Mart 2024 Dergilerine Genel Bir Bakış-3
Edebiyat Ortamı, Sayı: 97
İlkbahara 97. sayısı ile girdi Edebiyat Ortamı dergisi. Güncelin nabzını tutan bir yayın akışı var derginin. Büyük bir körlüğün yaşandığı bu çağda özellikle söyleşilerle şair ve yazarların yeni çıkan kitaplarını da gündeme getirmiş oluyor. Bu anlamda takdiri hak ediyor Edebiyat Ortamı.
Bu sayıda da birçok isimle yapılan söyleşiler var. Bu isimler; Joseph Fasano, Ali Ural, Murat Güzel, Hamdi Akyol, Yaşar Akgül, Aziz Kağan Güneş, Baki Demirtosun, Özge Özen. Birkaç söyleşi örneğini buraya alacağım. Devamı dergide.
Ali Ural ile Söyleşi
Ali Ural ile şiirleri, dergi çalışmaları, atölyeleri ve yeni kitabı Şairin Şairleri hakkında yapılan bir söyleşi bekliyor Edebiyat Ortamı okurlarını. Sorular; Yunus Nadir Eraslan ve Oğuzhan Öztürk’ten.
“Şiir bir kere kana karışmaya görsün hayatın her alanına nüfuz ediyor. Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altına çevirmesi gibi değil hayır. Midas’ta hayat hırsı vardı şairde hayat hassasiyeti var. Bu yüzden hayat hikayesi de yazdığı hikayeler de şiirle kaplanıyor.”
“Ben düzyazısı iyi olmayan şairin şiirinden de şüphe ederim. Zira bütün iyi şairlerin düzyazıları da iyidir. Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Rainer Maria Rilke ve Edgar Allan Poe’yu bu bağlamda hatırlayabiliriz. Şiir bazen savruk görünümüyle ya da ses ve buluş hileleriyle hatalarını gizleyebilir mısraların.”
“Ölüm tarihlerine göre bir sıralama var “Şairin Şairleri”nde. Dünyadan ilk ayrılan, şiir sahnesine ilk çıksın istedim. Sözünü söyleyip yerini kendisinden sonrakilere bıraksın. Bu tercih geleneğin önemine bir işaret olarak da yorumlanabilir.”
“Yazmak isteyen gençlere marifet anahtarlarını kırk ayda vermeye çalışıyorum. Yine de sizi kırmayıp üç anahtar vereyim. 1-Aklınıza gelen ilk şeyi yazmayın. İhtimaller arasında bir süre düşünüp şiirin ve öykünün nirengi noktasını tespit etmeye çalışın. 2- Hayattan bir kesiti aynen yazmak sanat değildir. Kurgulanmayan hayat bir edebi metne dönüşmez. 3- Özgün olabilmek için Türk ve dünya edebiyatının şaheserlerini irdeleyici bir bakışla okumuş olmak gerekir.”
Yaşar Akgül’e Sorular
Yaşar Akgül’le yazmaya, şiire ve yeni kitabı”Yeni Yazıyla Söylenmiş Eski Türkçe Şiirler Kitabı’na dair bir söyleşi yapılmış. Benim de severek okuduğum bir kitaptı bu. Akgül’ün çağımıza ötelerden seslenen bir şiiri var. Yürek ferahlığı veriyor şiirleri. Sorguluyor ve sorumluluk yüklüyor.
Söyleşinin soruları Ahmet Şevki Şakalar’dan.
“Ben acısını da sevincini de içinde yaşayan biriyim. Kolay kolay dışarıya vurmam. Yani “dışavurumcu!” değilim. Gülümsemeye eyvallah. Gülmeyi hele de kahkahayla gülmeyi bünyem kabul etmez. Bir Müslüman (üstelik bu zor zamanlarda) kahkahayla gülemez, gülmemeli. Ortada depremin bir yıldır dinmeyen acısı varken, Gazze’deki katliam aylardır sürmekteyken insanların gülüp eğlenmelerini hayretle izliyorum.”
“Şiirde başlığı tabela gibi düşünelim. Başlık benim için önemlidir. Bazen şiirin başlığını koyar şiiri ondan sonra yazarım. Bu, çocuğun doğmadan isminin hazır olması gibi bir şey. Tersi de oluyor tabii. Çarpıcı olmayan, sıradan bir başlık peşin peşin okuyucuyu şiirden uzaklaştırır diye düşünüyorum. Belki de bana öyle geliyor. Muhakkak ki sadece başlık şiiri kurtarmaz, içini doldurmak gerekiyor. Bazen tek bir kelime, bazen de kısaltılmış bir cümle bu etkiyi yaratabilir. Aynı şey kitaplar, özellikle öykü ve romanlar için de geçerlidir.”
“Edebiyatın bizi, yaralarımızı iyileştireceğini hiç sanmıyorum belki daha da artıracaktır acılarımızı. Acısız şiir olmaz, roman, hikâye belki ama şiir hiç olmaz. Olsa da şiir olmaz. (Acı var mı acı) Edebiyatın ve de şiirin böyle bir derdi de yok zaten. Hani Niyâzî-i Mısrî diyor ya: Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş diye, bu da öyle bir şey.”
Aziz Kağan Güneş ile Gök Yankısı Üzerine
Aziz Kağan Güneş ilk kitabı Gök Yankısı’nı buluşturdu okurlarla. Yazılış aşamalarına şahit olduğum birçok şiir var dergide. Güneş’in şairliğine ve şiire karşı sıkı tutumuna da gönülden inanıyorum. Hacer Yeğin’in sorularını cevaplamış Güneş.
“Zor yazıyorum. Bu da yoruyor. Bir konunun, temanın beni sarsması lazım önce. Sonrasında muhayyilemde imgeler, sahneler, kareler dönüp dolaşmaya başlıyor. Bu dolaşım bazen yıllarca sürebiliyor. Sonrasında ansızın bir dize düşüyor aklıma. Bir kenara not ediyorum ve o dize arkadaşlarını beklemeye başlıyor. Bu bekleyiş dediğim gibi bazen yılları alıyor ve bir dizenin hatrına bir şiir çıkabiliyor. Şiiri yazarken yaşıyorum. İmgeler, görseller, tüm teşbihler adeta bir film şeridi gibi kare kare geçiyor muhayyilemden.”
“Yunus Emre’nin bende müstakil ve kimsenin yaklaşamayacağı bir yeri var. Ona şair diyemeyiz. Yunus’a şair demek şairlerin; yazdıklarına şiir demek de şiirin belini kırar. Yunusumuz gibi divanı olan mutasavvıflar da şiir yazmayıp nefes üflemişlerdir adeta. Nefes alıp verirken irademizi ortaya koymayız. Fiziki olan nefes Yunus’ta metafizik alana taşınır ve onun kalbi için hayati bir önemihâiz olur. Yazdıklarının duruluğu ve vuruculuğu, taşıdıkları hikmet… Yunus için saatlerce konuşsak da yetmez. Öyle dizeleri var ki şerhi için sayfalarca yazılabilir.”
“Bana göre şair, şiirini kurarken okuyucusundan da yardım alır. Muhatabını fakında olmasa da seçer şair. Adrese teslim edilen şiir de elbette muhatabı tarafından sahiplenilecek, emanet olarak alınıp saklanacaktır. Günümüz şiirinde de iyi şairler ve iyi okuyucular var. İyi şiire her zaman sahip çıkılır. Dolaşımda olan şiirlerin bir kısmının ise içinin kof olduğunu düşünüyorum.”
Üryan Söylenişler
Ali Ömer Akbulut, güzel olmak, güzel görünmek, güzel görmek üzerine yazmış. Alemi görmekle ilgili bir durum bu. Alemi hisseden gün gelir hakikati de anlar. Düstur net; Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.
“Âlemlere Güzellik ağınca Güzeller sarar dört bir yanı. Güzel Güzeller içinde Güzelliğe ayna görklü heyecanlarda çarh urur da, ellerin açılışında gönül çırpınır avuçlarda. İnen çıkar; çıkan iner de uruc nüzula, nüzul uruca karışır, cümle âlem tastamam varlık tek yürek olur güzel güzele kavuşur, güzeller Güzelliğe erişir. Âlem Güzelliğe, Güzellik insana keser, dört mevsim bahar olur. Aklığında nurdan perdeler gizleyen ve aklığıyla gönüller çelen kış haddini bilip çekilir aradan.”
“Güzelliğin kademi kutludur. Her dem yenilenen varlık ve âlem yepyeni oluşlarda hep yeni keyfiyetlere bürünüp yeni hilatler giyer. Bitkilerin salınışı, ağaçların hışırtısı Güzelliği zikreder de can bulur cümle âlem bu sessiz seslenişten. Kırlar yeşillenir, esrik sular hoş akar; varlık Bir olur.”
Bir Algı Yönetimi Aracı Olarak Çizgi Roman: “Tenten Kongo’da”
Çocukluğumuzda izlediğimiz çizgi filmlerin içerisinde bizi gizli mesajlar olduğu gerçeği son yılların en popüler konularından. Algı yönetimi, sübniminal mesaj ya da başka bir şey fark etmez. Görünenin ardında saklı bir mesaj olduğu gerçeği kimseyi şaşırtmıyor. Şirinler’de komünist rejim propagandası yapılması ya da Heidi’nin ayaklarının çıplak olmasındaki gizli mesaj gibi. Zekeriya Şimşek, bu konuyu Tenten çizgi filmi üzerinden ele almış.
“Yirmi dört kitaptan/maceradan oluşan Tenten, çizeri Belçikalı Herge’nin (gerçek adıyla Georges Prosper Remi, 1907-1983) başyapıtıdır. 20. yüzyıl Avrupa çizgi romanlarının en ünlüleri arasındadır ve bütün dünyada bilinmekte, okunmaktadır. 100’den fazla dile çevrilmiştir.”
“Çizgi romanlar, masum bir şekilde beynimizi boşaltmamıza ve hoşça vakit geçirmemize olanak sağlarken, bir yandan da algımızı yönetmeye ve subliminal mesajları kolaylıkla sindirmemize sebep olmaktadır.”
“Tenten Kongo’da,” iğrenç önyargılar eşliğinde ırkçılık yapmaktan ve hayvanlara uygulanan şiddet sahnelerinden dolayı serinin en çok tartışılan macerasıdır. Sebep; Afrika insanının “aptal ve evrim geçirmemiş” olarak tasvir edilmesidir. “Tenten Kongo’da” birçok kez çeşitli ülkelerde (Fransa, İngiltere, İsveç, Belçika…) mahkemelik olmuş, toplatılmış, yeniden yeniden revize edilmiş, kitabevi raflarından kaldırılmış buna karşılık Vatikan’ın resmî gazetesi, Katolik Tenten’i savunmak adına seferber olmuştur.
