece satış amaçlıyor. Yazardan da editörlük vazifesi alındığı için o da kendisinin reklamcısı oluyor.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Mehtap Gül – Hangi Duvara?

“Çantamda o demir parçasını ararken titriyor ellerim. Nereye kayboldun? Kolonyalı mendilmiş. Bu da cüzdan. Dolu, şimdilik. Ne demeye açıyorsam, fotoğrafı duruyor hâlâ. Nasıl da değişti yıllar içinde. Bu hep böyle midir, güce sahip olunca illa çürür mü insan? Lansor. Mideyi bu ilaçla korumayı bildin de ruhu korumayı akıl edemedin. Powerbank. Güneş kremi. Elli faktör. Neye yaradı acaba? Ultraviyole dışında hangi ışınlardan koruyabildi seni? Eeh, nerede bu aptal saptal şey!”

“Açayım artık kapıyı. İlk kez. Besmele mi çekmeliyim? Sağ ayakla mı girmeliyim şimdi bu eve? Sahi nedir ev? İçine yerleşebilene yuva. Yerleşemeyene bir çukur ki hava cıva. İçinde koca varsa geniş, gepgeniş yaşam alanı. Adam dediğin dünyada geniş yer kaplar demeye geliyor sanki. Adam yoksa eh işte kutu gibi olması bir kadın için kâfi. Yalan. Hayatın gerçeğiyle, aidatla, küçük ev dizmenin görece ucuzluğuyla, kadının anca bunun altından kalkarımlığıyla ilgisi var.”

“Mutfak duvarı da olabilir, neden olmasın bir bakayım. Mutfağıma -ex mutfağımaSalome’den başkası girer mi ki? Her yeri temizler paklar bir tek mutfakta hazırlama pişirmeye karışmazdı, karıştırmazdım. Hakir işleri yardımcıya yakıştırırken onca ısrarına rağmen yemek işinde Solome’nin yardım tekliflerini neden kabul etmediğimi kaç kez tartıştım kendi içimde!”

Fatma Nur Uysal Pınar – Çerçevesi Eksik

“İçini kemiren kurdu da fotoğraflar gibi al karşına, sor bakalım alıp veremediği neymiş. Kurdun seni huzursuz ettiği yeter biraz da sen onu dürtükle. Yolunu kes, önüne çık, gözünü korkut mesela. Böyle olmaz arkadaş, derdini söyle, de. Söylemezsen seni haklar, bi sıkımlık canına okurum, de. Hani sen küçükken annen bahçedeki erik ağacını meyve vermedi diye azarlamıştı, karşısında insan var gibi ellerini eteğinin lastik yerine koyup kaşlarını çatım çatım çatarak seneye de erik vermezsen gör bak dalını nasıl kıracağım, demişti.”

“İnsanın kendiyle, eğreti duran yanlarıyla yüzleşmesi çok zor. Kendini beğenmezse çatlar ölürmüş insan, derdi annen. Kendini hariç tuttun bu söylemden. Çatlayıp patlamadın. Küplere bindiğin zamanlar oldu, doğru fakat çaresizce yassıldın gerçeğine. Başlarda büyüyünce geçer, dediler.”

Özay Erdem – “KA” Hecesi

“Sırt çantamı ayaklarımın arasına bıraktım oturunca. Dikkatimi çeken ilk şey çaprazımda bulunan çift oldu. Çiçekli gömleğiyle şişman bir adam, her centilmen erkek gibi, koridor tarafına oturmuştu. Elinde pürdikkat okuduğu bir roman vardı. Kitabın ismini göremiyordum ama kalınlığı aklıma dünya klasiklerini getirdiği için türünün roman olduğuna hükmettim. Onun da ayaklarının arasında bilgisayar çantası duruyordu. Muhtemelen romanı buradan çıkarmıştı. İlk sayfalardaydı şişman adam. Otobüste başlamış olmalıydı kitaba. Kadın ise telefonla konuşuyordu. Az sonra bu ikilinin birbirlerine seslenmelerinden abi ve kız kardeş olduklarını anladım.”

“Yeniden yola koyulunca muavin ikram servisine başladı. Şişman adamın tercihini merak ediyordum. Kitabını ikram tahtasından destek alarak okurken muavin yaklaştı. “Çay lütfen,” dedi gözünü sayfadan ayırmadan. Bir de fındıklı kek istedi yanına. Yüz sayfayı devirmişti tahminime göre. Yine dünya klasikleri geçti aklımdan.”

“Uyandığımda karanlıktı otobüs. Klimayı fazla çalıştırmış olmalıydı şoför, terlemiştim. Camdan dışarıya baktım ama karanlık orada daha yoğundu. Şişman adam tarafındaysa sadece onun koltuğuna dökülen beyaz loş bir aydınlık vardı. Gerçekten sinir bozucuydu. Tavandaki kendi aydınlatmasını açmıştı.”

Hüseyin Hakan – Beni Göğsümden Vurun

“Gelecek ay bir evhamla evliliğimizin yedinci senesini kutlayacağız. Eğer seyahatim planladığım gibi giderse, eğer ne planladığım üzerine önce kendimle anlaşabilirsem geri döndüğümde yedi sene öncesini anacağız. Kusursuza yakın bir organizasyonla salona girecek, alkışlar eşliğinde dans edip nikâh memurunun “Peki ya siz, Vehmi Bey, şu üç boyutlu evhamı, tereddüt abidesini, korku üssünü eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?” sorusuna “Eveeet” deyip aramızdaki akdi resmiyete dökeceğiz. Yedinci kez.”

“Dikkat etmemi istediği yer Ankara. İş için gidiyorum. Asya öyle biliyor. İş için, fakat onun hayal ettiği gibi değil. Bir fuara gitmeyecek, farklı markaların temsilcileriyle manasız manasız gülüşüp ürünleri uyguna kapmak için didinmeyeceğim. Kırtasiye malzemeleri satan büyük bir mağazam var.”

“Özenle baktığım çiçeklerim öldü öleceği sıralarda su verdim, son nefeslerine ramak kala yapraklarını budayıp bir süre daha ölmemelerini sağladım. Kendimi de asgari şartlarda hayatta bırakıp ölmeye ramak kala can suyumu verdim. Korkuyla, belirsizlikle yaşanmayacağını iki sene boyunca yaşayarak anladım fakat böyle anlayacağıma Pavlov’a köpek olsaydım keşke. Daha az vakit kaybederdim.”

Mahalle Mektebi ‘nden Şiirler

bak işte kızgın yanaklarından öpüyoruz bir yanlışın
bir yanlışın damarına damarına basıyoruz
altımızda bir ova başlıyor biraz sonraki savaş için
çocukları unutuyoruz unutuyoruz kendimizi geçtik unutmaktan
biraz sonra bir savaş başlıyor göğsümüzde kirazlı bir haziran
Burhan Sakallı

Burada kalacağım dedim hani daha çok akıtmak için sulandırdılar kanımı
fosfor pompaladılar ciğerlerime, çocuklar da gülmeseler kaybederdim aklımı
seninse ne çok sesin var Allah’ım, gönderdiğin her şafak ufka yeni isimler ekliyor
ceninler gri bir uykuyu başlatıyor altında toprağın, bilinci bölünüyor koca bir kavmin
sonsuz kere fal oku çekiyor dünya ve epey kabarık duruyor portfolyosu katillerin
Kemal S. Sayar

Senin durmana gerek yok, zaten öylesin
Geçen senelerdeki güneş kibrit kutusu kadarSolmuş yakanda
Sen geleceğin torunu, kendinin evladısın
Zakkumlarla şafakları beklersin parklarda
Kadir Korkut

İnsan aykırı omuzlara koşar kulağında bin bir ezgi
İğne darbelerini başüstü eden zihni
Her evde dökülmüş bir süt şişesi elbet bulur
Yahut bir kez kırılır bir yumurta orta yere
İnsan bir kez kırılanın kokusuna bulanır
Selver Yavuz

Edebiyat Ortamı, Sayı: 96

2024’ün ilk sayısı 96 ile 100. sayıya bir adım daha yaklaştı Edebiyat Ortamı. Gazze vurgusu derginin bu sayısında da hissediliyor. İlk yazı Ali Emre’den. “Filistin: Cennetin Avlusuna Düşen Gürbüz Işık” yazısında Emre; Kudüs’ü, Filistin’i tarihi süreçte anlatıyor. Kudüs’ün romanını da yazmış olan Emre, Kudüs’ün anlamını geçmişle günümüzü buluşturarak yapıyor.

“Filistin ve Kudüs, manevi anlamda bir cem olma ve yükselme karargâhıdır bizim için. Tarih içinden aşkla ve şevkle konuşan bir ulaktır. Çağları aşarak önümüzde uzayan bir köprüdür. Sonu gelmez bir bilinç ipidir. Müşterek bir değerler dizgesi, hepimizin yüreğini titretmesi gereken çok yönlü bir simge salkımıdır. Hürmet edilmesi, akla saplanmış bir ok misali sürekli hatırlanması gereken eşsiz bir emanettir.”

“Özgüvenle, sınanmışlıkla, nitelikli temsilci ile bütünleşen; küfrü ve zulmü her alanda boykot eden ve bu arada kardeşiyle / kendi bünyesinden çıkanla dayanışmayı öne çıkaran düşüncenin azıcık yeşermesi bile mazlum ve derbeder coğrafyamızdaki insan unsurunu harekete geçirecektir. Fikrî ve fiilî işgaller karşısında bizi diriltecek, yeniden güçlü bir özne olmamızı sağlayacaktır. Bu noktada artık önemli olan tek bir kurtarıcının çıkmasını beklemek değil; kitlelere kimlik ve istikamet kazandırabilecek etkili bir kadronun, hayatın çeşitli alanlarını ayağa kaldıracak samimi ve seferber nesillerin yetişmesidir.”

Filistin Dosyası

Edebiyat Ortamı, kapsamlı bir Filistin Dosyası hazırlamış. Hem meseleyi tüm detaylarıyla ele alan yazılar var dosyada hem de Filistin temalı şiirler…  Şiirlerin birçoğu çeviri şiirler. Yani Filistin’in havasını teneffüs etmiş şairlerin şiirlerine yer vermiş dergi.

Dosyada yer alan yazılardan alıntılar yapacağım.

Ali K. Metin – Gazze’nin Aynasından Geleceğe Bakmak

“İsrail devleti/toplumu Yahudi travmasından beslenmeye devam ettikçe umutların yeşerdiğini görmemiz oldukça zor gözüküyor. İsrail’in yaptığı şey sadece Gazze’yi işgal etmek, Filistinliler’e soykırım uygulamak değil. Aynı zamanda kendisince tarihin bir çeşit öcünü almakta, hedef saptırarak “holokost”un intikamını Filistinlilerden çıkarmaktadır. Gazze -Müslümanları-, yıllara sâri biçimde Yahudi bilinçaltının ve üstünlük kompleksinin uygun, çağdaş bir nenesine dönüştürülüyor. Holokost’un ve tarihin intikamıyla bu güçsüz, zayıf nesne bağdaştırılarak Yahudi bilinçaltı tam bir güç ve üstünlük gösterisiyle ortaya saçılmıştır.”

Ali Ulvi Birkardeşler – Haddeden Çekilen

“Kudüs! Silinmez hafızanın mekanı. Kudret Eli’nden Çıkan kayıt, Lehv-i Mahfuz’da. Adem’den, Ahmed’e, selam sırrı övgüye mazhar.”

“Toprağın düşmesi (düşer gibi görülmesi) ve (bir ilüzyonla ve zorla) elde tutulması (benzeri ile yer değiştirmesi) zaman kayıtlı olduğundan, derinlik ve süreklilik arz etmez. Velev ki, insan sığlaşmıştır. Serselik, ucuz sihirbazlık Asa Sahibi’nin gelişine kadardır. Yılanlar, asayı tutan Kol’a tâbidir.”