“Bugün her yaştan milyonlarca okuyucuya sahip Tenten, yaklaşık yüzyıldır çocukların hayal gücünü tetiklerken imajı ve mesajı çok önemlidir. Tenten, başlı başına bir mittir çünkü. Genelde çizgi roman karakterleri gibi ne geçmişte ne de gelecektedir Tenten, çizildiği dönemin ruhunu 3 Boumama, Said (2016), Afrika Devriminin Figürleri (Çev.Şule Ünsaldı), Ankara: NoteBene Yayını, s.169. taşımaktadır. “
Çavdar Tarlasında Çocuklar
Sadece ismi bile başlı başına bir başyapıt olan Çavdar Tarlasında Çocuklar romanı; gençlik buhranları, ruhsal ikilemler gibi birçok yönden ele alınabilecek bir kitap. M. Furkan Abbasoğlu, bu kitabı; “Modern Zamanlarda İnsan Ruhunun Krizi” bağlamında ele almış.
“Zygmunt Bauman krizin bu ikili yapısına çok incelikli bir şekilde dikkat çekiyor. Bauman’a göre modern öncesi dönemde kriz, bir sorunun çözülmesi için en uygun vakit olarak anlamını kazanıyor. Bir hastalığın sağlıkla sonuçlanması için elimize geçen bir fırsat. Bu anlayış krizi “kendi kendini kurmanın, yeniden üretmenin, yenilenmenin olağan ve belki de düşünülebilecek tek yolu” olarak görüyor.”
“Holden’ın hayatı sahtekârca bulması, oyunun kurallarını reddetmesi ahlaki bir tartışmayı hatırlatır nitelikte. Platon nasıl sofistlerin güce tapmalarına karşı çıkıyorsa Holden da işte bu şekilde içinde bulunduğu düzleme karşı çıkıyor. Hayatta sevdiği birkaç kişiden biri olan James Castle, ufak tefek çelimsiz haliyle kendini çok beğenmiş heriflere karşı çıkmasıyla Holden’in sevgisini kazanıyor.”
Edebiyatın Toplumsal Rolü: Değişen Dinamikler ve Etkiler
Beste Bekir, edebiyat ve toplum ilişkisini ele almış yazısında. Zamanla değişen algılar ve bakış açıları üzerinden değerlendirmiş konuyu.
“Edebiyatın geçmişi, klasik eserlerle işlenmiş zengin bir mirası içerir. Bu eserler, genellikle o dönemin toplumsal değerlerini ve çatışmalarını yansıtarak gelecek nesillere ışık tutar. Örneğin William Shakespeare’ın eserleri, İngiliz toplumunun politik ve sosyal dinamiklerini ele alarak tarih boyunca geniş bir etki bırakmıştır.”
“Edebiyat, her dönemde toplumu etkileyen değerli bir güç olarak öne çıkar. Önemli eserler, sosyal sorunlara dikkat çekerek toplumsal farkındalık yaratır ve değişim için bir katalizör görevi görür. Örneğin, Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amca’nın Kulübesi”, köleliğin kötülüklerine dikkat çekerek toplumda derin bir etki bırakmıştır.”
Edebiyat Ortamı’ndan Öylküler
Cahid Efgan Akgül – Çağa Tanıklığım
“Cuma gününün son dersiydi. Sınıf baygın bir şekilde zilin çalmasını bekliyordu. Öğretmenimiz siyah keçeli kalemiyle tahtaya bir şeyler yazarken ben de pencereden kurumuş ağaç dallarına tüneyen kargaları seyrediyordum. Okulumuzun köpeği Karabaş, meşe ağacının dibini eşeliyordu. Aslında kırlangıç kuşunu daha çok severim ben. Göç mevsimi geçmiş, ortadan kaybolmuşlardı onlar. Bir kitapta umudun simgesi olduğunu okumuştum kırlangıç kuşunun, kargalarınsa uğursuzluğun.”
“Eve gidene kadar, kafamda yazacağım yazının hayaliyle yürüdüm. Son zamanlarda şiir yazmaya merak salmıştım ama düz yazı yazmak konusunda çok başarılı değildim. Gerçi şiirde de çok başarılı değildim henüz. Geçenlerde Ağaçlar ve Kuşlar ismini verdiğim bir şiiri Filiz Öğretmen’e bir cesaret göstermiştim.”
“Yoklukların ve çoklukların dünyasında yaşıyorduk. Bu kelime oyunundan mizahi bir yazı bile kotarabilirdim. Son iki günde yaşadıklarımı, neredeyse hiç yorum katmadan yazmaya başladım. Bakalım benim çağa tanıklığım Filiz Öğretmen’den kaç puan alacaktı?”
Ahmet Şevki Şakalar- Vatman
“Vatmanın bir derdi vardı; taşıdığı binlerce yolcunun hiçbirisiyle göz göze gelememekten şikâyetçiydi. Kurum amirinin bir seminerde iletişim de iletişim, dediğini unutmamıştı. Dünyayı sırtına aldığı yetmemiş, bütün yolculara sırtını dönmüştü. Vurulsa sırtından vurulacaktı. Bu alçakça bir ölüm olurdu. Kalleşçe bir şeydi aynı zamanda. Yola bakmalıydı. Gözünü yoldan ayırmamalıydı. Bir gün son durakta vagondan dönüş yönünde ilk vagon başına geçerken yolculardan birine dert yandı. Yolcu onu teselli etti: Biz de göz göze gelmiyoruz. Vatmanın sırtındaki yük hafifledi. Sırtından vurulsa ölmezdi.”
Emame Akman Harmancı – Can Parçası
“Gözüne bir parça bile uyku girmiyordu annemin. Cama vuran yağmur damlalarının pıtırtısına kulak vermişti. İlk başta huzur veren o sesler bir süre sonra eziyete dönüştü. Kendini uykuya teslim edebilecek en uygun pozisyonu arıyor, sağa sola dönüp duruyordu. Bu sırada can sıkıntısından orasını burasını kaşıntı tutuyordu. O sırada babamdan bir horultu yükseldi. Annem oflayarak diğer tarafına döndü. Kapana kısılmış bir hayvanın iniltisine benzer boğuk bir ses daha geldi babamdan. Artık annemin burasına kadar gelmişti. Kendi kendine söylendi.”
“Akşam işten eve gelen babam zile bastıkça bastı. Kapıyı açan olmayınca anahtarıyla girdi eve. Mutfak masasının üzerindeki notu görünce hiç duraksamadan çıktı. Soluğu dedemlerde aldı. Yani iki sokak aşağımızda. Anneannem hiçbir şey olmamış gibi karşıladı damadını. Babam oturma odasında oturmuş elindeki örgüyü söken annemi görünce yanına gitti.”
“Velhasıl başladı yeni bir macera daha. İkisi de sabaha ümit dolu uyandılar. Babamın bahsettiği meşhur doktor ile görüşmeye gittiler. Doktor onların daha önceki denemeleriyle alakalı tüm raporları okudu, hikâyeyi en baştan dinledi. Aslında ikisinin de çocuk sahibi olmaları için fizyolojik bir engel yoktu. Daha önceki doktorların söylediği de buydu.”
“Ben Eylül… Yıllarca beklendim ve çokça özlendim. Nihayet annemle babamın güz mevsiminde öylece ansızın çıkageldim. Onlar kendilerine umut ışığı ararken, bir can parçasına umut olmayı da ihmal etmemiş. Bahar isminde bir kardeşim daha var, kanımdan olmasa da canımdan öte…”
Davut Güner – Bir Ruh Gibi
“16 Eylül Pazar günü çocukların arabasıyla bir ruh gibi, ya da bir panik halinde bizim bakkal dükkânın önünden geçtik. Aşağıya kadar indik sonra tekrar çıktık. Bir rüya gibi… Bu dünya ne kadar garip bir yer. Hanım ve çocuklar ilçeyi tanıyorlar. Ama hiç biri benim kadar tanımıyor bu ilçeyi. Hiç biri 1970 yılını bilmiyor. 1970’te bu sokak o kadar şenlikliydi ki…”
1970’den bir eser kalmamış. O sokak bir ölüm hali yaşıyor. Bir gün sokakta ölüyor, insanlarda. Hayat devam ediyor. Gecek yolundan devam ettik ve baraja geldik. 1975’lerden sonra açılmıştı baraj. Sabah bir gelirdik, ikindi de giderdik. Öğlen hiç acıkmazdık. Çünkü yüzmekten açlık aklımıza bile gelmezdi. Barajdan ilçeye büyük bir acıyla şöyle bir baktım. Minare ve evler görünüyordu. Bir uğultu beni öylece sarsıyordu…
Rukiye Saran Aydın – Benim Ayım
“Söz vermişti geleceğine. Sözünde durdu, hatta onu güzel ağırladığımız için, ödül olarak zamanından on gün önce geldi. Her yıl tekrar eder bu kutlu gelişleri. On bir ay süresince onun yolunu gözleriz, o ise çok özletir kendini. Hep yapar bunu. Ama geldiğinde o kadar güzel günler geçirtir ki, kendini affettirircesine. Günlerinin her saatinde mutluluğumuz doruğa ulaşır. Gecesi gündüzü ayrı güzeldir. Bulutların üzerinde uçar gibiyiz.”
“Günün her saati yaşıyorum seni şimdi. Teravih namazının yirmi secdesinde, akşam ezanını beklerken damarlarımda, hücrelerimde hissediyorum seni. Yemeklerin mis gibi kokusunu içime çekerken kaşıklayamamak… Dudaklarım susuzluktan kurumuşken yanımdaki bardaktan bir yudum su içememek ne güzel… Ailece masanın etrafını doldurup akşam ezanını beklemek ne hoş. Sofraların türlü türlü nimetlerle dolduruluşu, neşenin, huzurun saltanatı ne haşmetli.”
Ahsen Dalca Korkutan – Gencim
“Ne bileyim, insan yaşamayınca anlamıyor. Yaşarken aklıma gelip babam demişti, diyorum. Elime yüzüme bulaştırdığımda, diyorum ve pişmanlığımı koltuğuma kıstırıp kamburumla dönüyorum. Dönüyorum, eve kapatıyorum kendimi. Çıkmıyorum bir süre. Kimseyi görmek istemiyorum. Gencim ya, o yüzden şımarıyorum. Kapıları vuruyorum, camlarla birlikte kırılan, dökülen birbirine karışıyor. Bağırıyorlar ardımdan. Topla şunları. Gencim ya daha vakit çok buralarda, basıp gitme hakkımı limitsiz kullanıyorum.”
Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler
Aheste savuştururuz yaraları
Kullanışlı bir sargı bezi gibi
Bir tutam ferahlık, bir ağrı kesici
Ey bendeki ufacık ışık, sakın ölme
Cümle galaksiler üstüne
Kapanıp çökse bile
Hiba Abu Nada
Yüzünü elin kılma, uzak tut türkülerini tükenmesin hecelerin
Bitmesin kandilin yağı, çekil önümden, ölümden; sesinin feri sönmesin
Razıyım beni hayat kısa kessin her yerimden, otağ kursunlar derimden
Batarsa dikenin batsın, beni bir gülde kanatsın, şeyda bülbülün dilinden
Göçtü göçtü aranjmanlar, yüksek tahsilli lojmanlar, güllerim küle dönmesin
Hüseyin Akın
Seni bağlayan her şeyi
Tek tek kır ve at
Bağlı batman kaç kırat
Ne Nil ne Dicle ne Fırat
Buradan sor ki neden
Nehirler teferruat
Mehmet Atilla Maraş
Aynalı kemer takarsın eğilemezsin dedim
Aynalı terlik giyersin burnunun gölgesi var
Aynalı kavağa çık yapraklar hışırdasın
Aynalı körük olmazsa kesin gelin gitmezsin
Her şeyi rapor eder sivil aynasızların
Haşmet de çakar takar
Mehmet Aycı
tenha fısıltılarla
getiririm sana yolları
tarihin sükûneti görmez bunu
keyiftir
hazza tahvil etmek
ellerinin mahareti olur
mahareti olur yüzünde
biriken hazan yağmurlarının
güzellik olur kalbolur
muhabbet deriz
anlaşılır aklın baştan gittiği hâl
Ali Sali
Ey cemaat! Bundan sonra bütün hutbelerimiz:
Acılar, acılar, yine acılar, açlıklar hakkındadır
Yoksunlar, yoksullar, yoksulluklar hakkındadır
Aşağılar, aşağılıklar, suskunluklar hakkındadır
Soykırıma sessiz kalan, çoğunluklar hakkındadır
Cennette ekmeği soran, çocuklar hakkındadır
Bu kaçıncı ölümüdür Gazze’nin kaçıncı bölümü
Ferah ferah izliyorsunuz ‘Refah’ı, rahat mısınız
Hadi yine iyisiniz ‘Şahitlik Mertebesi’ ne erdiniz
Kim dedi size ölüler diye, basbayağı dirilerdiniz
İslâm âlemi ayrı bir âlem, aklından bile geçirme
Yaşar Akgül
diş bilemek hakkındır, şimdi giyinmelisin kara ceketlerinden birini
haklısın, hayat seni madara etti diye şiddete meyyalsin, bu biliniyor
ağla, elinden akıp giden bu kaçıncı hayattır, elbette ağlayacaksın
çünkü senin adın yangın merdivenine oturup sigara içen itfaiyeci
Kadir Ünal
hak huzura cem olmaya
hayretinle dem olmaya
kor nefsine gem olmaya
kem olandan tırak mısın
yoksa gönlün yola kırık
demir asa demir çarık
açmaz oldun bağa yarık
cam-ı cem’e arak mısın
Mustafa Işık
İnsanlığın vicdan seli mi?
Neme lazım denizine akıyor
Boğulmamak için adalar büyütüyor
Kayıkları yakamıyor tuzlu su
Ama üstlerinde eğri bir duman
Selam salınır mı hiç
O denizin üstünde uçan martılara
Kazım Gök
Bir Nokta; Sayı:266
226. sayısı ile ramazana ulaştı Bir Nokta dergisi.
Mürsel Sönmez’in Giriş yazısından;
“Yalnız sözel ve zihinsel, duygusal ve düşünsel düzlemde mi kalıyor? Elbette hayır. Yaşadığımız ve kul olma özgürlüğümüzün mekânı olan dünyaya dair de teşhislerde bulunuyor. Sürekli; kula kulluk, bencilliğe esaret, bedene mahpusluk arızalarına vurgu yapıyor. Dünyanın kul olma özgürlüğünün mekânı olmasının önüne dikilmiş olan “kara siyasa/kirli mülkiyet” ve kul yapımı yasaların Hakk’ın yasaları karşısında zulüm ilkleri/yasaları olduğunu imliyor. Adına ister para tektanrıcılığı deyin, ister vahşi kapitalizm ister küresel kötülük deyin, Hakk’a ve Hakk’ın “âyâli” olan insana ve insanlığa “insan”lığını unutturmaya çalışan kültürel saldırı ve kıyımlara da dikkat çekiyor.”
Şarj Aleti
Şarj aletleri artık hayatımızın bir parçası. Onlar yoksa hayat da duruyor gibi. Bunun farkında olan güçler hepimizi bir kabloya bağımlı hale getirdi. Talip Koktaş, şarj aletlerinden başlayarak teknolojinin eseri olan insanlığı anlatıyor yazısında.
“Bir şarj aleti kadar değeri yok şimdi değerlerimizin. Bu çağın insanlarına en büyük kâbuslarının veya daha güncel haliyle fobilerinin ne olduğunu sorsanız “Şarj aletlerini yanlarına almadan evden dışarıya çıkmak!” derler diye düşünüyorum. Gönlüm bu düşünceden mustarip bir halde bitkin düşüyor bu çağın garipliğine.”
“Teknoloji denen hilebaz, o kadar kurnaz ki, akıllı kavramının gölgesine sığınarak aklımıza ipotek koyan telefonları icat ederken her dem ona muhtaç olalım diye şarj ömrünü de kısa tutmuş. Akıllı diye nitelendirilen telefonlarımızın şarjı sabahtan akşama kadar yetmiyor bize. Hayata yetişmek istercesine uzatma kablosuyla yaşıyoruz. Bu sanal yaşantı öyle bir hal aldı ki reel hayatımızın işgal altında olduğunun dahi farkına varamıyoruz.”
Edebiyatın Kıymeti ve Kıymetli Edebiyat
Hasanali Yıldırım, edebiyatı kıymet kavramı üzerinden ele almış. Edebiyat ve edep, edebiyat ve gaye gibi konular çerçevesinde yeni bir edebiyatın ana hatlarını belirliyor.
“Eşya ve hadiselerin kıymeti esas itibarıyla ikiye ayrılır: zati kıymet, itibari kıymet. İyi ama bu kıymetlendirme anlayışlarının arasındaki fark nedir? Şu: Herhangi bir şeyin kıymeti kendi zatından gelmiyor ve hem zamana, hem de mekâna göre değişiyorsa o şeyin kıymeti itibari demektir. Zamana ve mekâna göre kısmi değişiklikler gösterse bile bir şeyin kendiliğinden bir kıymeti varsa o şeyin kıymetinin bizatiliği cari demektir.”
“Zaten mevzuu şöyle de hülâsa edebiliriz: Zati kıymet taşıyan şeyler maddi, dolayısıyla esasen bedeni alâkadar ederken itibarilerin kıymetleri hissi veya zihni yahut hem hissi, hem de zihni olduklarından muhatapları da beden değil, his ve zihin.”
“İyi ama nedir bu edep denilen şey? Gündelik yaşantıda kullandığımızdan (Acaba bu tabiri yeri geldiğinde kullanıyor muyuz ki? Yoksa dilimizin ucuna geldiğinde vazgeçip farklı bir şey mi söylüyoruz?) başka neye delâlet eder? Ve edeple edebiyat arasında nasıl bir bağ ve irtibat var?”
“Yeni bir edebiyata muhtacız. İsminin başına lâlettayin bir ‘yeni’ takılmış zırzopluklara değil, kişiyi en başta edebe taşıyacak yahut o kişinin edep yolculuğundaki duraklarında ona vahalık edecek bir mahsûlatı mümkün kılan bir edebiyat anlayışına. Bu yeni edebiyat anlayışının kıymet hükmü de kendinden menkûl olmak mecburiyetinde.”
Özdemir Asaf’ın Kısa Şarkıları
Ercan Ata, Özdemir Asaf hakkında yazmış. Şiirinin temaları, şiirlerinden örnekler var Ata’nın yazısında.
“Özdemir Asaf, kendine özgü şiir anlayışıyla Türkçenin en çok sevilen, okunan, tüketilen şairlerinden birisidir. O, aşk şiirlerinin unutulmaz şairidir. Özdemir Asaf, öncelikle kalemi işlek, velut bir şairdir. Sağlığında yedi şiir kitabı yayınlanan şairin, toplamda 794 şiiri bulunmaktadır. Bu kitaplar daha sonra YKY, tarafından “Toplu Şiirler” alt başlığıyla “Çiçek Senfonisi”nde toplanmıştır.”
“Özdemir Asaf’ın şiirleri genellikle sade ve yalındır. İmgelem yoğun değildir dizelerinde. Ancak bazı şiirlerinde soyut düşünceler işlenmiştir. Dönemindeki hiçbir edebi akıma dahil olmayan, müstakil bir şair olarak kabul edilir. Ayrıca bazı şiirlerinde Garip akımı ile İkinci Yeniyi birleştiren bir eda görülür.”
“Özdemir Asaf şiirinin diğer bir özelliği düşünceye dayanmasıdır. Özdemir Asaf, sol tandanslı dünya görüşünün de etkisiyle düşünen, araştıran, sorgulayan bir bireydir. Toplumun gidişatı üzerine düşünür. Kendisini ağır bir düşünce işçisi olarak tanımlamaktadır.”
Şiirin Kapalı Kapıları
Kapalı şiir diye bir gerçek var. Özellikle II. Yeni Şiiri ile hayatımıza giren bu kapalılık meselesi, sınır tanımaz imge dünyasının bir eseri olarak yer buluyor kendine. Anlamı zorlamak kişiyi ne kadar şair yapar, o da ayrı mesele. Fatih Öğüt, şiirin kapalılık meselesi üzerine yazmış.
“Dilsel ve imgesel bağlamın tüm ayrıntılarına vakıf olmadan güzelin güzel olduğunu fark edebilirsiniz. Dizenin sizi sarsması, düşünce dehlizlerinizde birtakım fay hatlarını yerinden oynatması şiirin varlığını gösterir.”
“Okunmasa da reklamı ve aboneliği güvence altında bulunan edebiyat dergilerinde, Kalemimin Çığırtkan Hüznünden Haykırışlar, Kaprisli Saatlere Pembe Merhaba, Sakıncalı Bir Zihnin Yangında Kalışı, Ruhumun Titreyen Melodileri, Erguvan Rengi Mısralarım gibi tuhaf diye sınıflandırabileceğimiz şiir isimleriyle karşılıyoruz ya da Şattüralap’ta Bulunan Yanık Küşteni benzeri fraksiyonist göz kırpışlarıyla kendilerine bu sayfalarda yer bulan sayıklamalara.”
Düş Çınarının Gölgesinde Beylerbeyi Günlükleri
Nurettin Durman’ın günlükleri devam ediyor. 2016 yılının günlüklerini okuyoruz bu sayı. Bu güzel olaylara biz de böylelikle tanıklık etmiş oluyoruz. Bir tarih geçiyor önümüzden adı şiir olan.
5 Ocak 2016, Salı…
Kar eridi, gitti. Bir Nokta dergisi geldi bugün. Belki en erken bu ay gelmiş oldu. Geçen ayın dergisi gelmedi de Mürsel Sönmez’e gittiğimizde orada almıştım. Bir şeyi kurguluyorsun veya öyle birden aklına geliyor ve başlıyorsun üzerinde çalışmaya. Bu iyi de bir de yaptığının teşekkül etmiş halini görmek istiyorsun. Kolay olmuyor. İyi şeyler yapmak istiyorsun ama yaptığın şeyler iyi şeyler midir? Burada iyi niyet önemli diye düşünüyorum…
7 Ocak 2016,
Perşembe… Arif Dülger ile Mihrimah Sultan Camii şadırvanının orada buluştuk. Öğle namazı sonrasıydı. Arif bana kitaplar getirmiş. İbrahim Eryiğit ile Vedat Güneşin hazırladığı “A. Vahap Akbaş Kitabı” ki bu kitapta yazar hakkındaki bizim birçok arkadaşın Vahap Akbaş hakkındaki yazılarını bir araya getirmişler. Değerli bir kitap olmuş. Hicabi Kırlangıç Çevirisi “Şah Tahmasb-ı Safevî– Tezkire” adlı kitabı, birde Erdal Noyan’ın “Öteki Osmanlı” adlı kitabı. Teşekkür ettim tabii.
19 Ocak 2016,
Salı, 23. 36… İz Yayınlarından şiir kitabımın sayfa düzeni yapılmış hali geldi. Bazı eksikleri düzeltip bildirdim Güray Süngüye. Kapağı da görseydim iyi olurdu.
Bir Noktadan Öyküler
Ahmet Yılmaz – Gecenin Atlıları
“Söz verdiğim gibi yatsıyı kılar kılmaz yanına gittim. Bıçağını bileyliyordu. Hazır mısın dedi. Hazırım. Boynunu uzat dedi.
Bana yarasını gösterdi; sağ göğsünden bir karış aşağıda mercimek tanesi büyüklüğünde bir kırmızılığı işaret ediyordu. Gözlerimde bir ürperti, dalgalanma, geleceğe dair bir tasavvur arıyordu boşuna. Gemiler battığını, kırılmaz dediğimiz dalların kırıldığını, ateşin boğduğunu, suyun yaktığını, insanın insan suretinde iki ayağı üstünde dikilen her mahlûkata çarçabuk kandığını, diliyle derisiyle aldandığını gördü.”
“O yara bende kaldı. Ümmetini Hakk’a şikâyet eden binlerce çığlığın keskin yanıyla yırtılıyordu o yara, kundağı açılmamış gözyaşlarının tuzunda yanıyordu. Şafakta yine yarılıp genişleyen çeperlerinden içeri doluşan isimsiz, kökünden koparılmış, zehirlenmiş, sakatlanmış, örtüsü başından çekilmiş, üstü başı paçavraya dönmüş, saçı sakalı kazınmış, atı vurulmuş, bisikleti yakılmış, karnı deşilmiş, uykuyu ve yumuşak yastığı unutmuş, aynası kırılmış, kalemi ve kelamı ayaklar altına alınmış, suyu pisletilmiş, elektriği çalınmış, taş kaynatan milletin hediyesi, alnımın yazısı o yara.”
Erbay Kücet – Doktor Beye Selam
“Beni Türk hekimlerine” yazılı tabelanın asılı olduğu kapıdan içeri girerken, üzerinde kirden mavi rengi belli olmayan gömlekli adam, “Hop hemşerim! Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Ben de “Hastaneye” dedim. Adam gülerek, “Tamam, burası hastane olmasına hastane ama ziyaret saatine çok zaman var” dedi. Anlatmaya başladım ama adam hiç dinlemiyordu. Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi derler ya, işte öyle bir durum yaşadım. Bu tip adamların hastane kapılarında özel olarak görevlendirildiğine inanmışımdır. Her seferinde aynı tipte adamlarla karşılaşıyorum. Sanki aynı fabrikadan çıkmışlar gibi. Üniversitelerimizde halkla ilişkiler bölümü mezunlar iş bulamazken, neden bu tipleri kapılarda görevlendiriyorlar, aklım almıyor. Neyse.
“Ertesi gün hastaneye tekrar sorti yaptım. Merdivenleri üçer beşer çıkarak bu sefer kimseye sormadan profesörün odasını buldum. Kapısını tıklatmadan içeri girdim. Dünkü doktordan eser yoktu. Sakin, güler yüzlü “Buyurun, hoş geldiniz. Neyiniz var?” dedi. Durumu izah ettik. O da güzelce muayene etti ve ciddi bir sorun olmadığını söyledikten sonra bazı tetkikler yapılması gerekir dedi.”
O günden sonra, köyümüzdeki sağlık sorunları için profesörün muayenehanesine gitmek bir gelenek haline geldi. Profesör, her ziyaretimizde bize dostça yaklaşıyor, Nihat’ın selamını iletmemizi bekliyordu. Bir süre sonra, kendisi de köyümüzü merak etmeye başlamıştı. Bir gün, profesör bize, “Acaba köyünüzü ziyaret edebilir miyim?” dedi. Sevinçle kabul ettik ve birlikte köyümüze bir gezi düzenledik.
Cahid Efgan Akgül – Birden Bire Bul Aşkı
“Yazı masamın üstü kelimelerle dolu. Bazısı taşıp yerlere saçılıyor, bazısı boyun kırıp kur yapıyor. Yazının içine girmek için hepsinde ayrı bir numara, ayrı bir muziplik. Kimi kelimeler asi, kimi kelimeler itaatkâr. İnsanlar gibi, huyu suyu farklı; boylu poslu bazısı, bazısı güdük. Saatlerdir sözcüklerle dolu bir savaş meydanındayım sanki.”
“Dosya tamam. Yayınevine göndermek için bir hafta vaktim var. Bilgisayarı kapatıyorum. Karım uyumuş bile. İpek saçlarından öpüp, uyumaya çalışıyorum. Ancak kulağımda halen kılıç ve kelime şakırtıları var. Savaş devam ediyor. Sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum sanki solum yok. Hissetmiyorum.”
“Eve döndüğümüzde ilk işim bilgisayarı açmak ve epigrafı tekrar kitabın başına koymak oluyor. Yeni e-posta sekmesine tıklayıp, öykü dosyasını ekliyorum. Editörün mailini yazıp, “Gönder” tuşuna basıyorum.”
Bir Nokta’dan Şiirler
Dilerse Allah
Yeryüzündeki ve gökyüzündeki elleriyle
Dilemedikleri ne varsa bir demeyenlerin
Belli belirsiz duranların
İnkârlarıyla böbürlenenlerin
Enselerine
Enselerine küt vuruverir
Süleyman Çelik
Süleymaniye’de bir ikindi vakti
Avludaki güvercin kanadında şiir arıyor bir şair
Taştaki insan izlerinde.
Seslerin yankılandığı kubbede,
Pencereye vuran ışığın zerreleri taşıyan gücünde.
Bozuk musluktan damlayan suyun kollardan süzülüşünde.
Taşın sert olduğu ama cansız olmadığını hatırlamış
Öyle olmasa dağlar ile taşlar ile çağırır mıydı Yunus
Taşlarla sohbetin de bir şartı olmalıymış
Enver Çapar
nedenin yoktur
abalı balkırı
vebalı çıngıyı
cumbalı yangını söndürmeye
belki can suyun yoktur
bırak her limanda
tutunmayı yarına
zebercet mi zümrüt mü yahut
kaderin soylu taşlarında ayak izin.
Abdurrahman Adıyan
Esrik gece kuşları misâli
Sağdan sola, soldan sağa
Savrula savrula gezgin
Gitme hemen alıp başını
Silinerek anbean sessiz
Sevinç ol
Umut ol
Bereket ol cümle âleme
Erol Yılmaz
Hayal Bilgisi, Sayı: 52
52. sayısı ile baharı selamladı Hayal Bilgisi. Kültür sanat haberleri dergiyi canlı tutan bir yönü. Bu tür bölümler derginin çıktığı mecrayı ülke geneline taşıması anlamında oldukça önemli bir nokta olarak yer alıyor dergide.
Ön sözden
“Dünyanın bir bölümünde toplumları yönetenlerin çocuk tecavüzcüsü olmasına, kaçırılan çocukların kanlarıyla gençleştirici serumlar yapılmasına, hastane ve ibadethanelerin bombalanmasına, orduların mezarlıktan ceset çalmasına hayret etmiyoruz artık.”
“Kalbimizden hayreti sildiler, öyle ki yaptıklarını gizleme gereği bile duymuyorlar. Biz kınayarak rıza gösteriyoruz. Biz sloganlar atarak onların kötülük eşiklerini yükseltiyoruz. Onlara, ne kadar kötü olduklarını söylerken bile onların aletlerini, sistemlerini kullanıyoruz.”
“Dünyanın en vahşi topluluğunun, en acımasız zulmüne şahitlik ediyoruz. Aynı zamanda dünyanın en hain topluluğunun, en ahlaksız saldırılarına da. Ama yalnızca bir gün sonra, hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz.
Acı başkasının olunca, alışmak kolay oluyor.”
Hayal Bilgisi’nden Haberler
* Genel Yayın Yönetmenimiz Cihat Albayrak ile baş editörümüz Arif Onur Solak, Çorum’da bir araya geldi. Halit Yıldırım, Mehmet Okumuş ve Turhan Candan ile de Çorum’da görüşmeler gerçekleştirdik.
* Endülüs Okuma Projesi’ne 550 adet dergi hediye ettik.
* Editörümüz Mustafa Işık, Uluslararası Prof. Dr. Mehmet İsmail Şiir Yarışmasında Jüri Özel Ödülünü kazandı.
Bir Modern Zaman Hastalığı: Mükemmeliyetçilik
Hakan Çelebi, mükelliyetçilik üzerine yazmış. Bu, iyi bir şey mi yoksa insanı cendereye alan olumsuz bir durum mu, düşünmek gerek. Kişisel bir tercih diyebiliriz.
“Toplumumuzun farkında olmadığı en büyük hastalıklarından biridir mükemmeliyetçilik. Toplumun en üst katmanından başlayıp en alt katmanına kadar herkese sirayet etmiştir. Azla yetinememe, hep daha fazlasını isteme, yapmadığı seçimlerden pişmanlık duyma ve manevi doyumsuzluk bu hastalığın belirtileri arasındadır. “Olacaksa en iyisi olmalıdır yoksa olmaması daha iyidir” düşüncesi bu hastalığa kapılanların favori repliğidir. Peki ya hiçbir şeyde doyuma ulaşmama ya da asıl tabirle “mükemmel” olamama neyle sonuçlanır? Buna verilecek en acı cevap intihar olabilir…”
“Mükemmeliyetçilik hastalığına yakalanan biri kolay kolay mutlu olamaz. Çünkü her zaman sahip olduğunun daha fazlasını ister. Kendisi mutlu olamadığı için etrafındakilerin de mutluluğunu çekemez. Böyle insanlar girdiği her ortama umutsuzluk yayarlar. Onlar hep insanlıktan ve hayattan şikayetçidirler. İşin en kötü tarafı ise bu hastalığın farkında bile değildirler…”
Edebiyat, Medeniyet, Şiir
A.Kurbani Özdaş, hayatın değişen yüzünde şiirin, edebiyatın farklılaşan algılarına dair yazmış. He şeyin daha iyi olması gerektiği bu zamanda görüyoruz ki imkânlar boşa heba ediliyor. Her şey bir zorlamanın ötesine geçemiyor.
“Gelişen teknolojik artıklarla sürekli kirlenen dünyamızda insandan arta kalan edep ve kültür yeni yüzyıla ve yaşam normlarına ayak uydurabilmek için en fazla zorlanan alanlardır. Üreteni ve müşterisi arasında seviye farkının kalmamasıyla bu anlamların karşılığının tarihsel anlam bütünlüğünden uzaklaştığı görülmektedir. Edebiyattan tarihe, sanayiden magazine, cemiyet hayatından, hükümet erkine kadar çok geniş yelpazede kullanılmaya başlanan bu kelimelerin içeriği de doldurulmadan veya anlam yüklenmeden geçiştirilmektedir.”