Erdal Çakır – Akşam Olunca Karanlığa mı Kalırız

“Bugün de akşam oldu.
Gazze bombalanmaya devam ediyor.
Güneş yine doğudan doğup, batıdan battı.
Alışkanlıklarımızda bir değişiklik olmadı, her şey yerli yerinde.
Deli Dumrul’un gündeminde de bir değişiklik yok. Korkut Dedem izin vermedikçe de olmaz zaten.
Akşam ezanı yine segâh okundu. Sürprize geçit yok.”

Alper Tan – İsrail ve Batı Medeniyeti Öldü Gazze’ye Gömülüyor

“Şehir olarak Gazze yıkılıyor. Ne yazık ki şehitlerimiz çok. Her geçen gün daha da artıyor. Mekanları Cennet olsun. Canları geri getiremesek de şehirleri daha iyi bir şekilde yapabiliriz. Ancak ortadaki çok önemli bir gerçek şu ki iki asırdan beri hüküm süren Batı medeniyeti ölmüştür ve Gazze’ye gömülmektedir.

Bugünkü dünyayı sahte ve lanet olası medeniyetleriyle sevk ve idare eden Batının yerini daha adil, daha medeni, daha insani, daha İslami bir medeniyetin almasına az kalmıştır. Buna çok yakınız. Çünkü çekilen acılar ve içinde olduğumuz zifiri karanlık, şafağın sökmekte olduğunu göstermektedir…”

Mehmet Maksudoğlu – İnsanlığın Kendi Ölümünü Seyrettiği Yer: Gazze

“Orada, elektriği, suyu kesilmiş olan, açlığa mahkûm edilmiş Filistinli Müslümanların her gün, her her gece sürekli olarak hayattan koparılışlarını, “uygar” sanılan, “öyle kabul edilen” Avrupalı ülkelerin başındakilerin sâdece seyretmekte olduklarını, bâzılarının, üstelik İsrail’e fiilî destek verdiğini, bu vahşete yardım ettiğini görmek ibret vericidir! Orada öldürülen, sâdece Filistinliler değil, insanlıktır, insanı insan yapan değerler de öldürülmektedir.”

Nuray Alper – Ruhun Kadim Sızısı Kudüs

“Kudüs sokaklarında Yahudilerin Osmanlı döneminde parasızlık yüzünden tamamlayamadıkları ve Osmanlı’nın destekleriyle inşa ettikleri Harap Sinegog’una da rastlanıyor. Görebilen gözler için bir ibret levhasıyla çevrelenmiş. Alanda Babiller tarafından yıkılan Hz. Süleyman’ın yaptırdığı cami ve mescidin üzgün izleri var. Sonra Kudüs’ün Eriha ile arasında, bilinmez ki tam olarak hangi kıymettar noktanın baş ucunda Hz. Musa’nın kayıp kabri var; Selahaddin Eyyubi’nin mübarek fethiyle Hz. Musa’nın yurdunu rüyasında görmesi ve bugün ziyaretçisine kucak açan külliyeyi makam olarak yaptırması, Sina’nın kutlu elçisinin orada konumlandırılmasının nedeni.”

Süheyla Karaca Hanönü-“Âh”lar Beşiği

“Gazze’nin semasını bombalar aydınlatırken, gökten fosfor bombaları yağarken, tankları, uçakları, kitle imha silahlarıyla çoluk çocuk, kadın; hastane, okul, cami demeden her yeri öfkeli ateşleriyle yok ederlerken tüm dünyanın seyirci kalarak sınıfta kalmasını da yazsın tüm tarih kitapları.

Camileri, okulları, evleri, hastaneleri yok edilse de inancını yitirmeyen insanların teslimiyeti, insanlığın vicdanına derin bir iz bıraktı şimdiden.”

İbrahim Yolalan ile Söyleşi

Oğuzhan Öztürk’ün sorularını cevaplamış İbrahim Yolalan. Şiir kitapları, çalışmaları, şehirler, yaşantılar ve daha birçok konu var söyleşinin satır aralarında.

“Nevşehir benim yalnızlığımın başkenti. Şairler kadar cesur olamadığım için gidemediğim şehir. Gidemediğim, gitsem bile Kavafis’in dediği gibi dönüp dolaşıp sonunda geri geleceğim şehir.”

“Şairlik gölgede beslenme sanatı değil ki. Şiir varoluşumuzu tanımlamak / tamamlamak ve yaşadığımız çağa bir şey söylemek için var değil midir? Ne gördüm, neler gördüm, nasıl gördüm de kıvrılıp paçamın arasına sustum mu? Yoksa bişey mi söyledim. Elimle, dilimle bişey mi söyledim. Önemli olan bu galiba.”

“Kitaplarım bir tasarının ürünü değildir. Keşke öyle bir çalışma yapabilsem. Köroğlu Geçmiyor mu Buralardan söylediğiniz gibi dört bölümden oluşuyor. Şiirleri kendi içinde ortak bir payda da birleştirerek bölümlere ayırdım. Ter İzi; Daha çok iç konuşmalar, lirik duyarlılıklı şiirlerden oluştu. Yurttan Sesler; Yeni arayışların baskın olduğu şiirlerden. Şiirlerimde anlatıcı ve anlatılan olay benim ile ilgilidir. Hep beni anlatmışımdır.”

Ahmet Şen ile Horanta Üzerine Söyleşi

Ahmet Şen, Cüneyd Ensari’nin sorularını cevaplamış. Şen’in şiir kitabı Horanta’ya ve şairin şiir yolculuğuna dair sorular söyleşide yer alıyor.

“Aylan Kürdi ya da medyada yer aldığı haliyle Aylan Bebek. Bir fotoğrafta öyle kumsalda yüzükoyun uzanmış, bir fotoğrafta jandarmanın kolları arasında küçücük… Bir göçten bir başka göçe geçiş, ebedi bir varış. Anlatılır şey değil. Şiiri ona ithaf ettim. İsmini HORANTA koydum. Aynı çatı altında yaşayan insanlarız. Aylan bizim hanemizin halkı. Ama birileri hanemizi yalnızca kendi yurdu sanmış. Aylan çatıya küsmüş öyle yüzükoyun yatıyor…”

“Şiir bizde o kadar geniş ve mümkün bir haldedir ki tıpkı su gibi zamanı geldiğinde aşması gereken setleri aşmak, dem vurup sakinleşmek ve namusluca yatağını bulmak yeteneğine kendiliğinden sahiptir. Yön tayin etmek şiirin kendisine değil belki şaire mümkündür. Gelişim meselesi zaruri bir durumdur. Bir itkidir. O da yine kendiliğindendir. Ancak şairlik iddiası olan bir iştir. Ben şahsen hayatımın hiçbir noktasında iddialı bir kişi olmadım. Büyüklerimizin, ustaların bu konuda tavsiyeleri mevcuttur zaten.”

“90’lı yılların sonlarına doğru şiir yazmaya cüret ettiğimde yoğun bir Orhan Veli, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Cahit Külebi, Özdemir Asaf etkisinde olduğumu söyleyebilirim. O dönem ki şiirlerimde edebiyatımızda taht kurmuş isimlerin şiirlerine yakınlık kurabilmek mümkündür. Aslında genç ve acemi şair içn bu çok normaldir de. Ama size bir şey söyleyeyim mi, ben edebiyatımıza çökmüş dinozorlardan çok çektim, beni yazmaktan soğuttular ve ne yazık ki uzun bir süre ara verdim. Ancak şiirsiz de durmadım tabii.”

Şeyma Subaşı ile Söyleşi

Derginin son söyleşisi Şeyma Subaşı ile yapılmış. Kitapları, öyküleri, yaptığı söyleşiler gibi konular işlenmiş söyleşide. Sürekli sorular soran Subaşı’nın bu kez cevap veriyor olması da ayrı bir güzellik olarak yer almış dergide.

“Ben her zaman söyleşinin önemsenmesi gereken bir tür olduğunu düşündüm. Hatta başkaları da benim söyleşilerime bakarak böyle düşünmüştür. Dergileri incelediğimdeyse o denli önem verildiğini düşünmüyorum. Söyleşi dergi için bir araç. Ama amaç olmasa da iyi bir araç haline gelebilir. Ben dediğiniz gibi başka dergilerde ya da merkez dergilerde de birçok söyleşi yaptım ancak geçtiğimiz senelerde bu çabalarım sebebiyle Uluslararası Dergi Fuarı’nda bir ödül almıştım. Bu noktada o yıl fuarı düzenleyen Asım Gültekin’i rahmetle anıyorum.”

“Aslında sorulabilecek sorular var. Ancak ben söyleşilerle ilgili anıları söyleşilerin başında kitapta çok fazla anlattığım için, okurları kitabı okumaya davet etmekten başka fikrim yok sanırım. (Gülümsüyor) Güzel söyleşiler okumak, bir genç edebiyatçının nasıl gayretlerle yola çıktığını, o yazarlarla olan anılarını, o yazarların külliyatına dair dikkatlerini okumak isteyenler için Soru Sormak Güzel Geliyor’a bekliyoruz okurları.”

“Söyleşi ilk göz ağrım. Güzel öyküler yazmak istiyorum. Dergicilik de söyleşi kadar bana kolay gelen bir alan. Ancak dergim Butimar birçokları gibi maddi sıkıntılar yaşadığından ötürü ne kadar devam edebilecek bilmiyorum. Nasip diyorum. Mevla görelim neyler.”

Çevirmen Gibi Yaşamak

Çevirmenlik çok farkı bir konumda duruyor bizde. Bir yazıyı ya da şiiri başka dilden kendi diline çevirme işi olarak görülüyor çevirmenlik ama mesele bu kadar basit değil. Çevirmenlik de bir yazarlık çeşidi aslında. Bunun farkını bilenler çevirileri çeviri yapan şair ve yazarları tercih ederek göstermişlerdir. Hasan Âli Yücel’in yıllar önce yaptığı gibi. Nevzat Aydın, çeviri sanatı hakkında yazmış.

“Peki ana dilde yaşamayı ne zaman öğreneceğiz. Belki bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Birileri bizim için hep çeviri mi yapacak ve kıyıda köşede unutulmaya mahkûm mu kalacak. Veya anadilde yaşama fırsatı bulursak, çevirmenlerimiz hayatımızdan çıkıp gidecekler mi? Artık okuduğum her kitapta silinmez özelliğe sahip eğlenceli renkleri olan kalemlerle çevirmenin isminin altını çiziyorum ve hayatıma dokunan, yönümü çeviren her insana gerekli ilgiyi göstermeye çalışıyorum. Çevirmenlerimize de yazar muamelesi yaparsak, hayatımız daha güzelleşecektir. Sevgi, harcamakla biten bir şey değil ve küçük dozlarda da etkili bir icattır.”

Kapadokya Öykü Günleri

Arafat Deniz, Nevşehir’de gerçekleşen Kapadokya Öykü Günleri’ne dair izlenimleri yazmış. Öyküyü gündeme taşımak, öykü adına bu tür programlar yapmak önemli. Emeği geçen herkesi başta Nevşehir Belediyesi ve Güfte Edebiyat dergisi olmak üzere kutlarım.

“Nevşehir Belediyesi ve Nevşehir’den çıkıp Türk dünyasının ortak dergilerinden biri olan Güfte Edebiyat iş birliği ile bu yıl ilki gerçekleştirilen Kapadokya Öykü Günleri, 21 Ekim 2023 tarihinde ülkemizin değerli öykücü ve akademisyenleri ile edebiyatseverleri ve öykü tutkunlarını bir araya getirdi.”

“12.00’de başlayan ikinci oturum ise edebiyatımızda son yıllarda yeni bir tür olarak varlığını kabul ettiren “küçürek öykü” ye ayrıldı. Yazar Sadık Yalsızuçanlar’ın başkanlık ettiği Küçürek Öykü Oturumu’nda küçürek öykü yazarı Arzu Özdemir ile küçürek öykü yazarı ve Güfte Edebiyat Yazı İşleri Sorumlusu Veli Ay konuşmalarını yaptı.”

Mütedeyyin Bir Cumhuriyet Kadını: Perihan Arıburun Hanımefendi

Hasan Yüksel, Perihan Arıburun hakkında kaleme aldığı yazısıyla Edebiyat Ortamı’nda.

“Perihan Hanım ile Tekin Paşa’yı ilk kez çocukluğumda, 1967 veya 68’de Tillo’da medresede okurken Güneydoğu’daki mübarek makamları ve mekânları ziyaretleri sırasında gördüğümü hatırlıyorum. Bir güz mevsimi ikindi vaktiydi; Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin babası Osman Efendi’nin hücresinin kapısında kendileriyle karşılaşmıştım. Hücrenin kapısı açıldı, mihmandar içeriye başını uzatınca ayağa kalktık, bakıp gitmişlerdi.”

“Perihan Hanım, iyi derecede İngilizce ve Fransızca bilirdi. Yabancı dil öğrenmek isteyen, üniversite mezunu genç arşiv elemanlarına öğleden önce İngilizce ve öğleden sonra ise Fransızca dersi verirdi. Daha doğrusu bendeniz ile nısıf Türk nısıf Kürt olduğunu söyleyen Çorumlu Burhan, her gün saat üçte gidip Perihan Hanım’dan Fransızca dersi alırdık. Batı kültürünü ve dillerini iyi bilen Perihan Hanım, aynı zamanda, hayret edilecek derecede mükemmel Osmanlıca okuryazardı ve o nispette bir okuma ve öğrenme tutkusu taşımaktaydı.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Ömer Vural – Tutsal Hayaller

“Bugün özgürce elime kalemi alıp yazıya duruyorsam; sabah yeni bir güne uyanacağıma dair umuduma gölge düşürmüyorsam; acı, hüzün, coşku ve ümidi bir sarmalın içinde çoğaltan ânları yaşamıyorsam Gazze’de gecelemediğim içindir. “Bunun için ne yapmam gerekir?” sorusunu sorarken detayı da vermeliyim. Bunu aşmak için ne yapmalıyım? Bundan kurtulmak için ne yapmalıyım? Filistin’i anlamak için ne yapmalıyım? Kardeşlerim için ne yapmalıyım? Bizim için ne yapmalıyım? Belki daha çok üretebilirim. Ama görünen o ki her bir soru benim eylemimde cevabını buluyor. İşte sorunun düğüm noktası da bu. Gazze’de bunlar yaşanırken ben ne yapmaktayım?”

Ahmet Ergin – İçimdeki Ben

“Sıradan, sıkıcı,yorgun ve memnuniyetsiz geçen günün ardındanevin kapısını bungun bir şekilde açıyorum. İçerideki kasvet, üzerimdeki sıkıntıya sarılıyor. Ne zamandır böyle huzursuz ve mutsuzum bilmiyorum.”

“Bir yol çatalındasın. Ya biz olup huzura ram olacaksın ya da bensiz heder olacaksın.” O kadar sakin, o kadar rahat ki sesi, tavrı nasıl başardığı merakımı cezbediyor. Hem sussun istiyorum hem de bir yol açsın. İyice delirdim herhalde. Kimden ve neyden medet umuyorum.

Mehmet Şeker – Kiğacı

“Müberra Hanım o akşam pek sinirliydi. Sadece resmî işlerde kullandığı ilk adı Munise olsa da bugün her zamanki munisliğinden epeyce uzaklaşmıştı.”

“Ev sahibi olduğu anlaşılınca buyur ettiler. İçeri girdiğinde şaştı kaldı. Bir kilim, bir hasır, köşede katlanmış bir döşekle yorganlardan ibaretti içerideki eşya. Odalar tamtakırdı. Mutfakta bir tencere, bir küçük tüp, birkaç kap kacak. Hepsi bu.”

“Emlakçıyla yedi yüz liraya anlaşmıştı. Hasan Bey evin hâlini görünce kirayı beş yüze düşürdü. Adamın yüzü güldü. Tercüme edince karısı da mutlu oldu, başı önde dua etti.”

“Fatma’nın ağabeyi Muhammed merhametli, anlayışlı olduğu kadar sert yapılı biriydi. İri yarıydı. Fayansçı Haydar aylar sonra bir akşam eve geldi. Fatma öfke doluydu. Az sonra ağabeyi de kapıdaydı. Hemen çıkıp gitmesini, bir daha gelmemesini söyledi Muhammed. “Git yeni karının yanına” dedi. Eğer bir daha gelirse bacaklarını kıracağına yemin etti.”

“Kirada olan öteki evi de aynı şartlarla boşaltıp elden çıkarırlarsa, evlenmeye hazırlanan oğullarına İstanbul’dan küçük bir ev almayı ve gecikmeden baş göz etmeyi planlıyorlar.”

Fatma Nur Uysal Pınar – Panzehir

“Hâkim, kararı yaşlı kadının aleyhine verdi. Yaşlı kadın, alkışlamaya başladı. Hâkim, yanlış anladığını düşünerek kadına mahkemeyi kaybettiğini tek tek anlattı. Yaşlı kadın, tersi olsaydı yine başınızı ağrıtırdım çünkü dışarıdaki hayata fazlasıyla doydum, dedi.”

Oğuzhan Öztürk – Kadıköy-Beşiktaş Vapuru

“Moda’daki meşhur pastanede her hafta olduğu gibi Asuman’ı kaşıklıyorum. Dardaracık bu yere her hafta geliyoruz. Ben istediğim için tabi. Asuman’ı hemen silip süpürmek içimden gelse de dışarıda sıra bekleyenlere gözüm ilişince hızımı yavaşlatıyorum. Dışarıdakilerin “Biri bitirse de kalksa artık” bakışları altında Asuman’ı bitirirsem, hemen kalkmamız gerekecek. Babamın gözleri sürekli kol saatine gidiyor. Bir an önce vakit gelse de benden kurtulsa diye mi? Yoksa keşke birlikte biraz daha kalabilsek diye mi? Bunun çizgisi aslında birbirine çok yakın. Üzerinde durmuyorum. Asuman benim için daha önemli.”

Hicret Birik – Taze Fasulye ve Ceviz Ağacı

“Bizim memleket, taze fasulyesiyle meşhurdur. Hasat zamanı, farz bir ibadet gibi, günde iki defa taze fasulye yemekten gına gelir. Bugün yemekte ne var sorusu, bir yaz boyunca sorulmaz, çünkü cevabı nettir. İki kere iki dört. Bugün yemekte taze fasulye var. İşte böyle, taze fasulyeyle haşır neşir geçirdiğimiz bir yaz mevsimi; dedemlerin bahçesinde, kocaman, kırmızı bir leğenin etrafında oturmuştuk. Selvi Halam, Bedri Amcam ve dedemin diğer yedi torunuyla birlikte ben. Çıt çıt sesler, kışa kurutulacak kilolarca fasulye ve asıl suçlunun hiç bir zaman bulunamadığı, haince işlenmiş o sessiz suç.”

“Ertesi gün, anlayamadığım bir sessizlik vardı evde. Öğlene doğru, tıklım tıklım misafirle dolmuştu.“- Yemek için, Hacı Zekeriya, lahmacun getirecekmiş,” dedi amcam, üzgündü. Taze fasulye yoktu yemekte. Alışılmışın dışındakini yaşamanın huzursuzluğuyla dışarıya çıkıp ceviz ağacına tırmandım. Camiden bir grup insan geliyordu, sırtlarında cevizden bir tabut.”

Rukiye Saran Aydın – Bel Ağrısı

O sabah şiddetli bir bel ağrısıyla uyandım. Yan dönüp kalkayım dedim, ne mümkün, kaskatı kesildiğim için kalkamadım. Uzanayım dedim, o da olmuyordu. Her pozisyonda şiddetle ağrıyordu. “Ne yapabilirim Allah’ım, bana yol göster”, diye ağlayarak yalvarmaya başladım. Ailem yatağımın çevresini sardı. Her birinden bir ses: “Kas gevşetici merhem sürelim”, “sıcak havlu koyalım”, “ağrı kesici verelim”, gibi…seslerden kulaklarım uğulduyordu. Kızım: “Anne biraz masaj yapayım, belki ağrın hafifler” dedi ve masaja başlayacak oldu. Elini dokundurur dokundurmaz ben yaygarayı bastım: “Üzerime dokunmayın. Aman! Elinizi sürmeyin”, diye bağırdım.

“Ameliyat günü geldi. Ameliyata girdim. Hekimim bir melek gibi, önce, beni iyi olacağıma ikna etti. Oldum olası hekimlere saygı duyarım. Kızım küçükken, amansız bir hastalığa yakalanmıştı. İyileşmesine melek hekimler sebep olmuştu. O zamandan beri hekimleri, Rabbim tarafından yeryüzüne indirilmiş olan kutsal varlıklar olarak düşünürüm.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Tatlı bir müzik var,
Ama teskin etmeye yetmez seni tatlılığı
Zamanın öğrettiği sana budur:
Her uzun savaşta
Bir asker, şuursuz yüzü ve sıradan dişleriyle
Oturur çadırının dışında
Elinde berrak sesli mızıkası,
Dikkatle korumuştur onu tozdan ve kandan,
Ve bir kuş gibi
Kayıtsız savaşa,
Bir şarkı söyler kendine
Bir aşk şarkısı
Yalan söylemeyen
Mürid El-Bergusi

Yaşamadan öldüm
Bir mezarda yaşadım vaktiyle
Şimdi derler ki yeterince büyük değil o
Almak için tüm ölümlerimi içine
Nathalie Handal

Can çekişen dünyada
Doğu bugün kederli.
Ekranda görmüş idim…
Çıkmadı hiç aklımdan…
Yetim Arap balasının gözleri.
Ne korku ne de yaş var,
Donmuş suskun sorular,
Verilmemiş cevabı öteden beri…
Kaygı keder dipsiz denizler gibi…
Kimdedir acep günahı vebali?
Bayanğalıy Älimjanov

şu bizim fatma begüm var ya efendim
hani ehl –i cennettir diye
süveydamızda korumaya aldığımız
dilinde tesbihlerle
bizim duyamadığımız tesbihlerle
o bindiriyor melek kanatlarına
sana bayramlaşmaya gelen
kırkı çıkmamış bebekleri
o salavatlıyor
dudaklarında kadim zamanlardan kalma sureler
bizim anlamadığımız tehlil ve tekbirlerle
Ali Sali

Ey bu mavi gökyüzünün yeşil beyaz orduları, ilk hedefiniz Gazze!
Allah Azze ve Celle! Ah bize, ahlar bize, yetmez mi bu günah bize
Bu vekalet savaşıdır, bizim vekilimiz Gazze, Gazze’nin vekili Allah
Cennet mi? Cenneti Filistinli çocuklar doldurmuş, yer kalmamış bize
Bundan böyle ey insanlık, bütün günler kırmızıdır, geceler siyah bize
Yaşar Akgül

Bir rüzgâr
Kuru otları nehrin kıyısına sürüklüyor
Parklardaki kuşlar ve çocuklarartık kuytu köşelere çekiliyor
Yığınla acılar, yığınla trajediler; doğunun kaderini bir kuzeye bir güneye sürüklüyor
Davut Güner

Bir çığlık koptu dağlardan

Fünyesi çoktan patladı öfkenin
Her sokakta bir çapraz ateş
Her sokakta ölü çocuk yüzleri,
Pusu kurulan kavgalarda
Bir şiir gibi geçti içimizden Gazze şeridi.
Hikmet Kızıl

ne coğrafyanın ne tarihin ipi
komşu evinden çıkacak sıska oğlan
alıp götürmez iç çekmelerini
duvardan duvara sağdan soldan
başında bir değil bin dağ eğleşir
Kadir Ünal

dişim diriliş çıngısıyla ve çılgınca
dilin ateş içen havuzunda ağlayan kumrum
ruh kan harekatıdır tabiyim işte buna
kumları yoğurup taşlaşınca bilek ve bilerek
sapanlara Hızır hızıyla sabır koyarak
tanı bir altına döndüren alınlar mabedinde
elimde kırışmamış yeryüzü direnciyle
işte iç içe geçen bir kalp kıblesi iman ibaresi
güneş ile yıkanmış
ay ile sırlanmış
aynalara yüzümü çatıp çoğalıyorum her gün
Yasin Mortaş

Sen oluyorum iyice vardığımda sana
Doğumum bir düğümü çözüyor seninle
Tutup beni gerdiren her yerimden öyle
Sonrasız sancılardan kurtulmayı
Senle öğrendim
Ahmet Hakan Karataş

Teferrüc, Sayı: 23

“Niyetimize bir şey daha eklediğimiz ya da tazelediğimiz bu sayı sizlerle. Dopdolu ve güzel hikâyelerle, şiirlerle ve denemelerle buradayız Not: Kağıdınıza dokundunuz değil mi? Koskoca bir kalemle: YAŞASIN FİLİSTİN!”