“Toplum olarak az okuyoruz. Yeni yüzyılda medeniyeti kuran bizim okumalarımız ve öğrenmelerimizden öte uygulamak zorunda kaldığımız yaşam standartlarımızdır. Eskiyi yeninin üzerine bina etmekte maharet göstermezsek ucube bir kültür medeniyet hengâmesi oluşacak.”
“Son yıllarda edebiyatı ve sanatı özellikle şiiri çok tükettik. Yazmak eylemi bütün gerçekleri haykırmaktır. İlmihal bilgisi vermek değil, ilmihal olmaktır. Hem halimizi hem de etrafımızı saran halleri tecdit etmek için yazmak gerekir. Şiir üzerinden gidersek bütün bildiklerimizi kelimenin sırtına bindirip şiire yerleştirmek bildiklerimizi tüketmektir.”
Şakir Kurtulmuş’un Günlüklerinden
Şakir Kurtulmuş’un düştüğü notlardan bölümler var dergide.
14 MAYIS 2011 GÜNGÖREN / ŞİİRİ ÖZLÜYORUM… Doğrusu nasıl şiirler gelecek bakalım merak ediyorum. Uzun bir süre yazmayan bir şairin yeniden yazmaya başladığında ortaya çıkaracağı şiirleri ben de merak ediyorum. ‘Ölümü’ yazmak, zor iş. Şimdiye kadar çok yazdım ölümü, hemen bütün şiirlerimde var. Ama şimdi çok daha zor. O kadar acı var ki, her taraf zindan. Her yer ölüm renginde. Gri ve solgun. Acı. Ve…
03 ARALIK 2010 GÜNGÖREN / GÜNAYDIN BANA GERİ GELEN ŞİİR Kıştan çıkıp bahar günlerine doğru koşarken. Yaz güllerinin kokusunun peşinde iz sürerek geçen günler. Sürekli bir koku vardır içimizin kuyularını besleyen. Doyuran ve maraton koşusuna hazırlayan bir annedir. Topraktır, ellerine müthiş bir yumuşaklık dokusu veren topraktır. Dayanma gücünü yükler sana. Direnç verir, güç katar, toprakla süren doygunluk ilişkisi ırmaklara kadar sürer. Kalbinin en küçük birimine kadar sırılsıklam yıkanırsın orda. Gözlerinden akan yaş değil aşkın kendisidir.
Sandalyenin Halleri
Sandalye deyip geçmenin. Hakkında düşünülünce ne derin anlamlar çıkar bir sandalyeden. Genel kural budur. Düşündükçe anlam genişler ve yeni bakış açıları kazanır kavramlar ve nesneler. Yunus Laçin, sandalyeyi ele almış. Nedir, ne değildir gibi bir çeşitliliğe uzuyor sandalyenin anlamı.
“Masalsı gelse de evvel zaman içinde sandalyeler sosyal statünün bir sembolü olmuştur. Sandalyeler güç göstergesi sayılmış, tanrıların, kralların, zamanla vezirlerin, devlet ricalinin makam koltuğu gibi algılanmıştır. Günümüzde de merasimlerde arka sıralardaki sıradan sandalyeler avamı, ön sıralardaki deri, kumaş sandalyeler de havası yani protokolü temsil eder. Bununla birlikte gösterişi ve kalitesiyle her kesimin ihtiyacına cevap veren bir aksesuardır sandalyeler.”
“Sandalyeler de insan gibi emektardırlar. Hani eski toprak deriz ya, eski sandalyelerde insanın emeğini, insan hikâyelerini okuyabiliriz. İnsan yüzlü, insan kisveli nesnelerdi eski sandalyeler. Sanki onlarda insan ruhu, insan hikâyesi vardı. Ne de olsa sandalyeler de topraktan gelmeydi, bin bir emekle kesilen, törpülenen, marangoz tezgâhında sandalye suretine dönüşen sandalyeler, insan gibi eskir, kırılır, yanar kül olur, toprağa geri kavuşurdu.”
“Sandalyeler dekor malzemesi olarak da birçok alanda yer bulur kendisine. Bazen bir zaman makinesi olur ahşap bir sandalye, hatırlatır anıları. Bazen, sandalye kapmaca oyunuyla güldürür yüzümüzü. Bazen bir meddahın yol arkadaşı, bazen sahnede bir dekor olur…”
Hayal Bilgisi’nden Öyküler
Arif Onur Solak – Kalanların Ardından
“Bıkkın bir sabahın körüne uyandım yine diye düşünerek doğruldu yatağından Alper. Önce oturur pozisyonda bekledi bir süre. Bir bacağını yatağın kenarından sarkıtıp sallamaya başladı. Eliyle yüzünü ovuşturarak başını geriye attı ve odanın tavanına astı bakışlarını. Sonra başını pencereye doğru çevirip henüz telaşı başlamayan sokağın sabahına baktı uykulu gözlerle. Dışarısı zifiri karanlık.”
“Yüzünün ıslaklığını askıdaki havluyla üstünkörü silerek odasına yöneldi. Üstünü giyinip mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra salona geçti. Televizyonu açıp günlük rutinlerinden birini daha gerçekleştirmek üzere olmanın huzursuzluğuyla oturdu koltuğa.”
“Suriyeli misin? Buralı değilsin galiba?”
“Biz hiçbir yere ait olamadık, biz olunca başkalarına dar geliyormuş dünya” diyen kızın gözlerine hayretle baktı Alper. Duraktaki ahali bir çocuğa bir de Alper’e bakıyordu endişeyle. Kızın neredeyse yaşından büyük konuşmalar yapmasına onlar da şaşırıyordu galiba.
“Meraklı gözlerle kendisine bakan Serdar’a döndü ve “Kardeş, onlar değil ama biz ölmüşüz de haberimiz yok, hala hayatta sanıyoruz kendimizi” diyebildi sadece Alper. Sosyal medyadaki, şehit olan bu kızın, sabah durakta konuştuğu kızın ta kendisi olduğunu söyleyemedi.”
Ayşe Ünsal – Yeditepe İstanbul
“Okuldan gelmişiz. Hava henüz aydınlık. Çantalar formalar çıkmış. Eller yüzler yıkanmış. Öğrendiklerimiz taze ve yerli yerinde. Şöyle bir hoh diye oturmuşuz koltuğa. Günün bütün yorgunluğu kapının önünde. Annem ikindi çayı hazırlamış. O meşhur beyaz peynir domates biberli tereyağı kokan tostu var yanında. TRT 1’de Yeditepe İstanbul jeneriği girmiş. Evin ve dünyanın üzerine bağdaş kurar gibi oturmuş huzur. Dünyadaki belki de en güzel zamanlar.. İğne oyası gibi işleniyor ruhumuza insandaki incelikler.”
“Çocuklar ezandan önce ip atlıyor dışarda, camlarına çarpıyor ayakkabısıyla fırlamış topu bir çocuğun. Rüzgar ağaçların saçlarını incitmeden tarıyor. Karşımıza bir tuhafiye açılıyor, bir baba ekmek poşeti elinde köşeyi dönüyor. Helalinden huzurla kazanılmış lokmalar geçiyor boğazlardan…”
Erdal Şahin – Çiçekçi Kadın
“Ellisine merdiven dayamış Feride kadın, on yıla yakındır yaptığı çiçekçilik işine gitmek için her gün, oturduğu şehrin kıyı mahallelerinin birindeki gecekondu evinden çiçek mezatına yetişmek için sabahın erken saatlerinde çıkıyordu. Kahvaltısıydı yemeğiydi çamaşırı bulaşığıydı temizliğiydi; ev işleriyle uğraşmaya pek zamanı yoktu kadıncağızın. Onları artık evlenme çağına gelmiş kızları yapıyordu. Feride kadının biri erkek iki kız, üç çocuğu vardı.”
“Kocasının ölümünden sonra Feride, yetim kalan çocuklarına hem annelik hem de babalık yapmaya başlamıştı. Yıllarca nice zorluklar çekerek oğlunu okutup iş güç sahibi yapmıştı. İki kızı ise tüm çabalarına rağmen okuyamamıştı, anneleriyle birlikte yaşıyorlardı. Feride kadın onları büyütene kadar neler çekmişti neler. Yıllardır hemen her gün, geçimlerini sağladığı çiçekçilik işine aksatmadan gidiyordu.”
“Akşam karanlığı çökmek üzereydi, kumarhanelerin ve eğlence mekânlarının müşterileri yavaş yavaş geliyorlardı artık. Buralara daimi gelen insanların çoğu Feride’yi tanıyordu ve ondan çoğu zaman çiçek de alıyordu. Bazen erkenden çiçeklerini bitirir evine giderdi.”
Nigar Nas Kocabaş – Soğuk
“Şehrin en kalabalık, ışıksız ama herkesin yol bulabildigi, çarşı pazar işlerinin şenlikli olduğu, balık kokusunun kahve kokusuna, çekiç seslerinin korna seslerine karıştığı bir köşe başında dolmuş bekliyordum. Hava soğuk, hafiften yağmur atıştırıyor. Kardan önce son yağmurlar.”
“Geniş eşiklerinde pencerelerin, sakız çiçekleri, solmaya başlamışlar artık, soğuklar onları da etkilemiş. Kadın eve girince şalvarını çıkarmış, gri siyah desenli maksisini giymiş, eşine dert yanıyor.”
“Kadın gitti ama içimde ona yazdığım hikâye benimle eve kadar geldi. Yağmurda çok ıslandım, yok yürümedim öyle uzun uzun, şiddetlendi ben gelene kadar. İki tane kumru gördüm, yağmurdan gizlenmişler bi arabayla kaldırım arasına, nasıl güzeller, onları görenler kırıntılar atmışlar önlerine, alışmış kuşlar buraya, korkmuyorlar öyle rahat rahat yiyorlar nasiplerini.”
Sümeyye Baştürk Tatlı- Hızlı Tren Gelmez M’ola?
“Mevsim kış, her sene olduğu gibi köyümüze çok kar yağmıştı. Tek göz bir odada kardeşlerim ve annem birlikte yatıyorduk. Aslında evimizin başka odaları da vardı ama sobayı sadece bu odaya kurabiliyorduk. Duvarda geyikli bir halı asılıydı. Yerdeki halının üstünde ince bir örtü daha seriliydi. Altındaki halı temiz kalsın diyeymiş. Pencerelerimiz tahtadan. Her yağmurda, karda su sızdırır. Bu yüzden penceremizin önünden bezler eksik olmazdı.”
“Sivas’ta yaz mevsiminde bile üşürdüm ben. O yüzden de karlı havalarda sobanın ısıttığı odadan çıkmak çok zor gelirdi bana. Ama herkes üstüne düşen görevi yapmak zorundaydı. Okul olmasa da köyde hayat erken başlardı. Hiçbir iş yapmadığımız günlerde erkenden kalkar, kahvaltı yapar sonra da oturur dururduk. Öğlene kadar yatılmazmış, ayıp, derdi dedem. Bunu söyledikten birkaç dakika sonra da uyuklardı erkenden kalktığı için. Neyse, karlı havalarda okula gitmekten bahsediyorduk. Okula giden iki yol vardı. Biri köyün içinden geçerdi ve bu yol okula biraz uzaktı.”