Böyle giriş yapıyor 23. sayısına Teferrüc. Sağlam bir duruş ve inanmış yüreklerle yoluna devam ediyor dergi.  

Derin Bilgelik Gücünün Başlangıç Noktası

Ersin Nazif Gürdoğan, bilgelik ve bilgelik birikiminin tarihine doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi.

“Tarihin her döneminde, sürekli yeniden yapılanarak, yüzyılların bilgi ve bilgelik birikiminden, yararlanmasını bilen devletlerin ömürleri uzun olur. Onlarda kuşaktan kuşağa geçişler, yasal ve kurumsal yapıya kavuşturularak, yüzyıllarca ayakta kalmanın kuralları ve kurumları geliştirilir. Onlar kurallarıyla, kurumlarıyla, tarihte kalıcı izler bırakırlar.”

“Yeni dönemin yeni kuşakları, yeni gelişmelerin ışığında, tarihi yeni bilgilerle yazma, yeni gelişmelerle yorumlama sorumluluğu taşıyorlar.”

Kurmaca ve Dil

Hayrettin Taylan, dilin kurmaca üzerindeki etkisinden bahsediyor yazısında.

“Kurmaca için belli standarttan söz edilemez. Teknik sığlık, eserin ruhunu zedeler. Bu dengeyi sağlayan dildir. Nasıl bir dil? Dil ile teorik bağın ortak paydasında buluşan dil. Dil, canlıdır. Kurmacayı canlı kılan da dildir. Dili de canlı kılan kurmacanın temel dinamikleridir. Teknik reformu, estetik retoriği, semantik derinliği çevreleyen dildir. Yeni sözcükler, yeni sözdizimleri, imgelemleri, şiirselliği, betimleyişleri, sanatsal dimağa ulaştıran dildir.”

“Dil etkili ve en önemli araçtır, bu aracın inşası ve işlevi kurmaca yazarının teknik ve edebi birikimiyle retoriği kullanma gücüne bağlıdır. Çünkü araç olmaktan çıkmış estetiğin ve üst kurmacanın amacı olmuştur. Üst dil bu amacı pekiştirir. Kurmaca metinde dil zorlanabildiği ölçüde zorlanabilir. Bu zorlama, süslü ve ağır bir dille değildir. Yeni sözdizimleriyle, sanatın üst dili olan şiirsel ve imgesel dile olmalıdır. Edebiyat, sanata âşık, sanat musikiye, musiki de şiire âşık. Şiirin gerçek âşığı kurmacadır. Bu aşkı devam ettiren de dildir. Bundan sonrasını dil belirler.”

Yeni Edebiyat’ın Getirdiği Yenilik

Recep Duymaz, Muhyiddin Birgen’in Yeni Edebiyat adlı eserinden hareketle yeni edebiyatın kodları üzerine bir yazı kaleme almış. Sanat, güzel sanat, sanat ve taklit, sanat ile hüsün gibi konular üzerine yoğunlaşıyor yazı.

“Birgen’in Yeni Edebiyat adlı eseri, Millî edebiyat döneminde kendi sanat eserlerimizden başlayarak edebiyat nazariyemizi/ kuramımızı oluşturmaya çalışan kitaplardan biridir. Kitap, bu özelliğiyle yakından ilgilenmeyi ve çözümlenmeyi hak eden bir çalışmadır.”

“Usta bir ressamın fırçasından çıkmış bir levhayı seyrettiğimizi, bir musikişinasın çaldığı bir müzik parçasını dinlediğimizi ve bir mimarın yaptığı güzel bir binanın karşısına geçip seyrettiğimizi düşünelim. Dikkat edecek olursak bu levha, bu müzik parçası ve bu binadaki güzellik ruhumuzda bir heyecan uyandırır.”

“Esas tabiat, sanat eserinin konu olarak seçtiği bir canlı veya nesnenin, onu benzerlerinden ayırıcı en önemli özelliğidir. Muhyiddin, sanat ile bu esas tabiat arasında yakın bir ilginin bulunduğunu düşünür.”

Yusuf Özkan Özburun– Gerçek Gündem

Nedir bizim gerçek gündemimiz ya da ne olmalı? Zihinler o kadar meşgul ki gündemler ile neyin gerçek neyin yapay olduğunu anlamaya çalışarak geçiyor vakit. Yusuf Özkan Özburun, gerçek gündeme dair yazmış.

“İki tür gündem vardır: Geçici, uçucu, değişken, kaygan, köpüksü gündem.

Kalıcı, sonsuza bakan, aslî, zaman ve mekanın sınırlarıyla sönümlenmeyen…”

“Hakikat gündemi’nin ezelden ebede uzanan ipucu, işaret ve çizgilerini takip ederek, her şeyin üstüne bir tül perde gibi serilmiş sebeplerin ardını gözleyen, kabuğa değil öze (lüb) itibar eden. (‘Fağtebiru ya ulil elbab’ hitabını hatırla…)”

“Sosyal ve siyasal gündemin işaretlerini de bir kitabın satırları gibi anlamlıca okumak durumundayız, fakat hatırlayalım ki kitaptaki harfleri, -kendinden öte bir anlam bütününe işaret eden bir harf olarak değil de- birer mürekkep lekesinden ibaret görüp lekelerin şekil ve detaylarında boğulursak ‘oku’ma ve anlamlandırma değil, oyalanma sözkonusu olacaktır…”

Bilal Can’la Söyleşi

Ülker Gündoğdu, Şiirlere Benzeyen Şairlerle Söyleşi başlığı altında şairleri ağırlıyor sayfasında. Bilal Can ile şiire dair bir söyleşi gerçekleştirmiş. Şiir, gelenek, kültür gibi konular işlenmiş söyleşide.

“Geleneği ne olarak algıladığımız ile alakalı bir durum bu. Gelenek, köklerle olan bağ, geçmişle olan ünsiyet, nereden geldiğini bilmekle ilgili bir tutum. Gelenek, İngiliz dilindeki “tradition”, Fransızcadan geçen bir kavram. “Tradition” kavramı, babadan çocuklarına aktarılan şeyler olarak anlam bulur.”

“Yazar ve şairler kendi muhayyile dünyasını kurarken gördükleri, yaşadıkları, kokladıkları, hissettikleri unsurlardan hareketle bir düşün dünyası kurarlar. Görmediğimiz bir şeyin hayalimizde yer edinmesi pek olası değildir. Hayalimizi besleyecek ve muhayyilemizi oluşturup hayalhanemize ışık tutacak metinleri ortaya koymamız, yaşadığımız, ağrısını, acısını, hüznünü, sevincini yaşadığımız belirlenmiş bir toprak parçası üzerinden – adına vatan diyoruz- hareketle bunlar esere yansır.”

“Şiirin salt bir renk barındıracağına inanmıyorum. Bu bir rengi dikta ettirmek olacaktır. Yazdığım şiirlerin bir itiraz, bir çığlık, bir kendine getirme eylemselliği barındırdığına inanıyorum. Salon şiirlerinden ziyade sokak şiirleri… Olabildiğince realiteyi edebî eserlere taşıma çabası. Aforizmalardan ziyade üzerinde durup düşünülecek ve okuyanı kendine getirecek anlamlar peşindeyim.”

Boykot Bir Şeydir

Boykotu hayatımızın merkezine almamız gereken günlerden geçiyoruz. Geçici değil, her zaman boykot demeliyiz artık. Çünkü zulüm durmak bilmiyor. Ömür Yaşar Kondel, boykot üzerine yazmış.

“Dünyanın gözü önünde oluyor her şey, biz uyurken, yürürken, yemek yerken, sohbet ederken yaşanıyor tüm insanlık dramı.”

“Vay canına sayın seyirciler!! Masum sivilleri acımasızca katledenlere destek vermenin anlaşılır olduğu, mazlumun yanında olmanın kabul edilemez, değersiz sayıldığı algısal zamanlar yaşıyoruz. Ne kadar kabul edilebilir göstermeye çalışırsa çalışsınlar, kabul etmeyeceğiz. Bu yenilir yutulur bir lokma değil, yemeyeceğiz, yutmayacağız.”

“Zalimlik müessesesi mazlumdan doğmuş değildir aksine ilkin kendi mazlumlarını var edip daha sonra yok etmekle sürdürülebilirliğine imkân tanımıştır. Mazlum, zalimin önüne bırakılmış yemden başka nedir?”

Kıyafetnâmeler Bize Ne Söyler?

Kıyafetname diye bir ilimden söz etmek mümkün. Belki günümüzde bu alan farklı yöntemlerle dile getirilse de bir zamanlar insanı okumak bağlamında kıyafetnameler oldukça revaçtaydı. Cansu Tekin, kıyafetnameler hakkında yazmış. Buradan çıkan sonuçlara ne kadar itibar etmeliyiz ya da bunlarla amel etmek mümkün mü? Bazı sonuçlar insanı ürpertmiyor da değil…

“İlkin kulağa kişilerin kılık kıyafetiyle ilgili bir kitap olduğu intibası verse de aslında ilm-i kıyafet kişilerin fiziksel özelliklerinden yola çıkılarak onların kişilik özelliklerini çözümlemeye yönelik bir ilim. Bu ilmin ilk örnekleri İslamiyet’ten önce Mısır, Yunan, İran, Roma ve Hint kültürlerinde karşımıza çıkar.”

“İlk olarak Hipokrat insanların bedensel özelliklerinden yola çıkarak hangi hastalıklara daha meyilli olduklarını bulup onları tedavi etmeye çalışmıştır. İslamiyet’le birlikte Arap ve Fars’lar özellikle köle seçerken kıyafetnâmeye başvurmuşlar ve kendilerine en uygun köleyi seçmeye çalışmışlardı. İslamiyet’i kabul ettikten sonra Türk’ler de ilm-i kıyafetten haberdar olmuş ve hastalıkların yanı sıra bu ilmi siyasette de kullanmışlardır.”

Şehirlerin Ecesi Bursa

Tarihiyle, kültürüyle, maneviyatıyla Bursa; gözbebeği şehirlerimizdendir. Ramazan Biçer, Bursa’ya dair yazmış.

“Bursa; maneviyatı, içinde geçirilen zamanı, mis gibi kokusu ve tarihi estetiğiyle bir şehriyardır. Osman Bey’in rüyası ve onun göğsünden dünyaya yükselen ulu bir çınardır. Alınması su ve hava kadar elzem olan şehri, ilk kez Osman Bey kuşatmıştır. Tam da bu kuşatma sırasında hastalanmıştır Osman Bey. Fethi gördü mü bilmiyoruz. Lakin Orhan Bey’e nasip ve müyesser olmuştur fetih.”

“Onu hep yeşil ile andılar, yeşilce isimler taktılar camilerine. Lakin bugün eski yeşilliğini ve doğasını kaybetmiştir. Buna rağmen Türkiye’de birinci, “Dünya Yaşanabilir Şehirler” listesinde yirmi sekizinci sırada yer almaktadır. Şehirlerin ecesi Bursa’nın, bu unvanını hiç kaybetmeden hep böyle iyi anılmasını dileriz.”

Teferrüc’den Öyküler

Muhammet Sinan Kökçü – Bizdeki Öteki

“Okunan şeyin ezan olduğunu bilip bilmediğinden emin değilim. Ezandır, en sefil ruh da olsa dokunur, tüm damarlarını kaplamış plakaları parçalar elbet. Mevsimler de kuşak çatışması yaşar gibi şaşkınlar. Bu eylül ortasında vıcık vıcık ter içinde herkes. Böyle giderse solumaya iyi havayı raflarda bulacağız.”

“İlerliyor aldırışsız, cami avlusunun alçakça kapısından kolayca geçiriyor, her an küçülen, çekilen bedenini. Koca koca adamlar var etrafında, kendinin ve şadırvanın. Köstekli saatlisi, beyaz takım elbiselisi, fötr şapkalısı, papaklısı, çeşit çeşit ihtiyarlar olmasına rağmen gözüne en genç olanı kestiriyor, o ne yaparsa aynısını yapacak.”

Emame Akman Harmancı – 23 Aralık Gecesi

“Güneşli bir gündü. Yedi yaşındaki kızını atlıkarıncaya bindirdi. Kız neşe dolu gülücükler saçtı çevresine. Babasına el salladı. Oyuncağın süresi bitince çocuklar indi teker teker. Ama o babasını bekliyordu. Adam gitti ve iki yaşındaki bir bebeği alır gibi kucakladı kızını.”

“Şubat akşamlarından birinde, ayazın insanın tenine bıçaklar batırdığı bir saatti. İçinde oturduğu dört duvar kendisine dayanılmaz bir sıkıntı verdi. Sokağa attı kendini. Ruhunda günden güne büyüyen sessiz acı o gün çığlık çığlığaydı. Suni bir yaşam döngüsünün içinde sürükleniyordu adeta.”

“Soğuk bir şubat akşamı, ıssız ve karanlık bir sokakta, kaldırımın üzerinde genç bir adamın çırpındığı görüldü. Yoldan geçen bir çift durup ona bakınca yerdeki adamın bir çeşit nöbet geçirdiğini düşünerek yanına gittiler ve gördükleri karşısında dehşete düşmüş bir vaziyette telaşla ambulansı aradılar.”

Alparaslan Kılınç – Hacı Murat

“Dışarıdan “küüt” diye bir sesin gelmesiyle birlikte Hasan amcanın oğlu Yusuf’a seslenmesi artık evdeki rutin işlerden biri olmuştu. “Yusuf oğlum koş, bizim arabamıza çarptılar? Ben de üzerime bir şeyler alıp geliyorum.” Yusuf camdan dışarı bakmıştı bile, “Baba telaşlanma çöp arabası çöpleri almaya gelmiş. Onun sesi.” dedi ama Hasan amcayı ikna edebilene aşk olsun.”

“Kasetçaları elbette kendisi açacak. Olur da onlar açmaya kalkarsa bozulur. Ne gereği var. Kendisi açar. Şimdi Nazike teyzenin ve çocukların sevdiği şarkılar çalacak onlar da güzelce eşlik edecekler diye düşünüyorsanız maalesef yine yanıldınız. Pikniğe gidilip geldikten sonra arabanın en ince ayrıntısına kadar temizliği başlar. Siz deyin üç gün, ben diyeyim beş gün sabunlu sularla, cilalarla bu temizlik sürer.”

“Sanki de yaşama sevinci kalmamıştı ve dünyaya küsmüştü. Onun bu durumunu gören başta ailesi olmak üzere mahalleli Hacı Murat sevgisinin bu kadar derin olduğuna inanamamıştı. Üç beş gün sonra da mahalleli öldüğünü öğrenince çok üzüldü.”

Teferrüc’den Şiirler

Şimdi sövmeyeceksem ağzımı doldura doldura
Aklımda tutarak ve koyarak hedef tahtasına
İsrail adlı kâfir ve zalim ve işgalci terör devletini
Ne zaman yürüyeceğim üstüne buğuz tarrakasıyla
Ne zaman işleyeceğim ince ince vebal hanelerini
Erol Yılmaz

bu kan ne kadar soğuk
bu iblis ne kadar albenili
sararmış yapraklara bassam
içim kan ağlar
basmasam hüznümde deve dikenleri
hangi pazar ölsem dirilmemek üzere
hangi pazar uyusam bir yar kucağında
bu anılar çok yordu
çok yağmur yağdırdı üstümüze
çok diken çok sızı çok arapkızı
Müştehir Karakaya

neden mesela yangın toplar kapı eşikleri bazı geceler
mesela neden gürül gürüldür camlar böyle çıplak görünmekten
kim bilir hangi yön arasıdır o fitneci -surları bile tutamaz
direnmeyi hangi zeytin ağacı içti böyle uzun uzun

balkonları bırakıp ordaki kavgaya mı batırsak dişlerimizi
Sinan Davulcu

Sevgilim cesedimi çiğnemekle meşgul
Ölüm beni çağırıyor ayağına
Kaval müthiş çalgı çalıyor
Baldır halaya kalkmış durmuyor
Bütün silahlarımı bıraktım sevgiliye karşı
Hariç tutuldu kelimeler
Ona doğrultup, kendime sıktığım mermiler
Ahmet Ataş

Sokakların erguvani dili
Göğü beklemeyi senden öğrendim
Sen kuşları çok severdin
İlk ve son sevgilimdin
Gül Yıldız Ermiş

Uzaklarda siyah bir taş içinde cennet
Nice beyazlar döner dönmek döner

Bu çoklukta yok olmak iyi dostum
Zaten ha varsın ha yoksun
Kenan Çayıroğlu

ksa adında virt ısmarladım dilime
Kalbimin kabzasında
Doksan dokuz ad
Esirgeyen ve bağışlayan
Merhaba Aksa gözlerinden öptüğüm
Dünya ahret sevgilim
İnsanlığım, İslamlığım
Hicretimi müebbete çevirme
Cihat Barış

İyelik ekleriyle mevcut sahip olduğum şeyler.
Yusuf’u sev, etimoloji oku sonra Allah ü alem
Define için açılan derin çukur, yağmur suyuyla bir kuyu oluverir.
Mehmet Hasan Doğruer

Hani insanoğlu, yeryüzüne gelişin
Varsa hissene düşen kutsal bir defi
Yeryüzünde acı çığlık, korkunç bir ses
Ve insanoğlunda leş bir nefes
Bu leşi, bu kiri, bu cesetleri
Bu günahları, bu sapkınlıkları paklar mı bir Nuh Tufanı
Çocuk cesetleri ile yıkanmış günahlar
Çocuk cesetleriyle temizlenmiş silahlar;
Çocuk cesetleriyle yeryüzünde ahlar
Vadedilmiş toprakları masumların kanıyla yıkarlar
Gurbet Duymuş

Köklerimle örüldüğüm yeryüzü oyasının
Yirmi sekizinci ilmeğiyim
Hayallerim kurak bir asrın çatırtılarına esir
Yağmur dilenen kum tanelerinin bahanesi,
Sararmış gün ışığının hicabını delen
Latif bir nazarın korkusuz müdavimiyim
Nagihan Aydın

Yediiklim, Sayı: 407

Yediiklim dergisi 407. sayısına ulaştı. Giriş yazısında; “Sanma bu tekerlek kalır tümsekte” diyerek içimize umuda dair bir ışık gönderiyor. Her şeye rağmen ayakta kalmak gerek. Yarını aydınlatmak istiyorsak bunu ancak ayakta durarak başarabiliriz.

Giriş yazısından…

“Bütün sise, ayak oyunlarına, kör karanlıklara, şatafatlı bulvarlara rağmen, insan hak bildiği yolda ayaklarını sabit tutabilirse yarın elbet onun olacaktır. Dünyanın gidişatına rağmen bize düşen yoldan sapmamak, çok meşakketli de olsa yolun hakkını vermektir.”

Sanatın Doğası

İsmail Kıllıoğlu, sanatın doğası hakkında yazmış. Sanat halleri, insana ve topluma sanatın kattığı değer insanın doğası ile de ilgili bir durum. Bunları birleştiren bir zemini kurmak da sanatçının görevi.

“Genel bir yaklaşımla bilimin, evrene, dünyaya, doğaya, insana ve topluma ilişkin olan, doğal olguları, olayları ve oluşumları, gerek oldukları durumda, gerekse meydana geldikten sonra tanımlamaları, sınıflandırmaları, nitelik ve özellikleri gibi işlemleri araştırarak incelemeye yöneldiği söylenebilir. Bu yöneliminde bilim duygulardan ve sezgilerden daha çok akla öncelik tanır, dayanır ve güvenir.”

“Yüzyıllar ve dönemler itibariyle hâkimiyetini sürdüren bu anlayış ve temelde ona bağlı kalan yaklaşımlar, sanat etkinliğine bağımsızlık tanımayarak, ancak işlevi, önemi, etkisi gibi belirleyicileri bakımından ele alıp açıklama ve değerlendirme gereği duymuşlardır.”

“Özetle sanatın, özellikle de edebiyatın ve onun insan, toplum ve tarihi olgu, olay ve durumları konu edinip, bunların doğasını, yani öz, içerik ve anlamlarını olduğu gibi yansıtması önerisi, kaçınılmaz olarak farklı, değişik sorunları beraberinde getirmekten uzak sayılmamalıdır.”

Bitmeyen Bir Tartışmanın Kabak Tadı Hakkında: Türk Edebiyatı mı, Türkçe Edebiyat mı?

Mehmet Sümer, edebiyat gündemini bir süre meşgul eden Türk Edebiyatı, Türkçe Edebiyat konusu hakkında yazmış. Bu tartışma bitmeyecek, belli. Çünkü ortada büyük bir edebiyat var. Bunun kaynağına göre bir sınıflandırma yapmak da çok kolay görünmüyor.

“Son birkaç senedir edebiyat ortamında temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp ortaya sürülen bir tartışma var: “Türk edebiyatı” mı “Türkçe edebiyat” mı? Edebi kamuoyu, sık sık gündeme getirilen bu tartışmanın etrafında ikiye bölünmüş görünüyor. Bir grup, “Türk edebiyatı” demeyi âdeta vatan müdafaasıyla eşdeğer görüyor. Diğer bir grup ise bildiklerinden şaşmamakta kararlı. Doğrusu “Türkçe edebiyat” demeyi tercih edenlerin bu konuda tartışmaya pek hevesli olmadıklarını, yalnızca öyle ifade etmeyi tercih etmekle yetindiklerini gözlemliyorum.”

“Meseleyi siyasallaştırarak konuşulamaz hâle getirmek, sağlıklı bir tutum değildir. Zira “Türkçe edebiyat” demeyi tercih edenlere karşı tahammülsüzlük gösterenlerin takındıkları tavrın kimseyi ikna etmediği aşikârdır. Hele daha da ileri giderek Türkçe edebiyat diyenleri âdeta vatan hainliğiyle suçlamaya varan saldırganlıklar, edebiyat ortamında en evvel şart olan müsamaha ve anlayışı tahrip etmektedir. Edebiyat ortamına davet edilen bu faşizan atmosfer, davet edenler de dahil kimseye yarar getirmeyecektir.”