“Şimdi otuzlu yaşlarıma adım attım. Memlekete annemleri, dedemleri görmeye geldim. Uzaylı Teyze öleli yedi sene olmuş. Duyduğumda üzülmedim desem yalan olur. Neden ölmüş diye sormadım. Yaşlıydı zaten, buralarda Allah sıralı ölüm verir. Şehirlere göre farklıdır. Önce yaşlılar ölür, garip bir anlaşmadır bu.”
Hayal Bilgisi’nden Şiirler
hüvel baki, Allah yar, hüseyin çölün sultanı
vuruldukça savrulur kerbela ırmağının kanı
su uyur kum tepeleri uçarak geçer çölü
gözyaşları doldurmaz acıdan kuruyan gölü
her adımda çoğalır kumun dinmeyen susuzluğu
kaçak bakışlara emanettir gecenin uykusuzluğu
Akif Dut
hem kanıyla hem canıyla
vuruşuyor düşmanıyla
direnişi imanıyla
sağlıyor nazlı filistin
gül ümmetin gözbebeği
çocuklar cennet çiçeği
yetiş ey rahmet meleği
ağlıyor nazlı filistin
yarasını ümit ile
bağlıyor nazlı filistin
Bestami Yazgan
hüzünden yana buğulu aynalar
terlemiş kabusların sarmasına denk
sakın dönme arkana için için ses
ömrümün prangasından özgürlüğüm koptu
tohumsuz bedenin vicdan sesi
kırıntı için öten kuşların sesine denk
toprağa bakarsan gözü tok
ömrümün savaşlarından zaferler koptu
Ayşe Arıkan
oy nasıl güzeldi
çiçekli sekiz parçalı elbisen
açıldı
hayat bahçemin ufuktaki çit kapısı
sen çıktın bir şeycik demeden
gölgen sıra nevruz
davetsiz girdi içeri o cüsseli imha
meyveye durmuş sevinçlerimde balta izi
Kazım Gök
sonsuz bir âlemin kapısında
bedenlerini ayakları altına alan nazarlar
yıldızlara yükseliyor kanatsız
tüyden hafif manalar kulakları okşayarak
damla damla kaybolurken derinliklerinde
kas katı kesilmiş demir yüklü dudaklar
Mehmet Çakat
beni burda bırakma
kalırsam bu yarayla, sana çabuk gelirim
nasıl tutar ellerimden sensiz doğan güneş
ay, gecemi nasıl sıvazlar
boğulur nefesim artık her yirmi üç aralık’ta
o gün sendin dünyama bir güneş gibi doğan
doğdun, içimde kelebekler uçuştu
geldin, durgun ırmaklarım ummana koştu
güldün, bütün mevsimler bahara dönüştü
gittin ah! içimde ummanlar tutuştu
Mehmet Osmanoğlu
sana, bana yakın zaferler vadet demiyorum
ama taşı annesiz kalmış nefeslerin rüzgarlarını
bir intifada müjdesi taşı
balıkçıların ağlarına sal tarihin uzuvlarını
sen bana bakma
ben kıramadım zamanın akrep ve yelkovanını
muallakta nurlanan bir kayanın dahi
hesabının sorulacağı demi bekleyedursun
her kul
dul kalmış topraklar adına biz erimeliyiz
Muhammet Baran Aslan
Güfte Edebiyat, Sayı:17
17. sayısı ile karşımızda Güfte Edebiyat. Çalışmaları ile özgün bir hava yakalamaya çalışan bir dergi olarak yol almaya devam eden dergi dosya konuları ile bu duruşunu pekiştiriyor. Dosya konusu, söyleşiler, öyküler, şiirler ile Türkçenin ulu ve gür sesini tüm dünyaya duyurma konusunda kararlı bir dergi olduğunu gösteriyor Güfte Edebiyat.
Bu sayının dosya konusu kaset. Daha da net bir ifade ile söyleyecek olursak; kasetli zamanların huzuru, ruha ferahlık veren halleri. Kaset dendiğinde içinde bir ses çınlayanların gözünde 80’li, 90’lı yılların siyah beyaz görüntüsü mutlaka geçmiştir. Hani denir ya türkü söyleyen, dinleyen adamdan zarar gelmez diye; kaset dendiğinde içi cızz edenler de güzel insanlardır vesselam. Bizlerin o günlere gitmesine vesile olan dergi ekibine teşekkürlerimi iletiyorum.
Dosya konusundan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Mustafa Uçurum – Karışık Kaset
“Kasetlerle tanışmam ilkokul yıllarıma rastlar. 80’li yılların başı. Evimizde sadece radyo vardı. Genelde de Polis Radyosu dinlerdik. Arabesk şarkılar ardı ardına evimizin içini doldururdu. Müslüm Gürses, Hakkı Bulut, Kenan Temiz, Ferdi Tayfur, Malatyalı Fahri, Orhan Gencebay, Bergen, Kibariye, Kamuran Akkor…”
45’lik, 60’lık, 90’lık kasetler vardı. Özellikle otobüs firmaları 90’lık kaset siparişi veriyordu. Her koltuk için ayrı bir şarkı oluyordu listede; “1 numaralı koltukta oturan yolcumuza Bergen’den Sen Affetsen Ben Affetmem şarkısını armağan ediyoruz.”
“Kasetler belki bir yerlerde en acılı şarkılar eşliğinde dönmeye devam ediyor. Önemli olan bu sese kulak verip de geçmiş zaman derin bir âh diyerek acılı bir şarkıya kendini kaptırmak.”
Kıymet Nokay Öztürk – Demlenmiş Zamanlara Yolculuk
“Duvarlarında asılı posterlerin olduğu, çeşit çeşit kasetlerin raflarda dizildiği plakçıların bulunduğu tarafa gitmekten zor alıyorum kendimi. Çarşının ortasındaki döner merdivenlerden döne döne çıkıyorum bizimkilerin katına. Etraf kalabalık. Gürültü içinde asılı kalmış bir sürü tanıdık ses. Tanımadıklarım kulağımın kapısından geri dönüyor. Dördüncü bloktayım. Dükkânımızın önüne geldiğimde gözlerim büyüyor, şaşkınlığım arşa değiyor. Çünkü bizim dükkânın yerinde yeller esiyor. İçi boş, kimsecikler yok. Kapısına kilit vurulmuş. Kemal amca çıkıyor yan dükkândan. “Sizinkiler taşındı ya kızım, şaşırdın herhâlde!” diyor. Şaşırdım, evet. Ama bir şey de diyemiyorum.”
Huriye Emre – Dünyanın Üç Günü
Cennet çantasının ön gözünü açıyor. Fermuar sesiyle ölüyor sessizlik. Minik bir paket. “Senin için!” diyor Cennet. Yusuf paketi açınca şaşırıyor. “İngilizce kaset mi?”
Cennet gülümsüyor. “Hayır. Evde tek kaset, hazırlıktan kalan İngilizce kasetlerimdi. Onun üstüne şarkılar çektim. Sevdiğim şarkılar. Dinlersin.”
“Yıldız Tepesi’nin çehresi epey değişti. Bir kitap kafe yaptılar tepeye. Kitap okuyan insanlar bir araya geliyor. Ben de gidiyorum sık sık. Senin sevdiğin şarkıları çalıyor çünkü. Hem de plaktan. Hem oraya geliyorum. Hem sana. Şiirler de okuyorlar. Ben dinliyorum sadece. Geçip bir köşede dinliyorum.”
Nisan Yaman – Masumiyet Müzesi
“Basması ile düğmeye, fırlatıyor beni doksanlı yıllara. Geçen zamanın ayırdında olmuyorum bir ara. Canlanıyor sessiz ve sahipsiz bir Unkapanı Sokağı. Zemini kırmızı, yazısı beyaz bir tabela düşüyor gözlerimin önüne. Bilmem bin dokuz yüz kaçlardan kalma bir antika. Geçişleri takip edemiyorum. Hız ve zaman zihnimde, evrenin avucuma düşen aczini anımsatıyor. “Zamanı aşan vasıtalar” diye bir kavram düşüyor dilime. Derken, her yer kırmızı, kahve tonlarında, bir yolculuğa bürünüyor. Karanlık tüneller beni düştüğüm uykudan uyandırıyor. Zamandan zamana fırlatılmış bir Alice oluyor içim.”
Figen Öztürk Arslan – Geçmişin Gizeminde Kaset
“Bir de kaset vardı, o cânım kasetler. Yeni neslin bilmediği, hani bozulduğunda kurşun kalemle tekrar sardığımız… Harçlıklarımızı biriktirip sevdiğimiz sanatçının kasetini alabilmek, nasıl bir mutluluktu. Şimdiki gibi akıllı telefonlar yok tabii ve bastığın anda ulaşamadığın şarkılar. İllaki kasetin olacak. Ya da radyodan dinleyeceksin şarkını. Ya çıkarsa?.. Veya müzik kanallarında klibi de çekilmişse bazı şarkıları dinleyebilirsin belki.”
“Akordeonumsu yağlı kâğıtta şarkı sözleri var, demiştim. Şarkıya eşlik etmek, dinleyicinin ruhunu katması mümkündür kasetle. Başa sarmak, ileri sarmak mümkündü kasetleri. Kim bilir hayatımız da böyle olabilse geçmişe gidebilsek nasıl olurdu? Bu düşsel yolculuk hayal belki ama siz yine de unutmayın kasetleri. Geçmişin gizeminde, tozlu boş kasette çıplak sesle söylediğiniz şarkı buluverir sizi hem, kim bilir anı olur, çıkar karşınıza.”
Yunus Laçin – Hatırı Var, Hatırası Var
“Bazı nesneler vardır, ömrünüzün bir yerinde bir köşe taşı olur. Öyle sıradan bir nesne değildir onlar. Bir y/anımız olur, bir v/aktimiz olur onlarla. Yıllar, yollar alsa da ömür, giden gün ömürden gitse de kayda değer şeyler kalır arkamızda. Sizi bilemem ama ben eski araç gereçleri insana daha yakın buluyorum. Tahta bir bavul, çevirmeli bir telefon, bir gramofon, bir taş bir plak, el dokuması bir kilim, antika bir vazo, köstekli bir saat, bir kandil, merdaneli çamaşır makinesi, siyah beyaz televizyon, eski bir radyo, bir pikap, bir daktilo, bir walkman, bir teyp, bir kaset…”
“Bu kasetleri çalan koca koca teypler sonra küçüle küçüle cebimize girdi. Türkçede çalar gezer olarak isimlendirilse de walkman olarak tanıdık bu cihazları. Kasetlerde bu yolun yolcusu oldu bizimle, yollarda yoldaş oldu, kasetteki sanatçılarla, gâh hüzünlenip, gâh gülüp oynadık. O dönemde amatör olarak teybin kayıt tuşlarına basarak türkü çığırıp kayıt yaptık, olmadı başa sarıp bir daha kayıt yaptık.”