Asya’dan Avrupa’ya Giden Ölümsüz Atlılar

Ersin Nazif Gürdoğan, Asya’dan Avrupa’ya Giden Ölümsüz Atlılar yazısında bir tebliğ metodunu anlatıyor.

“Müslümanlar İlk Peygamber’le başlayan, Son Peygamber’le tamamlanan İslâm’ın, Mekke’de doğmasının, Medine’de büyümesinin, üzerinden yüzyıl geçmeden, üç ana kıtaya kültürlerini taşırlar. İçe dönük kapalı kale kültüründen daha çok dışa dönük, açık kervan kültürü olan İslâm, dünyayı bir ucu Asya’nın ortalarından Kafkas’lara, Kuzey Avrupa’ya, bir ucu Kuzey Afrika üzerinden Güney Avrupa’ya uzanan bir hilal gibi kuşatır. İslâm’ın dünyada benzeri görülmeyen bir hızla yayılması, silah seven askerlerin güçlerinin büyüklüğüne değil, kitap seven insanların, etkilerinin büyüklüğüne dayanır.”

“İslâm’ın doğuş yıllarında, Son Peygamber’le birlikte, Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kalan İlk Müslümanlar, hiç bilinmeyen Yesrib’i, çok bilinen Medine’ye dönüştürürler. Dünyanın hiçbir ülkesinde eşi olmayan Medine’nin, semalarında meleklerin kanat sesleri, Habeşli Bilal’in okuduğu ezan seslerine karışır. Dünyada bir yolcu gibi yaşamasını bilen İlk Müslümanlar, üretmediklerini tüketmezler, alın terlerinin, göz nurlarının, el emeklerinin karşılığından, daha fazlasına özenmezler. Onların Medine’si İslâm tarihinin, altın yılları olan “Dört Halife” döneminin başşehri olma onurunu taşır.”

Eray Akpınar ile Söyleşi

Yunus Berk Üstün, Eray Akpınar ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Şiire, direnişe, Gazze’ye dair notlar var söyleşide.

“Bir şiiri okumak, o şiirin üzerine bir çerçeve koymaya benzer. Bu çerçeveye okuyucunun duyargası diyebiliriz. Şairin kendi içsel referans çerçevesinin üzerine belki enden daha geniş boydan daha kısa, belki boydan daha uzun enden daha dar kendi çerçevesini yerleştirir okuyucu. Ben bugüne kadar iki çerçevenin birebir aynı olduğuna hiç rastlamadım. Bu sahnede kesişen kümeler şiirin belki ana temasını belirler, geri kalanı ise tamamen şiirle okuyucunun özelidir. Doğru yolda mısınız? Okuduğunuz şiirin parçaları sizdeki hüznün kalıbına tam oturuyorsa bu sorunun cevabı, şiirin anlamından daha açık seçik biçimde bellidir.”

“Şair, gerçeğin ne kadar bükülürse kırılacağını en iyi bilendir. İki zıt ucu öylesine büker, ikisi de birbirinin üstünde durur, o zaman kendi sözüne yalan deme hakkına sahip olur. Bu açıdan, izlenimimizin her kıvrımını camları buzlu Ali Türbesi’nde imgeyle işleyemiyorsak türbedarın bu sözüne de kolay kolay şerh düşemeyiz. İlla bir duygudan bahsedeceksek, “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın.” Gayrısı yalan. Ben kendi yazın hayatımda gördüğümü hiç yazmadım, yazdıklarımda görmediğim bir şeye de rastlayamazsınız.”

“Şiir yazma sebebime gelirsek; hasta uykularda, acılı baygınlıklarda ağzıma bal çalınmışlığı yoktur. Kırklar bana hece, vezin öğretmedi. Yalnız ilkin, herkesin duyduğunu sandığım bir sızıyı bastırıyordum.”

Bir Kelimeyi Düşünmek: Ağa

Mete Çamdereli ile bu sayı “ağa” kelimesinin ardına düşüyoruz. Kelimenin çağrıştırdıkları ve ifade ettiği anlam zenginliği işleniyor yazıda.

“Kürre-i arzda her kelime değerlidir ve kendi anlam alanını içkindir; zihinlere kendine özgü göstergesel bir değer bırakır ve konuşucular bir iletişim durumunda o değerin mübadelesiyle işlem yapar. Ağa’nın göstergesel değeri, onu diğer kelimelerden ayırt edecek kavramsal ve kullanımsal kendiliğe işaret etmesidir. Ağa’nın işaret ettiği kendiliğin kavram alanı yeterince hacimli, delalet yelpazesi yeterince geniştir.”

“Ağa, koca ve baş gibi pek başta olmaz; ağa bey, ağa baba, hatta ağa han gibi birkaç istisna dışında ister mesleki bir unvanı, ister idari bir rütbeyi bildirsin, niteleyeceği kelimenin sonrasında kullanılır.”

Yemek Masasının Hüzünü

Yemek, sofra, aile, yemek masası… ve daha fazlası toplumsal bir kümelenmede en sıcak başlıklar olarak yer alıyor hayatımızda. A. Talip Köktaş, yemek masasının hüznünü anlatıyor. Evin baş köşesinde kendine yer bulan ama büyük bir yalnızlığı yaşayan yemek masaları…

“Eskiler, “Evlilik, iki gönül bir olunca samanlığın seyran yeri olması.” derdi. O zamanlarda evlilik, eşyanın değil sevginin evde hüküm sürmesiydi. Evin temeli eşya üzerine değil, muhabbet üzereydi. Çok sonraları öğrendi insan bunu.”

“Düzene ayak uydurmak, uyum sağlamak diye bilinen Konformizm, cellâdı şimdi bütün evliliklerin. “Sende olan bende de var!” diye diye hayatın teşhir salonuna çevrildi evler. İtiraz etmek yerine boyun eğmek yaşananlara, kapı aralamaktır ayrılığa. Ne kadar itiraz etseniz de bu seçim, demokratik bir toplumda yaşıyor olmanın dayatmasıdır. Aidiyet duygusu, gerekliliğidir bunun.”

“Koskoca evlerimizde yalnızlığımızı fark ettiren bazı nesneler vardır. Bunlardan biri de salonun en güzel köşesine aldığımız yemek masasıdır. O, orada durduğu halde, hala ya mutfakta ya da yer sofrasında tercih ediyoruz yemek yemeyi. Pahalı evlerdeki yemek masası kadar yalnızız şimdi hepimiz!”

Yediiklimʼden Öyküler

Osman Koca – Kâbus

“Allah’ım! Senin bize öğrettiğin yol dar bir yol ve ben bu dar yolun daracık kapısından nasıl gireceğimi bilemiyorum. Lütfen, yardım et bana. Dar Kapı çıkıyor karşıma. Giriyorum. Yolum meydana varıyor. Uzun, tek çizgili. Gide gide antre soluyorum tıknefes. Ağlıyor muyum? Hayır! Bu damlalar tuzlu değil, bilakis çok sıcak. Ama olamaz! Bayramlık bu elbiseyi bana kim, niçin giydirdi? Nerdeyim ben Allah aşkına? Bu adam da kim? Gömgök bakışlarında hiç de heyecan yok gibi. Konuşmuyor benimle.”

 “Uyanmalıyım, kötü hem çok fena bir rüya, hayır; bir kâbus bu. Kâbus evet kâbus. Heyula tipi. Monster tarzı. Yoksa bunca garip hadiseyi nasıl izah edebilirim? Biraz geriye dönüş… Belki de bir romanın içindeyim şu an. Yazarın kıvrak ve makûs tuşlarına gebeyim belki de. Öyle ya da böyle geri dönmeliyim. Zamanı tersine çevirmeliyim. Gayret etmeliyim.”

“Yine ben neler düşünüyorum böyle? Bir simeranya mı yoksa ütopya mı kurgusal benliğim? Düşünmemeliyim kısası. Hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi düşünmemeliyim. Gazze’deki soykırımdan, Afrikalı aç çocuktan tutun da Amerika’daki zenci katliamlarına kadar hiçbir şeyle ilgilenmemeliyim. Ogadişu, Keşmir, Kerbela, Bosna, Türkistan, Irak, Suriye, Habeş soylusu, Trinand kraliyet ailesi, zadegânlar ve guraba takılmamalı kirpiklerime.”

Mukadder Uçar Beyoğlu – Bakkal Amca

“Yok yoktu Dağıdelen Bakkaliyesinde. Bu söze, ilgilileri için açıklık kazandırmak boynumun borcudur ki yanlış anlaşılmayayım. Öyle tahmin edebileceğiniz kadar envaiçeşit malzemeye, bilindik marketler gibi geniş bir alana sahip; tıka basa dolu değildi burası. Bilakis, ancak üç kişinin sığabileceği, dördüncü ve en son gelen müşterinin kapının önünde beklemeye razı olmak zorunda kaldığı, acelesi olanın ya dışarıdan seslendiği ya da şansına küsüp en yakındaki başka seçeneğe koştuğu, ticari amacın biraz yavaşladığı, tevazünün doruğunda küçük bir işletmeydi.”

“Önceleri, uzun bir süre büyük kız Fikriye Abla durdu dükkânda. Yaşı geçkince bir genç kız olmasına rağmen çocuksuydu. Hem konuşması hem düşünme şekli hem zevkleriyle olgunlaşmamış bir kız çocuğunu andırırdı. Mahallenin kadınları buna göre bir tutum geliştirmişlerdi ona karşı. Babasının ağaran ve çoğu dökülmüş saçları olmasa -nedense ona kel diyemiyorum çocukları içinde en çok benzeyeniydi.”

“Evin eksiklerinden dolayı toplu bir alış veriş yapmak gerekiyordu, hâliyle büyük bir marketten ancak sabah ekmek, peynir için gittiğimde kaptırmışım kendimi. Çeşit çeşit taze meyve ve sebzeler; yöresel peynir, çökelek, sürk, tuzlu yoğurt, tereyağı, bal, köy yumurtası, günlük süt, yoğurt -inanmazsınız belki ama tavuk baget, pirzola…; ampul, pil, çerez, damacana su…. Daha fazla sıralamaya utandığım bir evin ihtiyacı olabilecek bir sürü şey…”

Sümeyye Görmüş – Şaheser

“Bu hafta dördüncü kez bu kapının önündeki desenlerle bakışıyordu. Kuru meşeden yontulmuş eski kapının eşsiz yaldızlı desenleri, içeride karşılaşacaklarına ziyaretçilerini hazırlamak istermiş gibi önceki günlerden daha bir heves ve gayretle parıldıyordu. Kapı usulca aralanırken içeri, buradan girmeye hakkı olan tek kişi girdi. Titrek adımları karmaşık desenli bordo halının üzerine değdiği anda, odadaki herkes onun geldiğini anlamıştı. Yalnız bu gelişinde daha başka bir geliş vardı, lakin şövalenin önüne oturana kadar kalbindeki derdin ne olduğunu anlayamayacaklarını bilirlerdi.”

“Heyecanla düşünmeye koyuldu, bu renk hayatını en çok yansıtan mı olmalıydı, yoksaen sevdiği şeyleri temsil eden bir renk mi? Kararsız bir şekilde homurdanırken bakışları boyalarına kaydı, sanki normalden farklı bir şekilde heyecanla kıpraşıyorlardı. Bütün bunlara bir anlam verememişken tuhaf bir ses duydu.”

“Son bir kez kızına gülümseyerek odadan çıktı, bu resmi son defa gördüğünü ve bu odaya son defa girdiğini bilerek. Adımları ağır ağır odadan uzaklaşırken kalbi vuslat ateşiyle harlanmış ressamın artık geriye bakmasına gerek yoktu.”

Yediiklimʼden Şiirler

Henüz ilim ayrılmamıştı
Ve akan bir suydu
Mekân ve zaman
Ve ayrılmamıştı aydınlık karanlıktan
Ve karalar ayrılmamıştı okyanuslardan
Ve sema karanlıklardan ayrılmamıştı
Ve ayrılmamıştı gündüz geceden
Ve tohum ayrılmamıştı topraktan
Ve suret suretten ayrılmamıştı
Ve ahsen-i takvimdi sure
Alemlerin rabbinde sonsuz
Bir asktı vedâd
Ve o büyük hac ile ayrılmamıştı
Muhammed Allah’tan
Ali Günvar

Göğü topladım;
Kuşlara muska taktım
Annemden hatıra
Özlemini gökyüzüyle gizlerdi hep
Bir selam almaya görsün
Beklemek bitmeyen bir masaldı onda
Bekledi mevsimler boyu sen gelmedin
Arif Ay

Her birimiz
Birer örümceğiz
Ağlarımız kendimizce muhkem
Çok iyi biliyoruz
İnneevhene’l- büyût
Le- beytü’l- ankebût
Tertîl üzere
Ne de güzel
Okuyup duruyoruz
Nihat Hayri Azamat

Filistin’de açan çocuk
Kökleri gökte
Yıldızları yutmaz dünyanın külünü
Aya döker içini
Ay getirir uykusunu
Rüyasında Kudüs’ten
Köklerine doğru yükselir
Hayatla oynamaz Filistin’de açan çocuk
Fanidir yaşayan her arkadaşı
Küllü bir kıyametin tam ortasında
Her fani gibi ölümdür aşı
Mermidendir misket, bombadandır çadır
Annesi duada, hep duadadır
Bırakmazsa peşini deniz kokusu
Azat etmezse sayet kuşlar semayı
Alır mevcudunu serer toprağa
Babasıyla beraber secde eder Rahman’a
Alper Gencer

Çivi yaraları gibidir
İhtimal çivi bombalarının
Açılması her sabah
Her akşam bir göz gibi
Kabuk bağlar mı?
Açılan bu yaralar
Kabuk üstüne kabuk her sabah açılanı
Ecza olsun diye yalar mı?
Bedeni tir tir titreyen çocuk
Ali Sali

Değil mi ki biz cümleten aykırı
Çakıl taşlarını toplar olmuşuz da
Atmak için alnına şeytanları
Mevsim geçti yapraklar sarardı
Bir sessizlik çöktü etrafa
Denizin yakamozları gibi.
Nurettin Durman

Beklediğimiz kıyamet kopmadı
Sûr’a üflese de İsrafil var gücüyle
Çocuk gövdelerinden, kemik seslerinden
Uykuya dalamadık dün gece
Kalbimiz titredi ve sarsılarak ağladı duvarlar
Bir yanıp bir sönüyordu vicdanımız karanlıkta
Durmadan ölüyordu renkli bombalarla çocuklar
Kapıları kıra kıra yürüyen Azrail’e rağmen yaşıyorduk
Ayşe Altıntaş

Sırtım ter, bir makineyi yutar gibiydim
Cesetler girmemişti rüyalarıma henüz
Yeni başlıklar açmamıştım adımın altına
Kollarım inceydi sizin kadar olmasın
Ellerim safi kirden buketler
Yaktığım her ateş yağmur
Bir tam olarak görünemiyorum aynada
Dizlerim eskisi gibi kanamıyor
Nar ayıklıyor dedem bir elinde sigara
Yusuf Emir Culha

Şehir ve Kültür, Sayı: 115

Şehir Kültür dergisi, 115. sayısına da Ümit Meriç ile başlıyor.  Bu sayı bir şiir okuyoruz Meriç’ten. “Adım İstanbul Benim” diyor Meriç şiirinde. İstanbul sevgisini dize dize dokumuş şiirinde.

Benim adım İstanbul!
Afrika’ya dek gider
Eteklerimin ucu
Saçlarımı istersem
Savururum Rusya’ya…
Gözlerim mavi benim
Yanağımda her bahar
Eflâtun erguvanlar
Demetle çiçek açar..
Boğaz yamaçlarında
Servilerden minare
Çınarlardan bir kubbe
Yan yana bağdaş kurar
Bazen kendi kendime
Hüzünlenir ağlarım.
Üsküdar’a giderken
Bir yağmur alır beni…
Bazen sisten bir tülle
Perdelerim yüzümü
Kimseler görmez beni.

Kütahya ve Evliyâ Çelebi

Evliya Çelebi’nin Kütahya’ya dair notlarını paylaşmış Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak. İlk olarak seyahatnamelerin gelenekteki yerini anlatıyor Kızıltoprak. Daha sonra Evliya Çelebi ve Kütahya üzerine değiniler var yazıda.

“Seyâhatnâmeler, özellikle halk bilimi ve tarih araştırmalarında önemli başvuru kaynaklarındandır. Bu türdeki eserler; konu edindikleri mekânları ve coğrafyayı olduğu gibi ve tüm özellikleriyle anlatması yönüyle tarihe, kültüre, sosyal hayata ve daha birçok özelliğe ışık tutar. Seyâhatnâmelerde gezilen ve görülen yerler, hemen her özelliğiyle aktarılır.”

“Kütahya, tarih boyunca Evliyâ Çelebi gibi büyük şahsiyetleri bağrından çıkarmış bir şehirdir. Osmanlı döneminde Anadolu Beylerbeyliği’nin merkezi konumunda bulunan Kütahya Sancağı; kuzeydoğuda Trabzon’a, doğuda Sivas’a, güneydoğuda Karaman’a, batı ve güneyde Ege ve Akdeniz’e kadar uzanan bölgenin merkezi durumundadır. Mısır, Bağdat ve Budin vezirliklerinden sonra kendisinden üst bir vezirlik bulunmamaktadır. Evliyâ Çelebi, Anadolu Beylerbeyliği’nin merkezi olan Kütahya’ya bağlı toplam 14 sancağın olduğundan bahseder.”

Sertarikzade Kültür Ve Sanat Merkezi

Mehmet Kamil Berse bizlere Sertarikzade Kültür Ve Sanat Merkezi’ni anlatıyor. Bir programdan hareketle ele alıyor Eyüp Sultan’daki bu mekânı.

“Bu mekanı geçerken bir kere dışarıdan görmüş ve hayran kalmıştım… Yerel yönetimlerin yeşerdikleri toprakların mazisine tarihine sahip çıkıp mazide hizmet görmüş önemli mekanların tekrar ayağa kaldırılması için gayret eden yöneticilerine milletim adına teşekkür ederim… Programımızın Cuma akşamı saat 20 de olması günün yorgunluğuna rağmen şahsım adına keyif verici bir sohbet oldu.. Dinleyicilerimizin yarısı hanımefendi idi. Hanımların bu tür toplantılara ilgi ve alakası çok değerliydi.. Konu ise mekanın ruhaniyetine uygun olarak belirlenmişti.. Ömrümü böyle mekânların tarihi ile ilgilenmeye adamış ve araştırmalarımla gerçekleri ortaya çıkarmaya gayret etmekteyim.”

“Son yüzyılın önemli merkezlerinden birisi olan bu yapı sadece Eyüp Sultan beldesi için değil, özellikle başta tarihi yarımada olmak üzere İstanbul başkenti için son derece önemli anekdotları içinde barındırır. Son dönemde tarihi yapılar içinde talihsiz bir evre geçirmiş bu bina, yaşattığı tasavvufi kültürün argümanlarını kaybetmiş olmanın getirdiği boşlukla bir dönem büyük bir yok oluşla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle mimari açıdan son derece önemli bir konumda olan tekke binası tasavvufi kültürün yaşamını içinde sırlamış fakat bununla birlikte yapısal özelliklerini de kaybetmeye başlamıştır.”

Itır

Bilal Arıoğlu, ıtır kokulu bir yazı kaleme almış. Her sayı bir çiçeğin dünyasına giriyoruz Arıoğlu ile.

İstanbul balkonlarının en güzel süslerinden birisi de ıtır çiçeğidir. Itır güzel koku manasına gelmektedir. Pembe beyaz renkte açan çiçekleri kadar yapraklarının deseni de güzeldir. Büyük ve tüylü yapraklarının kenarları oyalıdır. Itır çiçeği ve yaprağı süsleme sanatında motif olarak kullanılır. Özellikle çeyiz sandıklarını süsleyen iğne oyalarında tercih edilen bir motiftir ıtır yaprağı. Muhammet Ali Demir tez çalışmasında ıtırın zengin kullanım alanını şöyle tarif etmektedir; “Arapça isim olan ıtır, sardunyagillerden, yaprakları güzel kokulu, çiçekleri türlü renklerde olan bir süs bitkisidir. Türkçe’de daha çok güzel koku anlamında kullanılan ıtır kelimesinden attar (güzel koku satan), ıtrî (kokulu), ıtriyyât (güzel kokular, güzel kokulu yağlar), ıtırnâk (güzel kokulu), ve muattar (güzel kokulu) gibi kelimeler türetilmiştir.”

İstanbul’a Dokunmak

İstanbul’a dokunuyoruz Mehmet Mazak ile. Şehri sevmek, şehrin maneviyatını hissetmek, anne şefkatiyle şehre bakmak ancak bir şehri ruhunda hissetmekle olacak duygulardır. Mazak İstanbul’u çok sevdiğini her cümlesinde hissettiren yazarlardan. Bu yazı ile de İstanbul’a dokunuyoruz bir sevgiyi çoğaltarak.

“İstanbul’a dokunmak anne şefkati yüreği gerektirir. İstanbul’a dokunmaya çalışan ve bir müddet bu şehirde yaşayan kimsenin güzel hislerle hatırlanmaması mümkün değildir. İstanbul “Bin sevgilisi olan peri kızı” gibidir. Bu şehri sevmek için çok ama çok sebepler vardır. İstanbul, Fildişi kuleleri plazaları ile değil, “Elif ” gibi dimdik semaya yükselen minareleri, Nuhun gemisi misali kubbeleri olan camileri sevilen ve dokunma hissi uyandıran bir şehirdir. Adolphus Slade;”Boğaziçi, kaprisli bir mimarinin en nadide hatlarıyla bezenmiş, gözü okşayan renklerin oynaştığı “güzel”in ta kendisidir.“ dediği Boğaziçi ile, tarihi binaları farklı kültürleri içinde barındıran mimari yapıları ile bunların bir araya getirdiği kültürel harmonisi ile sevilen bir şehirdir.”

“Sonuç olarak İstanbul büyük bir hazinedir, bu hazineye sahip çıkmamız ve yad elleri dokundurmamamız gereken bir şehirdir. İstanbul’a dokunmak bu şehre gönül vermektir.”

Bir İstanbul Beyefendisi: Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu

Mehmet Nuri Yardım, bu sayı bizlere Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu’nu tanıtıyor. Hekimliği, kültüre verdiği değer, sinema arşivi gibi birçok konudan bahsediyor Yardım.

“İlim ve irfan ile mücehhez büyüklerimiz vardır ve şükürler olsun ki onlar, örnek hayatlarıyla aramızda yaşıyorlar. Şayet belli bir şöhrete erişmemişlerse onları tanımıyor, aramıyor, sormuyoruz. Hâlbuki ömürleri boyunca didinip uğraşmış ve büyük medeniyet yapımıza tuğlalar taşımışlardır. O abide kişilerden biri de Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu’dur.”