Tuba Taş – Seslerin Rengine Kayıtsızlık
“O gece diyelim, gündüzü kar-beyaz; gecesi turuncu geceye… O gece; seslerin eşi benzerinin olamayacağı, renklerin ise darmaduman olacağı bir gece. O gecenin sabahına ramak kala kulakları sağır eden, insanların ve diğer canlıların ödlerindeki zehrin salınmasına kadir, o eşsiz korkuyu hissettiren sesler… Yerin sesi, yerin altında fokurdayan suların sesi, yerin altına ebediyen hapsedilmiş mahlûkatın çığlıkları…”
“Yıkık, viran darmadağın şehirler kasabalar, evler… Yitip giden yaşamlar, yaşanmamış hayatlar, kurulamayan hayaller, zamanın iyileştiremeyeceği yaralar. Enkazlardan kurtulan ama ruhundaki enkazın altından kalkamayan yüreklerin çıkmayan sesleri, acının hangi tonunda bulabilirdi ki rengini? Peki, sesine soluğuna, her bir zerresine hasret kalınan kayıplar, hiçbir kaydı bulunmayanlar…”
Aile Üzerine
Üzerinde en çok konuştuğumuz, kafa yorduğumuz, kalem oynattığımız toplumsal yapıdır aile. Böyle olması da gerekir çünkü hayatın merkezi aileden geçer. Aile sağlam olmazsa toplum da bozulur. Manevi dinamikler yerinden oynar. Talip Koktaş, hissiyatlarımıza tercüman olacak bir yazı kaleme almış.
“Bir evi yuva yapan ailedir. Ailenin yapı taşları ise bireylerdir. Bireyleri bir arada tutan temel unsur da sevgi ve saygıdır. Sevgi ve saygının hâkim olduğu haneler huzur kokar, güzelliği kuşanır. Somurtuş, asabiyet ve dahi vurdumduymazlık hem kalbi hem de evin duvarlarının boyasını karartır. Bir haneyi ayakta tutan duvarlar kararmışsa duvarlar insanın üstüne üstüne gelmeye başlar. O zaman öfke ve kötülük kol geziyor evin odalarında. Her kötülük ise bumerang gibi nihayetinde sahibini bulur. İyilik, güzellik, sevgi ve saygı temeli üzerine inşa edin hanelerinizi.”
“Bir evi yuva, bireyleri aile yapan temel unsur sevgi, saygı ve sorumluktur. Bunu kavradığımız zaman yarım olduğumuz bu hayatta diğer yarımızı bulmuş olarak tam oluruz. Selam olsun, bu dünyada diğer yarısını bularak tam olabilenlere.”
Kuru Soğuk
Meral Bayar Saatçi Kerkük’ten, bomba seslerinin arasından kaleme aldığı bir anısı ile Güfte Edebiyat’ta. Yaşamak bazen ölümle nefes nefese olmaktır. Bunu hissettiriyor Saatçi’nin anlattıkları.
“Orta Doğu’da bir Türk olarak doğmak, büyümek ve yaşamak; bombalarla, savaşlarla günlerin geçmesi demektir. Diğer insanlara memleketlerinde neyin olmasını istedikleri sorulduğunda kimi ülkesinin teknoloji açısından daha ileri gitmesini istediklerini söyler, kimi de daha özgür bir ülkede yaşamak istedikleri yanıtını verirler fakat bizim memleketteki insanlara bu soru sorulduğunda sadece güvenli bir şekilde, insanların bombalara ve saldırılara maruz kalmadan yaşamak istedikleri yanıtı gelir. Orta Doğu’da doğmuş insanlara göre diğer ülkelerdeki dertler şımarıkların derdidir. Dünya çok değişik bir yer, birileri bir tarafta sadece hayatta kalmayı isterken diğer tarafta da birileri doyumsuz bir şekilde mantığa sığmayan şeyleri bile ister.”
Kapadokya Öykü Günlerinde Şifanur Özçelik Şirin Söyleşisi
Kapadokya Öykü Günleri izlenimleri, söyleşileri dergide yer almaya devam ediyor. Bu sayı; Şifanur Özçelik Şirin’in öykü üzerine verdiği cevaplar yer alıyor dergide.
“İyi bir başlangıç ve tatmin edici bir sona sahip olarak okuru öyküye bağlayabilirsiniz. Okurun anlayabileceği sade, anlaşılır bir dile sahip olmalıdır yazdığınız öyküler. Olaylar ve durumlar, mümkün olduğunca az kelimeyle anlatılıp fazlalıklardan arındırmalıdır öykü.”
“Az sözle anlatacağımız olayı çok sözle anlatmamalıyız. İki olumsuz cümleyi peş peşe kullanmamalıyız. En kısa yol ilkesi, öyküyü daha kolay anlaşılır hâle getirir. Okurun önünde oluşan tüm engelleri kaldırır ve onun hedefe ulaşmasını sağlar.”
Merve Koçak Kurt ile Öykü Üzerine
Merve Koçak Kurt ile yapılmış bir söyleşi yer alıyor dergide.Güfte Edebiyat’ta öykü en baskın türlerden. Öyküye ses vermek, yer vermek oldukça kıymetli. Şiir egemenliğindeki dergilerimizin yanında böyle dergilerimizin de olması sevindirici. Merve Koçak Kurt, öykü ve öyküleri üzerine Bayram S. Taşkın’ın sorularını cevaplamış.
“Yıllarca dergi işleriyle uğraştım. Görsel tasarım konusundaki zevkime güvenirim. Fotoğraf, resim ve sinemayla da ilgiliyimdir. Kitap kapaklarının -en az- içerik kadar önemli olduğu bu çağda görselliğin ilk etaptaki etkisi önemli. Her kitabımın kapak (bulunuş ya da oluşturuluş) hikâyesi diğerinden ayrıdır. Öncelikle her birinde yanımda olan, bana yardım eden grafiker arkadaşlarıma şükranlarımı sunuyorum. Yolumu açtığı, tercihi bana bıraktığı için de yayınevlerime… Bir özel teşekkür de Söz Sandığım’ın o güzel mavi kuşunun çizeri Sevgili Behice Kolçak Şark’a.”
“ İnsan, kırk yaşını geçtikten sonra hayata çok daha başka türlü bakmaya başlıyor. Değişiyor, dönüşüyor, olgunlaşıyor; bunların sonucu olarak dili de evriliyor. Yaşadığımız toplumdan ari değiliz, yaşananlar herkes gibi beni de etkiliyor. Son yıllarda yaşanan ciddi bir toplumsal yarılma var. Hiçbir dönem şahit olmadığım şeylere şahit olmak, kalbimi de yoruyor ruhumu da… Yazmak, o anlamda benim için bir “sığınak”. Yazdıkça, okudukça, yaşadıkça… Anlattığı “hikâye” de değişiyor insanın. Bakış açısı değiştikçe anlatış şekli de değişiyor. Yazdıkları daha bir “müşahhas” hâle geliyor. Olaylar, mekânlar, kahramanlar araya giriyor; “Beni yaz!” diyor. Şahit olduğun “acı”ları “anı”lara dönüştürmek için yazıyorsun bazen; “düş”ü “gerçek” kılmak için bazen de…”
“Antakya, benim kelimelerimin ilk beşiği. Doğduğum yer Ceyhan’dır ama bir buçuk yaşındayken geldiğim Antakya’dır ilk söz ağrım. Asi’dir, Nehir’dir, Köprü’dür, Affan’dır… Söz Sandığım’da da Antakya’ya dair çok şey var, evet. “Belben” var mesela, Kantara Çıkmazı var, yaşadığım evler var, yürüdüğüm yollar var… O şehrin ruhu var!”
Dr. Şemsettin Küzeci ile Söyleşi
Veli Ay, Şemsettin Küzeci ile bir söyleşi yapmış. Küzeci, Kerkük’ün Türkiye’deki sesi, soluğu olan bir isim. Birkaç kez Tokat’ta da ağırlamıştık kendisini. Tüm bedeni ve ruhuyla Kerkük’ü hisseden ve yaşayan bir isim Küzeci. Kerkük’ün ve Türkmen Edebiyatı’nın anlatıldığı söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Kerkük Gazetesi, 1940’lı yıllarda Kerkük’te yayımlanmıştır. Ancak uzun yıllar boyunca kapatıldı. 2003’ten sonra Türkmen Edebiyatçılar Birliği tarafından yeniden yayına başladı. Maddi nedenlerden dolayı gazetenin 2008 yılında basımı durduruldu. Biz de gazetenin adı kaybolmasın diye gazeteyi dijital olarak günümüze dek sürdürmekteyiz. Bu bizim için önemli bir değerdir. Öte yandan Kerkük’te Türkmen Gazeteciler Cemiyeti olarak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kerkük Kültür Derneği kurucusu ve başkanı olarak da Kerkük’teki çalışmalarımıza hız vererek 2024 yılı için önemli çalışmalara imza atacağımıza inanıyorum.”
“Türkmenli’nde kültür, dil, sanat ve edebiyat çalışmaları emin adımlarla devam ediyor. Bugün o coğrafyaya baktığımızda buram buram kültür ve medeniyeti teneffüs ettiğinizi hissedersiniz. Altı Türk devleti kurulan o bölgelerde, tarih ve kültürün temel öge olarak insan yaşamında etkin bir rolü vardır. Suya, havaya ihtiyaç olduğu gibi de kültüre, sanata ihtiyaç vardır. Eskiden Ata Terzibaşı, Hicri Dede, Ali Marufoğlu, Felekoğlu gibi isimler edebiyatımızın güçlü temsilcileri idi. Şimdi ise, izlerini sürdüren, Necat Kevseroğlu, Aydın Kerkük, Salah Nevres, Nesrin Erbil, Rıza Çolakoğlu, Esat Erbil, Suphi Saatçi, Faruk Köprülü, Ali Yağmuroğlu, Mehmet Ömer Kazancı, Kemal Beyatlı ve Şemsettin Küzeci gibi isimler…”
Güfte Edebiyat’tan Öyküler
Songül Uslu – Şeytan Islığı
“Uzun kış akşamlarındayım, şimdi türküler konuyor dallarıma, bir de için için özletiyor bu mevsim her şeyi. Bir an farkına varmak istemiyorum ama vakit bu kez yaklaşmış, atlıyorum otobüse, düşüyorum yollara, sarılmak istiyorum kapı önü sohbetlere, bir göze değip anlatmak istiyorum.”
“Bu sokak lambaları, birer lamba olmaktan ziyade, birer umutturlar. Her bir sokak lambası, her bir sokak lambasının ışığı, yansıdığı pencereye huzur götürür beraberinde ve umut. Karanlığı parçalayan her şey, biraz umuttur. Otuz yaş düşünceleri bunlar mıymış, diyorum. Mini mini bir kızken de yetişkin bir kadınken de korktuğum şey: karanlık.”
“Kuşlar tam yeniden uykuya dalacakları sırada gün ışımaya başlıyor. Bu kez korku dolu çığlıklar yerine şen sabah şarkılarını söylüyorlar, onlar da unutuverdi fırtınayı.”
Duygu Tamer – Kırık Bir Kalbin Cızırtısı
“Nikâh salonundaki uğultu, tavana doğru buharlaşıyordu. Elimdeki horoz şekerini yalamakla meşguldüm. Dışarıda bunaltıcı bir sıcak vardı. Ne alnımdaki boncuk boncuk terden ne terle karışık parfüm kokusundan rahatsız oluyordum. Saçları fönlenmiş, topuz yapılmış pek çok sarı kafanın telaşla oradan oraya seğirttiğini görüyordum ara ara bir rüya gibi. Dünyanın bütün horozlarını, elimde yaladığım horoz şekere benzetiyordum.”
“Yaz bitti, sonbahar sokak aralarında dolaşmaya başlayınca tüm kasetçilerde bir şarkı çalmaya başladı. Neriman’ın nikâh masasında terk edildiği günden tam bir yıl sonra, Neriman elinde beyaz bir yığınla apartmanın dışına çıktı. Elindeki kibriti yakarken ne kadar sakindi, tüm öfkesini gelinliğe doldurmuş, yakacaktı. Beyaz tamamen siyaha dönüşünce bir tükürük savurdu, ardına bile bakmadan hızla dairelerine girip kapıyı çarptı.”
Fatma Tutak – Bende Kalan
“Ne kadar az şükrediyoruz. Bahşedilen bunca nimet karşılığında sergilediğimiz tavır yalnızca nankörlük. Üstelik tüm maddi varlığımızı sarf etsek, tüm nefesimizi bu uğurda tüketsek de karşılığını -hatta birazını bile- ödeyemeyeceğimiz bunca güzelliğe sahipken alabildiğine hoşnutsuz, dünyalara sahip olsa bir o kadarını daha isteyecek kadar doyumsuz handiyse bir -hep banacılık- girdabının içinde boğuluyoruz.”
“Evleri bizimkinin çaprazında kalan sarı renkte bir apartmanın ikinci katındaydı. Sanırım yirmili yaşların biraz üzerindeydi Rabia. Ona şimdi ismiyle hitap etmekte kendimce bir beis görmüyorum zira benim şimdi sürdüğüm yaşlara erişemeden uçmağa göç etti.”
“Çok geçmeden kimsenin pek tanımadığı o kır saçlı adamla evlendi Rabia. Garibanmış, iyi kötü bir maişeti varmış. Başının üstünde bir dam, ocağını tüttüren bir eşi olsunmuş, iki garip birbirlerinin yarasını sarar, yuvarlanır giderlermiş, miş miş.”
Yasin Gültekin – Neden Eve Dönmekten İbarettir Hayat?
“Dış dünya silinip gidiyor. Var oluşunu yitiriyor her şey bir anda. Bütün somut, süremsel, uzamsal verilerin ötesinde bir düş adasındaydı sanki. Belleğin dolambaçlı kıvrımlarına takılıp kalmış, loş bir derinlikteki tenin solgun aklığı gibi silinip gitmek bilmeyen, bitmek bilmeyen bulanık bir imge gibi sisler ardında parlıyor her şey. Züccaciye mağazasına dalan bir filin sakarlığıyla dünyaya gelmiş gibi hissediyordu kendini hızla kırılan hayallerinin parçacıklarını gördüğünde.”
“Sözcüklerin mezarı, ağzını açmak istedi. Açmadı, açsa kendini dünyanın en tekinsiz yerinde bulacaktı. Sesinde, dünyadaki bütün hayal kırıklıkları var, belki birazdan dinecek olan o rüzgârlı aşkların ilk acısı. Bu rüzgârı bir dinlese anlayacaktı hangi mevsimde olduğunu.”
“Özlemleri acıya dönüşüyordu. Sözcükleri anlamsızlığa, düşünceleri boşluğa, unutuluşu yüreğindeki çarpık aldanışa, anlayışı yalnızlığa, gerçekleri hiçliğe, kendi bilmediği bir şaşkınlığa.”
Təhminə Ocaqlı – Seçimlər
“Səhərin xoş ətri, günəşin şəfəqləri insanın içini isidirdi. Sanki günəşin şüaları bir-başa incə mil kimi ürəyimə yol tapıb keçmiş xatirələri oyadırdı. Düşüncələr arasında gəzinən işıq tozlu və həvəssiz olan xatirələrə can verib onu oyatmaq istəyirdi amma bəzən alınmırdı. Qəlbim bunun düzgün olmadığı anlayıb qarşısını kəsir və həmişə ki həvəssizliklə eh deyib fikrim bir budaqdan digərinə qonurdu. Bir gün bunun niyə belə olduğunu sorğulamağa başladım, axı nəyə görə onları oyatmaq olmazdı?”
“Canlı və diri qalmaq üçün düşüncələrin dibinə enmədən də və onlara hiss qatmadan da yaşamağın mümkünlüyünə inanıram amma bunu tətbiq edəcək gücü özümdə tapmıram. Bəlkə də bu xatirələrim bir silahdır içimdə yatmış birinə tuşlanıb lüləyi, atəş açıb ya səslə onu oyadacaq və ya öldürəcək.”
“Kölgəmin yenə hərəkətdə olduğunu görüb artıq usanmadan və yorulmadan onun ardınca getməyin mənə bir növ zövq verdiyinin fərqinə vardım. İkimizin də hərəkət etdiyi küçələr hər zaman mənim gedib gəldiyim yollar idi lakin bugün hər zamankindən fərqli idi. Sanki illərdi gəzdiyim bu yolları ilk dəfə görürmüş kimi hərəkət edirdim. Ya da doğulandan üzərimdə daşıdığım gözlərimi kiminsə gözləri ilə əvəz edib mənə buraları ilk dəfə görən gözlər bəxş etmişdilər.”
Sümeyra Uğur – Hüzün Mevsimi
“Şehrin en işlek noktasında, bahçesi hareketli bir caddeye bakan simitçide, kahvaltımızı yapmak üzere oturduğumuz andan itibaren, yani yaklaşık bir saattir, yanımıza yaklaşıp paramızı isteyen dilencilerin beşincisiydi gelen kadın. Artık gezinin sonuna doğru geldiğimiz için düşüncesizce harcanan paralar suyunu çekmiş, eve dönüş paramız kalmıştı cebimizde sadece. Gelen her dilenciye de yaşanan şu iki güzel günün hatırına, yüklü paralar verdiğimiz düşünülürse en sonuncuyu rahatlıkla reddedebilecektik.”
“Nihayet! Öfke, hayret ve coşku dolu bakışları üzerimize çekebilecek, herkese kendi derdini unutturacak güçte kahır içeren o cümle gelmişti. “Sevdiğim yok!” dedikten sonra ortaya saçılan sitem dolu harfler havadaki şaşkınlıkla buluştu, rahatsız edici bir sessizliğe dönüştü.”
Emine Tutu – Kinsiz Bir An
“Nefesi tükenene kadar sürdü motorunu. Ne kadar zamandır rüzgârlarla yarışıyordu, bilmiyordu. Simsiyah bir motorun üzerinde ölüme koşar gibiydi. Hoş, hayata koşacak hâli yoktu. Çok uzun zaman önce kabul etmişti hayatsızlığını, varlığından yaşam sevinci gibi bir parça çoktan koparılıp atılmıştı. Öyle zor nefes alıyordu ki her nefesi cam kırıkları soluyormuşçasına acıtıyordu. Kafasında bir nokta “Öl ve kurtul!” diye çığlık atıp duruyordu. Öyle evsiz öyle yurtsuz hissediyordu ki sanki dünya üzerinde bir annenin rahminde gelişip yeryüzüne hiç gelmemiş gibiydi.”
“Sırılsıklam bir hâlde evine geldi. Hiç beklemeden bilgisayarından en son işlem yaptığı hesapların ağına girip geçiş sağladığı parayı geri çekti. Beceriksizler parayı soğuk cüzdana atmamışlardı. Şimdi geriye parayı banka hesabından çekmek kalmıştı. Bir çuval para ederdi. Ve bu paranın adresini çok iyi biliyordu. Geriye sadece sabır kalmıştı birkaç gün yakalanmadan geçireceği birkaç gün.”
Güfte Edebiyat’tan Şiirler
Nostaljik bir plaktır bu
Henüz kaset devrinin ayak izleri yokken
Ta taş devrinden gıcırdayarak anlatır
İnsanın insanla harbini
Oysa sevmenin üzerine ne güzel şarkılar
Türküler, dilini bilmediğimiz melodiler
Kırık bir sesle işlenirken ruhumuza
Do re mi fa, fa fa sol la…
Seviyormuş bir kadın erkeği gururla
Ah ne güzel bilmemek sözlerini çalan şarkıyla
Seni düşünmek ta yürek devrinden bu yana
Mehmet Özcan Yasdıbaş
Göğsünde gizlenen hakikat,
Huyumu bilsin,
Kuyumu bulsun.
Sesim alçalsın,
Yükselsin.
Karmaşık cümlelerimin kaderi,
Alnının ortasında öpsün.
Huzura ersin alfabem.
Bileklerime işle melodiyi,
İnce ve hassas olmayan hâlinle.
Şimdi yaşamayı daha çok sevebileyim diye,
Yarını konuşma gözlerimle.
Yağmur Koçyiğit
masal kokardı gecelerimiz
peri kızları kaçırırdık düşlerimize
devler keserdi yolumuzu
karanlıktan korkumuz bundandır
bundandır vurgunluğumuz aydınlığa
sonra radyolar girdi evlerimize
türküler düştü yüreklerimize
türküler yani sevdalar
türkülerde gurbet
türkülerde hasret
türkülerde mihnet vardı
dertti, ayrılıktı, ölümdü yükü türkülerin
Talat Ülker
Pencerede ne var biliyor musun?
Dicle’nin yeşil sularında ışıldayan
Karpuz kabuklarında, lirik sözcükler
Kral Şuşin’e sunulan şiirler var.
Pencerede ne var biliyor musun?
Mezopotamya’dan görünüm var.
Fikret Çelik
Olmaz dediklərin olurmuş demək,
Əlimi buraxıb getməyəcəkdin.
Vədinə naxələf çıxan bivəfa,
Əgər bacarmırdın sevməyəcəkdin.
Payız günəşinə bənzəyirdin sən,
Gah şəfəq saçardın, gah tutulardın.
Gah ümid verərdin təsəllilərlə,
Gah verdiyin sözü tez unudardın.
Nailə Şamilqızı
Ürəyim sənindir, qorxma, al, götür,
İstərsən sən yaşat, istərsən öldür.
Ən gözəl ölüm də sənli ölümdür,
Səndən başqasını sevə bilmərəm.
Həyatımda sən olmusan, ol yenə,
Varlığın ən gözəl hədiyyə mənə.
Ay mənim gözəlim, aşiqəm sənə,
Səndən başqasını sevə bilmərəm.
Murad Ziya
Bilsəm, elə ən birinci,
Elə səndən gizlənərdim.
Bilsəydim, çoxdan gedərdim.
Ən azından bilərdim ki,
Məni gəzən, mənim üçün qəribsəyən bir uşaq var.
Nə gözəlmiş, məni sənə yaxın edən uzaqlar,
Nə gözəlmiş, məni sənə yaxın edən uzaqlar!
Günel Balakişi