“Öncelikle iyi bir bilim insanıdır Şatıroğlu. Histoloji (Doku bilim) dalında çalışarak emekli oldu. Prof. Dr. Halit Kayalı ve Prof. Dr. Mustafa Taşyürekli ile birlikte hazırladığı İnsan Embriyolojisi isimli eseri, yüksek baskılara ulaşmıştır. Sanata çok meraklı olan büyüğümüz, zengin koleksiyonu olan, sevecen bir İstanbul Beyefendisidir. Üsküdar’ın ezelî ve ebedî hayranı, semte ve Üsküdarlılara âşık bir gönül insanı olduğunu söylemeliyim.”

“Güngör Şatıroğlu’nun sohbeti güzeldir. Yıllar önce Üsküdar Balaban Tekkesi’nde düzenlediğim bir sohbetini dinlemiştik. Bize eski Üsküdar’ın unutulmaz güzelliklerini ve bugün pek bilinmeyen geleneklerini, örf ve âdetlerini anlatmıştı. 13 Aralık 2015 tarihinde ise yine Üsküdar’da “Batı’dan Doğu’ya Taş Plak Dinletisi” başlıklı programı da büyük bir ilgi ile takip edilmişti.”

Bindik Bir Alâmete…

Büyük şehirlerde yaşamanın da kendine has kuralları vardır. Hatta bir kültürü vardır da diyebiliriz. Alper Göncü, metro kültüründen bahsediyor yazısında.

“Şehirde yaşamakta olan farklı kültür katmanlarına mensup kişilerin kanunlar ve adab-ı muaşeret çerçevesinde toplu yaşam kültürü oluşturup, hafıza inşa etmesi, kent kültürü olarak tanımlanabilir. Bu kültürün ayrılmaz bir parçası olan kamu taşımacılığı, yazılı ve yazılı olmayan kurallar bütünü olarak karşımıza çıkar. Umumi işleyişin aksamaması için zaman içinde oluşan tecrübelere dayanan ve karşılıklı saygıyı esas alan toplu taşıma kuralları, yolcuların huzuru, güvenliği ve konforunu öncelikli kılar.”

“Londra metrosunda yol almakta olan sakin bir vagon, bir anda maçtan çıkmış kafası dumanlı, dövmeli, kel ve yarı-vahşi holiganların istilâsına uğrayabilir. Bunların çoğu da turnikenden atlayıp perona giren tiplerden oluşur. “Bırak Sarhoşu Yıkılana Kadar” diye düşünen güvenlik unsurları bu elemanların taşkınlıklarını görmezden gelir.”

“Takma tırnaklarla, dokunmatik ekrana nasıl söz geçirdiğine şaşırdığımız genç kızlar için makyaj aynası vazifesi de gören akıllı telefonlar birçok öğrencinin yolculuk esnasında ders dinlemesine olanak sağlıyor olsa da bu kardeşlerimizin akıllarında okulu bitirmek değil, mezun olduktan sonra hangi ülkeye kapağı atsam düşüncesinin olması ayrı bir toplumsal gerçek olarak karşımıza çıkıyor.”

İlhami Emin’le “Yürüyen Duvar”

İlhami Emin’i anlatıyor Necla Dursun. “Rumeli coğrafyasının en önemli yazar, şair, gazeteci, tercüman ve radyo programcısıdır dersek onu eksik tarif etmiş oluruz.” diye başlıyor Emin’i anlatmaya Dursun. Çalışmalarından bahisler açtıktan sonra Emin’in ilk romanı Yürüyen Duvar’ı detaylı olarak ele alıyor.

“Zaman içinde farklı dil ve kültürle inşa ettiği kişiliğini sanata dönüştürdüğü bilgi birikimiyle güçlendiren İlhami Emin şiirlerine hakim olan felsefenin kaynağı aile kültüründen devraldığı inanç mirasıdır. İslâm’ı Melami anlayışına göre yaşayan yazarın satırlarında; varlık, yokluk, barış ve sevgiyi sorgulatan, düşündüren bir yaklaşım bulunur.”

“Anılarını Balkanlar ve Türkler adıyla yayınlayan yazarın edebi külliyatı sadece kitaplar ve şiirlerle sınırlı değildir. Tiyatro için de yazmıştır. Yabancılar adlı tiyatro oyunu 1969 yılında Üsküp Halklar Tiyatrosu Türk Dramı tarafından sahnelenmiş, aynı yıl televizyona uyarlanarak halka ulaşmıştır. Nasrettin adlı eseri 1971 yılında yine Üsküp Halklar Tiyatrosu Türk Dramı sanatçılarınca sahnelenir.”

“İştip, Kumanova, Radoviş, Köprülü, Prizren, Üsküp, Nikşiç, Valandova ve Usturumca gibi birçok Balkan şehrinin adı geçtiği Yürüyen Duvar’ın tanıtım bülteninde sözü edilen Yörük Osman kitabın ana karakteridir. Henüz on yaşındaki Osman’ın kendini bulma arayışından kitabın sunuş bölümünde Sabri Kuşkonmaz şu cümlelerle söz etmiştir ki, Roman ve Coğrafya – Edebiyat ile Balkanları Okumak adlı kitabın yazarı olarak bu cümlelerin bana çok şey ifade ettiğini özellikle belirtmeliyim.”

Sarayda Sessizliğin Ruhani Pratiği Aya İrini

Hülya Günay, Aya İrini Kilisesi’ni anlatıyor. Günay, İstanbul’un çok bilinen mekanlarını yazılarına konu etse de verdiği detay ve özel bilgiler ile bizlere keyifli bir İstanbul turu attırıyor.

“İstanbul’da kubbeli bazilika örneklerinden olan, Aya İrini Kilisesi Ayasofya’nın kuzeyinde, Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda yer alır. Yazılı kaynaklarda bu alanda yer alan küçük kiliseyi Constantinus’un 4. yüzyıl ortalarında genişlettiği yazar. İlk Ayasofya yapılana kadar Konstantinopolis’in ilk katedrali, piskoposluk kilisesiydi. Ayasofya ile aynı piskoposluk kompleksi içinde yer alan Aya İrini, 532 Nika İsyanı’nda Ayasofya ile birlikte yanmıştır. Iustinianus döneminde (527-565) kubbeli bazilika olarak yeniden inşa edilmiştir. 740 depreminde büyük hasar görmüş, V. Konstantinos döneminde (741-775) yeniden yapılmıştır. Üst yapı 8. yüzyıl onarımına aittir.”

“Bizans’ta ikonalar yasaklandığı için onarımlarda duvarlar süslemesiz bırakıldığı için oldukça sadedir. Zamanla sergi mekânları yetersiz kaldığı için 1875 yılında eserler Çinili Köşk’e taşınmıştır. 1908’den itibaren Askeri Müze olarak kullanılan Aya İrini bir süre boş kalıp onarılmıştır.”

“Giresun’un İçinde İki Sokak Arası”

İbrahim Yasak, adım adım Türkiye turuna devam ediyor. Bu sayı durağımız; Giresun.

“Küçük bir meydan ama canlı, şirin. Dört bir tarafımızı seyrederek meydanda geziniyoruz. Meydan cıvıl cıvıl, her yaştan insan burada, yedisinden y”etmişine derler ya öyle. Etrafımızdaki çay bahçelerinin, oturma banklarının, çiçekliklerin arasından aheste adımlarla geçiyoruz. Renkli su havuzlarının fıskiyelerinden şelaleler oluşturan su, insanın ruhuna serinlik ve huzur katıyor.

“Meydan’ın bir ucu Gazi Caddesi’ne çıkıyor. Gazi Caddesi Giresunlularla özdeşleşmiş âdeta. Meydan ve Gazi Caddesi araç trafiğine kapalı. Dar ve çok uzun olmayan cadde hafif bir eğimle tatlı bir yokuş boyunca yukarılara uzanıyor. Canlı, ticaretin ve şehrin kalbi konumunda. Cadde halkın yürüyüş yolu, dinlenme, buluşma, toplanma alanı. Giresun’un can damarı, çocukluğundan gençliğine her Giresunlunun adımladığı, unutulmaz anıların zihinlerde kaldığı cadde.”

Yüce Gönüllü Şehir Konya

Şifanur Özçelik Şirin, bizleri bu sayı Konya’ya götürüyor. Klâsik şehir yazıları yazmıyor Şirin. Şehrin kalbine de dokunuyor. Bunu her cümlesinden anlıyoruz. Konya’yı da Mevlâna ikliminin esenliğinde turluyoruz.

“Konya, “Ne olursan ol yine gel” diyerek bizleri kendisine çağıran yüce gönüllü bir şehirdir. Sevginin hoşgörünün başkentidir. Mevlana Celaleddin Rumi’nin, Nasrettin Hoca’nın, Şems-i Tebrizi’nin, Sadrettin Konevi’nin, Yunus Emre’nin, Nalıncı Baba’nın ve adını bildiğimiz birçok önemli şahsiyetlerin hayatına tanıklık etmiş güzide bir şehirdir.”

“ durağımız, 1926’dan bu yana korunarak müzeye çevrilmiş olan Mevlana Müzesi oldu. Burada Mevlana Celaleddin Rumi’nin türbesi, Kubbe-i Harda yani Yeşil Kubbe çekiyor. Hemen türbenin yanında bulunan, klasik Osmanlı mimarisinin Konya’daki en güzel örneklerinden biri olarak görülen Sultan Selim Camisini ziyaret ediyoruz. Vakit namazımızı cemaatle kılıyoruz.”

“Türkiye’nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir Gölü, Göksu nehri üzerinde bulunan Yerköprü Şelalesi, Türkiye’nin tek çölü olan Karapınar Çölü, Konya’nın Karapınar ilçesinde bulunan Meke Krater Gölü, Evliya Çelebinin Seyahatnamesine konu olan Meram Bağları, Karatay İlçesinde bulunan Obruk Gölü, Akşehir Gölü, Acıgöl, Konya’da görülmesi gereken doğal güzelliklerdendir.”

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’yı duyunca aklımıza hemen Barış Manço’nun şarkısı gelse de Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin yazısını okuyunca Mehmet Ağa’yı daha yakından tanıyoruz. Güzel yaşayan, güzel anılan ama sonunda dünyayı hazin bir hikâyeyle terk eden Ağa…

“Etrafı seyre dalmış iken kızım seslendi “Baba sanatçı Barış Manço’nun meşhur ettiği Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın bölgesinden, köyünden geçiyoruz. Bu topraklar Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın imiş bir zamanlar. Bölgeye iş ve aş bulan, fukaranın borcunu ödeyen, karnını doyuran biri, gençleri evlendiren, mal mülk sahibi yapan Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın toprakları. Ancak, vefat ederken yokluk içinde bu dünyadan ayrılmış! Üzüldüm bittabi.”

“Sarı Çizmeli Mehmet Ağa esasında Karamanlı bir toprak sahibi çiftlik ağası. Filmlerdeki, kitaplardaki ağalardan değil bir hayırsever, bir iş bilen, insan tanıyan ağa. Osmanlı Akhisar, Karaman, Kilis ve Konya’yı önemsiyor. Bu isimlerle Balkanlarda kasabalar, köyler var. Osmanlı fetih sonrası bölgeye, tarımı iyi bilen, mesleği önde olan, insani duyguları galip, ahlak ve inanç sahibi kişileri gönderiyor. Aynı 13. Yüzyılda Balkanlarda Sarı Saltuk gibi.”

“Barış Manço Göreceli köyüne gidiyor, yılmadan yorulmadan soruyor, soruşturuyor, nihayet bir yaşlı zat Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’yı biliyormuş, hep birlikte Barış Manço’yu köyün tepesindeki mezarlığa götürerek, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın kabrini bulmasına yardımcı oluyor. Bilinen mezarlardan hiçbir farkı yok Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın kabrinin. Bakımsız bir mezar Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın kabri.”

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir