Cins’ten Ramazanlık Bir Selamlama

“Kalbi tamir için bir ay” diyerek çıktı Cins dergisinin 103. sayısı. Ramazan vurgusu var dergide. Giriş yazısı da aynı hissiyatla kaleme alınmış.

“Bir Ramazan’dan daha geçtik, geçiyoruz. Bütün güzel sözlerin yanında insana yerini ve yönünü gösteren bir öğretmen o. Samanyolunda Ziyafet’te şair ne de güzel anlatmıştı onu. Onun bir varlık olduğunu sıradan insana bile hissettirecek bir açıklıkla faş etmişti üstelik. Belki fazla ama güzel. Biliyoruz, fazla ise asla güzel değildir kendi başına. Bu ilkeyi bile yok sayabilen iklimden söz ediyoruz işte burada.”

Göz Kapağına Övgü

Görmek, anlamak, anlamlandırmak birbirini izleyen bir silsile olarak yer tutar hayatımızda. Hepsinin merkezinde de göz var. Göz görür ama gerisi anlamlandırmaya kalır. Bu da insan zihninin bir maharetidir. Yaratılanlarda görmek istediğimiz hikmetler, bizi kul olarak çepeçevre saran bir dokunuştur. Sertaç Timur Demir, gözden başlayan bir hikmeti hakikat penceresinden izliyor.

“Gözle ekran arasındaki mesafenin olabildiğince kapanmış, dahası birbiri içine geçmiş olduğunu düşündüm. Göz aracısız bir bakışın öznesi değil artık. O, gündelik yaşamın her an ve alanına dağıtılmış ekranlara bakmaya hüküm giymiştir. Zira teşhir kalabalığa hem ihtiyaç duymakta hem de onu üretmektedir durmadan. Teşhir, örtbas ettiği mananın yerine hazzı koymaktadır. Bu sebeple ekranlar izlenilen değil, içine düşülen yerdir her geçen gün. Ekranlar-içre üzülmemiz, sevinmemiz, orada ifade aramamız bundandır. “Ekranlarda bir şeyleri bularak kaybolur ve yine burada bulunarak yokluğa bulanırız” dedi derviş düşünceme ses vererek.”

“Şimdi fark ediyorum da görüşümü kısıtlayan, düşlerimi olması gerektiği yerden alıp uzaklara atan ne çok görüntü gezinmiş önümde, arkamda, sağımda, solumda ve nihayet içimde. Eşyalar bile artık sanki oldukları şeyi göstermeye değil de saklamaya çalışıyor gibiler.”

Büyük Göç Destanı ve Lütfi Akad

Ömer Erdem, Sanatlı Türkiye Tarihi’ne devam ediyor. Bu sayı konuğumuz Lütfi Akad. Göç kavramından bahsediyor ilk olarak Erdem. Türkiye ve göç deyince elbette akla ilk olarak İstanbul gelir. Anadolu’dan İstanbul’a göçten bahsederek konuya giriyor Erdem. Aha sonra Lütfi Akad’ın Gelin, Düğün ve Diyet filmleri bağlamında göçün sinemada bulduğu karşılığı anlatıyor.

“Lütfi Akad’ın sinema mesleğini yapan bir insan olmaktan çıkıp insanı ve toplumu önceleyen bir düşünce evrenine sıçraması boşuna değildir. Fazla konuşkan olmadığı için bunu araştırmak, eserlerine bağlamlı yaklaşımlardan geçer. Onun, Türk insanı nasıl davranır sorusunun peşinden, artık toplumu belirleyen temel dinamiği geçmişten bu yana ‘göç’ün etrafında döndüğünü keşfetmesi anlamlıdır.”

“Şehrin dişleri her an onları çiğnemeye hazırdır. ‘İnsanlar çetin cevizdir.’ Bu bir ivmedir ona göre. Yerleşme ve tutunma sıradan insanın işi değildir. Dolayısıyla, Lütfi Akad’ın Gelin, Düğün ve Diyet’te, kamerayı ve senaryoyu insan karşısında iyice etkisizleştirerek söz hakkını izleyiciye, yani insana bırakır. Bugün yaşadığımız hayatın hemen bütün açılımları ve sorunlarını barındıran ‘göç’ olgusuna, Akad’ın sinemasal nazar kılmış olması önemlidir. Göçle birlikte kendileri dahil olmak üzere, insanların nelerden vazgeçtiklerini ve ne olmaya koyulduklarını anlamak için Lütfi Akad önemli bir kaynaktır.”

Yeni Başlayanlar İçin Ramazan Rehberi

Sueda Nur Çokadar, gönüllere hoşnutluk veren bir ramazan rehberi hazırlamış. Bu rehberde kimler var? Hayatının belli bir döneminden sonra İslamiyet ve Ramazan’la tanışan isimler konuğumuz oluyor. Hem İslam’la hem de ramazanla şereflenmenin ne büyük bir bereket olduğuna şahit oluyoruz. Çokadar’ın sayfasına taşıdığı isimlerden birkaçını buraya alıyorum. Devam Cins’te.

Veronique Hellwig –Almanya

İslam’la tanışmadan önce hayatım, fani dünyanın geçici zevklerine odaklanmış bir serüvenden ibaretti. Ölüme dair düşüncelerim, yok oluş ve karanlıktan öteye geçmiyordu. Fakat din değiştirdikten sonra, her şey bambaşka bir anlam kazandı. Varoluşuma derinlik katıldı, aileme ve çevreme karşı duyduğum sevgi ve sorumluluk bilincim arttı. Her adımımda, her eylemimde Allah’ın rızasını gözetmeye başladım. Ramazan ayı da benim için başından sonuna bu kadar önemli ve özel bir deneyimdi. Bu mübarek ayın dışındaki günlere kıyasla Ramazan’da oruç tutmanın ne kadar kolay olduğunu fark ettiğim zaman gerçekten de şeytanın zincirlenmiş olduğuna inancım güçlendi. Bu ayda manevi bir arınma ve huzur dalgası tüm benliğimi sardı, Allah’a olan inancım ve bağlılığım her geçen gün daha da güçlendi.

Aisha Robertson –Amerika

Müslüman olduktan sonra namaz kılmayı ve başörtüsü takmayı öğrenmekte gecikmedim. Yüce Allah’a, bana bahşettiği sırat-ı müstakim için minnettardım ve toplum içinde bir Müslüman olarak tanınmak istiyordum. İlk Ramazan’ımı sabırsızlıkla bekliyordum; çünkü bu, tüm Müslüman kardeşlerimle birlikte yapacağım ilk ibadet olacaktı. Oruç tutmanın bireysel bir eylem olduğu doğrudur. Ancak oruç açmak, iftarları paylaşmak ve teravih namazını kılmak genellikle toplu olarak yapılan şeylerdir.

Abdullah Yıldız ile Ramazana Dair Söyleşi

Sueda Nur Çokadar‘ın ramazana dair sorularını cevaplamış Abdullah Yıldız. Orucun hikmeti ve onarıcı yönlerine dikkat çekiyor Yıldız. Nasıl bir ramazan geçirmeliyiz sorusunun da cevabı var yazıda.

Ramazan kelimesinin bir görüşe göre bir anlamı Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bu durumda şehr-i Ramazan bir anlamıyla Allah’ın ayı anlamına geliyor. Bütün aylar, bütün zamanlar Allah’a ait. Niye böyle bir tahsis var? Çünkü bu ayda Allah kelamını lütfederek aynı zamanda oruç tutmamızı emretti. Diğer ibadetler de bu ayda zenginleştirilerek yapılır.”

“Ramazan’ı Kur’an ve oruç ayı olarak, bir tür manevi check-up’tan geçme hâli olarak tanımlayabiliriz. Bu check-up’ı Kur’an’ı Kerim ile nasıl yapıyoruz? Sindire sindire okuduğumuzda eksiklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı görüyoruz; yapmamız gereken, üzerimize düşen görevleri, sorumlulukları fark ediyoruz. Aynı zamanda konulardaki eksiklerimizi veya doğru yapıyorsak bunu tahkim etmemiz gerektiğini yani doğru yaptıklarımızı da tahkim etmemiz gerektiğini fark ediyoruz. Artı uzak durmamız gereken kötülükleri ve kötüleri fark ediyoruz.”

Aylardan Nisansa, Kûtül ‘Amare Zaferi

Peren Birsaygılı Mut, Kûtül ‘Amare Zaferi hakkında yazmış. Tarihin şerefli bir sayfası ile gerçek anlamda ne yazık ki çok geç tanıştık. Anlamamız ve anlatmamız gereken bu şeref levhasını özellikle gençlerimize anlatmamız lazım. Özellikle İngilizlerin Türk tarihindeki yerini bu zafer zerinden okumakta fayda var.

“Beklenen karşılaşma, 12 Nisan 1915’de Suaybe civarındaki Bercisiyye ormanı etrafında olacaktır. Süleyman Askeri Bey, savaşı sedye üzerinde yönetmektedir. Ancak İngilizlerin takviye kuvvetler çıkarması sonucu Osmanlı birliği maalesef mevcudunun yarısını şehit verir. Otuz bir senelik kısa ömründe bir an olsun onurundan taviz vermemiş olan Süleyman Askeri Bey, bu kayıptan kendini sorumlu tutar ve İngilizlere sedye üzerinde esir düşeceğini anladığı an, teslim olmaktansa silahında kalan son mermiyi başına sıkarak hayatına son verir.”

“Kûtül’amâre’ye çekilen İngiliz birlikleri, 5 ay boyunca adeta hapsolup kalırlar burada. Halil Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, bu süre boyunca İngilizlere nefes dahi aldırmazlar. Gazeteler, İngiliz ordusunun uzun zamandan beri bu hâle düşmediğini yazar. Hatta Daily Telegraph gazetesi, kuşatma altındaki General Townshend’in artık kurtulma ümidinin kalmadığına değinir. İngilizler, Kûtül’amâre’yi Çanakkale’de aldıkları yenilgiyi telafi edebilmek için büyük bir fırsat olarak görmüşlerdir. Ancak nafile…”

Hayattan Ne İstiyorum?

Hayattan ne istiyorum sorusunu insan kendisine sık sık sormalı ama bu soruyu sormadan yaşamayı tercih ediyoruz genelde. Sorgulamak ve sorgulanmak çok da hoşumuza gitmiyor. Özellikle hayatla olan bir mücadeleyi göze alamıyor insan. Mustafa Ulusoy, eksik bir soru diyerek bu sorunun cevabını arıyor.

‘‘Hayattan ne istiyorum?” sorusu bizi bunaltır, bulduğumuz cevaplar cılız kalır. Çünkü soru eksiktir, ne kadar iyi cevaplanırsa cevaplansın tatmin etmez alınan cevap. İnsana yetecek olan soru ise insanı aşacak olan sorudur. İnsanın kalbini mutmain edecek cevap dünya ve ahireti içine alacak bir cevap olmalıdır. Ayrıca hep talep eden birinin sorusudur. Peki hayatın benden istediği nedir, aklından geçmemektedir kişinin. Sanki hayat borçludur, biz de tahsildar.”

“Hayatı bize bahşeden Mutlak Varlık ise bu hayatı nasıl değerlendireceğimizi de bize bildirmiş cevabı önümüze koymuştur. Bu yolların birincisi Kur’an’dır. Kuran, bu hayatla ne yapacağım sorunun sonsuz cevaplarıyla doludur. Yolların ikincisi de Hz. Peygamber’dir. O’nun yaşamı, bir insanın hayattan ne isteyeceğinin, hayatla ne yapması gerektiğinin cevabıdır baştan sona.”

Yalnızlığın Yansıması

“Yalnızlık” denen bir bunalım hali var insanı içine çeken. Dünya kalabalıklaştıkça insan yalnızlaşıyor. Dijital bir kuşatma insanın sosyal yanını aldı götürdü. Serkan Ünal, insanın aynaya yansıyan yalnızlığını yazmış.

“Bir zamanlar, dünya sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerdi. Dağlar, ormanlar ve nehirler, sadece doğanın kendi yansımalarını taşırdı. Her şeyin huzur dolu bir yansımasıydı; su, gökyüzünün mavi derinliklerini yansıtırken, gökyüzü de suların mavisini kucaklıyordu. Dünya, sadece doğanın kendi yankısıydı.”

“Televizyonun icadı ile beraber insanlar evlere kapandı ve aileler bir odaya doluştu. Böylece ailelerin toplumla olan bağı büyük oranda kesilmiş oldu. Bugün ise evin farklı odalarında tek başına oturan insanlar haline geldik. Aynalara bakmıyoruz ancak elimizdeki telefondan hayatımızı yaşıyoruz. Hemen herkesin evinde kendi odasına, elindeki telefonunun ekranına bakarak hayat yaşayan biri mutlaka var. Artık birbiriyle çok az sosyal etkileşim içerisinde olan bireyler yetişiyor. Sanırım insanlık hızla bireysel yalnızlığa itiliyor. İnsanlar yalnız oldukça birbirini tanıyamaz, birbirine destek olamaz ve dahası bir toplum olamaz. Bilmiyorum, belki de çağımızın yeni dünya düzeni budur. İnsanları toplumdan soyutlayıp, bireysel yalnızlıklara hapsederek; kıyaslama, iletişim, hatta düşünme yeteneklerini kısıtlamaktır. Fakat unutmayın ki kendini toplumdan soyutlamak, bir ağacın köklerinden koparılarak kuruması gibidir.”

Hamdi Akyol ile Casusluk Edebiyatı Üzerine

Sueda Nur Çokadar, Hamdi Akyol ile Gün Yıldızı kitabından hareketle casusluk edebiyatı üzerine sorular yöneltmiş.

“Üçüncü kitap ile “koza-tırtıl-kelebek” adını verdiğim üçlemeyi tamamlamış oluyorum. Üçüncü kitabımın adı Akrep Çukuru. İlk iki kitapta açılan parantezlerin önemli kısmını kapatıyorum. Elbette işin tabiatı gereği kapanmamış, okurun kendi hayal dünyasında tamamlayacağı bazı açık parantezler de var. İkinci kitabın kahramanı Gün Yıldızı, Akrep Çukuru’nda 1950’lerin sonuna doğru yarım kalmış hesaplaşmalarla boğuşuyor. İlk kitabın kahramanı Rüstem de 70’lerin başlarında hem duygusal hem de casusluk göreviyle ilgili başına gelenlerle boğuşuyor. Her ikisini de ortak bir finalde görüyoruz. Nitekim Gün Yıldızı’nda en başta bunun ipucunu vermiştim.”

“Zaten günümüz roman anlayışında “olay hikâyesi” artık hemen hemen hiç kalmadı. Böylesi bol aksiyonlu, koşturmacalı, ölümlü, cinayetli bir konuda kitabın temposunu ve akışını aşağı düşürmemek için, derinlikli detaylara çok fazla giremiyorsunuz. Buna gerek de yok.”

“Kendi adıma yazdıklarımdan dolayı hoşnutum, şu anda olmasa bile zaman içinde casusluk edebiyatının yeni yazarlar ve eserlerle daha tutulan bir saha olacağını düşünüyorum. Tutulmasa da önemli değil, ben kendi adıma üzerime düşeni yapmış olmanın rahatlığındayım.”

Nazım, Fenerbahçe ve Nesrin Sipahi

Hüseyin Atlansoy, Nazım’dan, Fenerbahçe’den ve Nesrin Sipahi’den bahsediyor yazısında. Bu üçlünün bir yazıda nasıl olup da bir araya geldiğine Atlansoy’un anı tadındaki anlatımıyla şahit oluyoruz.

“Nazım Hikmet de hep aynı şiiri yazan şairlerden. Şiir serüveninin hemen başında -23 yaşında- yazmış olduğu “Dağların Havası” ile “İnci” şiirlerindeki aşkı ömrü boyunca aramış ve ancak yaklaşık kırk yıl sonra Vera’da bulup altmış bir yaşında “Saman Sarısı”nı yazmış bir şair. En iyi şiiri bu şiir. Tekrar ediyor bu şiiri iki kez daha. Aynı etkiye ulaşamasa da şiirinin gücünü tekrarların oluşturduğunu biliyor. Tekrarın gücü aynı zamanda bu şiirin en büyük zaafını da oluşturuyor. Tekrarın tekrarsızlığındaki biriciklik. Gücü burada. Tekniği Rodrigo’nun gitar konçertosuna benziyor.”

“Fenerbahçe burjuvaziye, Galatasaray aristokrasiye karşılık gelir. İlkinin forvetleri ile -geçen yazıda Selçuk Yula’yı söylememişimikincinin kalecileri ile – Yasin Simoviç ve Muslera- hatırlanması burjuvazinın ve aristokrasinin ruhuna uygundur. Galatasaray’ın şampiyonlukları Türkiye’nin tökezleme Fenerbahçe’ninkiler ise yükselme dönemlerine karşılık gelmektedir.”

Teknoloji Kapitalizmine Dair Şüpheler

Teknoloji hayatımızın her köşesini kuşattıkça yeni argümanları da beraberinde getiriyor. Kapitalizmin teknolojiyi ile kurduğu birliktelik de bunlardan biri. Sistemli bir kuşatma bu. Her şeyin ince hesaplar üzerine kurulduğuna dair hiç şüphe yok. Ahmet Melih Karağuz, bu şüpheler üzerine yazmış.

Teknoloji kapitalizminin tepesindeki isimler, her zaman sorumluluğu kullanıcılara yükleyecek ve kendilerini korunaklı bir alana çekeceklerdi. Google’ın eski CEO’su Eric Schmidt, yeni medyanın yükselişiyle düşüşe geçen mahremiyetin korunması konusunda “Eğer kimsenin bilmesini istemediğiniz bir şey varsa, belki de en başta bunu paylaşmamalısınız.” derken aslında yükselen yeni çağın mottosunu da bizlere duyuruyordu. “Endişeleniyorsan yapma, yapıyorsan sorumluluk senin, benim değil.”

“Bireylerin eğitimi için ayrılacak bütçelerin devasalığı ve bu eğitimleri verecek insan kaynağı eksikliği gibi sebepler yüzünden devletlerin de aksiyon alamadığı sorumsuzluk ekonomisi, gelecek nesillerin karşısındaki en büyük sorunlardan biri olarak öne çıkıyor. Belki de tam olarak burada, çivinin çiviyi sökeceğine duyulan inanca da yaslanarak yeni bir çoğulculuk tanımlayarak sorumsuzluk ekonomisi karşısında örgütlenmek gerekmektedir. Sivil toplumun, kâr amacı gütmeyen inisiyatiflerin el ele vererek başlatacağı bir seferberlikle herkesin kendi sorumluluğunu sahipleneceği yeni bir gerçeklik inşa etmek bir zorunluluktur.”

Cins’ten Öyküler

Güray Süngü – Başkalarının Hayatı

“İnsanlar yaşamaktaydılar. Ama yaşamak insanlara yetmemekteydi muhtemelen ki hep başkalarının hayatına bakmaktaydılar. Başkalarının hayatına bakıp sonra da mutsuz olmaktaydılar. Başkaları denen insanlar herkesin kendi hayatlarına bakmalarını fırsat bildi günün birinde. Madem bunlar bize bakıyor, onlara bir şeyler gösterelim madem dediler günün birinde. Ellerine aldıkları bir takım satılık bir şeyleri ben bunu kullanıyorum çok güzel diye gösterir oldular nihayetinde. Sonra, ben bunları yaşıyorum çok güzel diye gösterir de oldular nihayetinde.”

“O sıra uzaydan bütün bu olanlara bakan bir uzaylı çocuk, dünyadaki bütün insanların bir tür ayna karşısına geçip garip hareketler yapıp kendi kendilerini seyrettiklerini raporladı ama bu hakikatin şimdilik konumuzla alakası yok.”

Mustafa Çiftçi – Bir Handan Bir Nalan

“Esasen bu yazımda Halide Edip’in “Handan” romanından bahsedecektim. Böylece bir vazife bilinciyle, ciddiye alarak roman okuduğumu da ispat edecektim. Neden derseniz eskiden roman okumayı pek ciddiye alan olmazdı. Hatta roman okumayı evde kalmış kız kısmının bir adeti olarak görürlerdi. Roman okuyan ‘boş adam’lara pek kimsenin paye verdiği yoktu. Roman okuyan kızların ise mutsuz olacaklarına inanıyorlardı. Gerçi ben şimdi de roman okumanın zamanla insan zihninde ve kalbinde tortular bırakacağına inanıyorum. O tortuların insanı mutsuz yapma ihtimali vardır ya neyse şimdi meselemiz roman okuma mutsuzluğu değil.”

“Nalan Ablamız ile kaç yıl komşu olduk hatırlamıyorum. Ama biz o mahalleden taşındık. Bir daha da hiç göremedim. Ama annem eski mahallemize misafirliğe gittikçe haber getirirdi. Ankara’ya gelin gitmiş. Böyle ablalar gelin gidince kocası nasıl biridir diye merak ediyor insan. Ama kötü bir haber almadığımıza göre Nalan ablam yerine yakışmış, yurdunu, evini, kocasını sevmiş olmalı.”

Arslan Karadayı- Ne Yaşamış Ne Yaşıyor Ne Yaşar

“Şafak henüz söküyordu. Kalaycı ve kolonyacı haricinde tüm dükkânlar kapalıydı. Kalaycının isli camlarının ardında, içeride yanan mangalın ateşi görünüyor, zikreder bir ritimle kalaya inen çekiç sesi pazar sabahında hayatın ve ölümün mündemiç olduğu bu aziz sessizliği, vakit sahnesinde armoni kılıyordu. Emir, saatine baktı bu lahza. Saatine baktı fakat gördü ki saati durmuş. “Ah!” dedi önce. “Saat burada durmuş.” diye geçirdi içinden sonra. Etrafı süzdü, bir saatçi dükkânı aradı. Yok. Güneşin kızıl renginin açıldığını fark etti. “Saat durunca güneş durmuyor.” diye mırıldandı bu defa.”

“Neşet Ertaş söylüyordu, kalaycı dövüyordu, kolonyacı kapıyı açıp kapatıyordu, trenin sesi uzaklaşıyordu. Bu sırada Emir’in ardında kalan taraftan, caddenin öte ucundan bir çocuk geldi koşarak. Çocuk elindeki cevizi, caddenin sonundaki küçük meydanda dikili saatin üzerine tüneyen kargaya fırlattı. Karga cevizi ayakları ile yakalamaya çalıştı. Bu arada saat sallandı, sallandı, sallandı. Karga cevizi yakalayamadı, ceviz saatin camını kırdı, karganın sert kanat hareketiyle saat parçalandı.”

Kalaycı da gülümsedi. Yüzünde, kalaya vurduğu çekicin izleriyle gülümsedi bu kez: “İyi ettin çocuk! Öyle ya! Ya karga cevizi tutsaydı! O zaman kahraman derdik sana! Değil mi? Şurada bi’ sen ceviz attın kargalara, kırıldı saat! İyi ettin be çocuk! Kırıldı saat!”

Kuşluk dergi havalandı

Yeni bir derginin çıkıyor olması sevinmemiz için yeterli bir sebeptir. İçimizde hâlâ umudun yeşerdiğinin bir göstergesidir bu. Bu dergi bir çocuk dergisiyse daha da heyecanlı ve mutlu olabiliriz.

Kuşluk dergi baharla birlikte kutlu vakitleri muştularcasına kanat çırpmaya başladı.  Bahar gibi rengârenk bir tebessüm kondurdu kalplere. Çok ihtiyacımız var çocuklar için bu tür çalışmalara. Çocukları bir nebze olsun ekrandan, dijital kuşatmadan, sanal hayatın yalan yüzünden uzaklaştırmak için dergiler en büyük sığınağımız. Kuşluk dergisi de böyle bir sorumluluk bilinciyle yola çıkan bir dergi.

Şiir, hikâye, masal, deneme türünde çalışmalar var dergide.

Derginin Giriş yazısından;

“Kuşluk Dergi, insanı ve değerleri gözeten bir pencereden bakıyor hayata. Evimize, sokağımıza, gönlümüze dokunan ne varsa çocuk saflığıyla ele alıyor ve dünyamızı şenlendiriyor. Çevresine ve yaşananlara karşı duyarlılığını hep yuvasına taşıyor. Bunun için eserlerdeki duygusal derinliği ve mizahın etkin gücünü önemsiyor.

Kuşluk Dergi ekibi olarak ilk sayı için oldukça uğraştık. Bir dergi geleneği oluşturabilmenin hayaliyle başladık yola. Kadim edebiyata dair tavrımızı ortaya koymaya çalıştık. Umarım, başarılı olmuşuzdur.”

Seslerin Hikâyesi

Yunus Meşe, İspanya’nın Ruhu Gitar yazısı ile Kuşluk’ta. Öğreteni, eğlendiren, bol müzikli bir yazı bu.

“Ben yaşlı ve yorgun bir gitarım. Senin hızına yetişemiyorum. Biraz daha sakin, lütfen! Yaşlıyım derken gerçekten yaşlıyım. Tam dört bin yaşındayım. Damarlarımda su kalmadı artık. Burgularım gıcırdayıp duruyor. Arkandaki dolapta aile albümümüz var. Onu getir de uyku bastırmadan anlatayım sana hikâyeyi. Ailem hakkında çok fazla söylenti var evlat. Nereden geldiğim, nerelerde gezip konakladığım her zaman merak konusu oldu. Soyumuzun Ud’a dayandığını söyleyenler var. Eski Yunan kültürüne ait bir çalgı olan Kithara’ya kadar uzandığını iddia edenler…”

Işığın Ustası Claude Monet

İçimizdeki müziğin sesi dinmeden bu kez renklerin ve ışığın ardına düşüyoruz. Esra Karaman, Claude Monet eşliğinde rengârenk bir yol çiziyor önümüze.

“Öncelikle bilmen gereken şu ki ressamlar, yeni şeyler denemeyi seven cesur sanatçılardır. Bu ressamlardan bazıları atölye gibi kapalı bir ortamda resim yapmaktan sıkılmış. Bunun üzerine kendilerini doğaya atmışlar. Bu ressamlardan Monet, güneş ışığının renkler üzerinde yaptığı ışık oyunlarını fark etmiş. Açık havada bulunan eşyaların renk görünümlerinin, günün her saatinde değiştiğini gözlemlemiş. Monet’in resimlerine yakından baktığında, kısa fırça darbeleriyle renkleri yan yana koyarak oluşturduğu renk beneklerini görürsün. Fakat resme uzaktan baktığında renkler iç içe geçmeye başlar ve resim belirginleşir. Monet, resimde oluşturduğu bu kendine özgü illüzyonla suyu, doğayı, ışığı bambaşka halde resmetmenin yolunu bulmuş ve bir sanat döneminin öncüsü olmuş.”

“Resimdeki puslu bir liman manzarası, boyanın gelişigüzel sürülmüş gibi görülmesinden dolayı alaycı bir şekilde yorumlanmış. Sergi hakkında yazan bir gazeteci, bu sanatçılara karşı çıkmak, alay etmek için sergiyi “İzlenimcilerin Sergisi” olarak adlandırmış.”

Bir Kâse Mutluluk

Mutluluk dediğimiz kavram aslında çok da uzağımızda değil. İnsan küçük şeylerle de mutlu olabilir. Çok klâsik bir cümle ama bu, haklılık payı yüksek. Çünkü bizler küçük mutluluklarda büyük huzurlar yaşayarak büyüdük. Özellikle aile ortamı mutluluğun en önemli merkeziydi. Vildan Sert, bir kâse içinde yaşanan mutluluğu anlatıyor yazısında.

“Kışın yapmayı sevdiğim şeyleri sıralayacak olursam: mısır patlatmak, patlamış mısır yemek ve mısırdan hayaller kurmak. O soğuk günlerde taneciklerin tencerenin içinde sağa sola koşturduklarını izlemek, içimi ısıtır. Sırası gelen tanecikler, zıplayarak açılır ve bir anda çoğalırlar. Babam tencereyi arada bir sallar ki hepsine sıra gelsin. Onlar patlamaya devam ederken kapağın altından fırlayıp bütün mutfağa yayılmalarından korkarım.”

“Herkes, kâse başındaki yerini alırken şen kahkahalar yükselir. Kardeşim okulda yaptığı yaramazlıklarından söz eder, annem tatlı yorgunluklarından. O an, kardeşimin haylazlıklarına kimse ses etmez. Ablam, gelecekle ilgili planlarını anlatmak için sabırsızlanır. Bense en çok dinlemeyi severim.”

“Laf aramızda sinemada yediğim mısırdan hiç zevk almam. Hem bir şeyler yemek hem de film izlemek bana fazlasıyla yorucu gelir. Ayrıntıları kaçırdığımı hissederim.”

Yunus Emre’yi Tanıyalım

Zehra Yıldırım, çocukların dilinden Yunus Emre’yi anlatıyor. Sarı Çiçek dile geliyor, Yunus’un sevgi dolu yüreğini tanıştırıyor çocuklarla.

Sarı Çiçek dile gelmiş, anlatmaya başlamış. “Aslında” demiş, “Yunus ne onu yapmış ne ötekini. Herkes gibi bir ananın oğlu. Yer, içer, uyur, günlerini geçirirmiş. Rivayete göre Sarıköy’de yaşayan bir çiftçiymiş. Geçim sıkıntısına düşünce Hacı Bektâş-ı Veli’ye gidip biraz buğday istemiş. Evine döneceği sırada Hacı Bektaş-ı Veli, ‘Nefes mi verelim buğday mı?’ diye sormuş. Yunus buğdayı tercih etmiş, düşmüş yola.”

“Bizim Yunus, düşmüş yollara. Ulaşmış Taptuk Emre’nin dergahına. Hizmet etmesi karşılığında kabul edilmiş aralarına. Yunus’un göreviymiş dağdan odun getirmek. Getirdiği odunları dizmek. Yunus dağa gittiğinde hemen gelmez. Eğri odunları eşeğine yüklemez. Eşek bu işten bir şey anlamamış. “Yanacak odunun eğrisinden düzünden bana ne! Fırsat bu fırsat biraz daha yonca yiyeyim.” diye ses etmemiş.”

Kuşluk’tan Hikâyeler

Gökhan Özcan – Bir Başparmağın İsyanı

“Arkadaşımın isyankâr bir başparmağı var. Elinde değil, ayağında…

Aldığı bütün çorapları, giydiği bütün ayakkabıları delip gün ışığına çıkıveriyor bir süre sonra. Böyle yaşamayı seviyor; olur olmaz zamanlarda kafasını dışarı çıkarıp hava almak, etrafını uyuşuk uyuşuk seyretmek istiyor.”

“Başparmağı bir türlü uslanmadı, isyanı bir türlü bırakmadı. En son belki faydası olur diye onu doktora, psikoloğa falan da götürdü ama onun derdine yine bir çare bulamadı. Sonunda pes etmek zorunda kaldı. Şimdi isyankâr başparmağının başına açabileceği belaların korkusuyla evinden pek çıkmıyor arkadaşım.”

Abdullah Harmancı – Orda Kal

“1981 yılının kışıydı. Doğu Anadolu’nun bir köyünde yaşıyorduk. Babam ortaokulda öğretmendi. Ben ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Yeni taşındığımız bu köy bize çok ilginç geliyordu. Şehir hayatımızdan çok farklıydı.”

“Okula giden ne kadar köy çocuğu varsa şimdi kocaman bir halka olmuş, göremediğim şeye bakıyorlardı. Soğuktan ve okula yürümekten suratları kıpkırmızı olmuştu. “Müdüre götürelim!” dedi biri. “Olmaz anam elinize almayın, vallah başınıza bir iş gelir!” dedi bir başkası. “Muhtarı çağırsak?” dedi öteki. “Hocalardan biri geçer belki şimdi.” dedi diğeri. Sonunda “garip şey”in başına öbeklenmiş arkadaşlarımı omuzlayıp halkanın içine girebildim.”

Erol Erdoğan – Evde Saklanan Nasipli Kedi

“Telefondaki adam “Abi! Evde bir kedi var, camdan bakıyor.” dedi. Asım Bey “Anlamadım, evde ne var?” diye sordu. Adam tekrar etti: “Evde kedi var, camdan bakıyor.” Sonra kekeleyerek “Ne yapayım abi?” diye sordu. Beklenmedik bir durum olduğu kesindi, şaşkınlık ikisinin de sesine yansımıştı.”

“Bahçede dut, erik, incir, elma, karayemiş ve fındık gibi meyve ağaçları vardı. Aile üyeleri ağaçlarla meşgul olmayı seviyordu. Dalından meyve toplamak en büyük zevklerinden biriydi.”

Asım Bey, “Evde kedi var.” cümlesini duyar duymaz, Beykoz’a en son ne zaman gittiğini düşündü. Havalar soğuduğu için on beş yirmi gündür bahçeye uğramamışlardı. “Allah Allah” dedi kendi kendine. Yusuf Bey’i yeniden arayıp olan biteni tam anlamak istedi. “Yusuf, gerçekten evde kedi mi var, hayal görmüş olmayasın?” diye sordu. Bahçıvan kendisinden emin şekilde “Eminim Abi. Kedi şu an önümdeki camdan bana bakıyor. Nereye gitsem o cama koşuyor. Sanki çok acıkmış.” diye konuşunca Asım Bey daha çok şaşırdı ve korktu.

Ali Necip Erdoğan – Horoz Efe’nin Maceraları

“Horoz Efe arkasına bakmadan koşuyordu. Tilkiler ve çakallar onu takip ediyor olabilirlerdi. Durup dinlenmeden uzaklaşması, izini kaybettirmesi gerekiyordu. Bütün gün hiçbir şey yemeden içmeden koşmuştu. Ormanın bu kısmına aslan dilinde, güvenli yer anlamına gelen Roarin deniyordu ve burada hiçbir tehlikeyle karşılaşmazdınız. Çünkü Roarin’in kralı olan aslan hiçbir yırtıcıyı bu bölgeye yaklaştırmıyordu. Görevlendirdiği genç aslanlar Roarin’in etrafında nöbet tutuyorlardı. Avlanmak için de bu bölgenin dışına çıkıyorlar, avladıkları hayvanları Roarin’e getiriyorlardı.”

“Üstelik asıl tehlike bu bölgenin ötesiydi. Çünkü Horoz Efe Roarin’in dışına hiç çıkmamıştı o yüzden ne gibi tehlikelerle karşılaşacağını bilmiyordu. Hava kararana kadar burayı geçmeliyim, diye düşündü. Bu düşüncesinin yanlış olduğunu bölgenin dışına çıkınca anlayacaktı.”

“Hava iyice kararınca çalılıkların arasından çıkıp ağaçların seyrek olduğu bir yerde gökyüzüne baktı. Bilge Horoz’un derslerde anlattığı Kuzey Yıldızı’nı aradı. Hava açıktı ve dolunay çok güzel görünüyordu. Üstelik gökyüzü yıldızlarla doluydu. Hangi yıldızın Kuzey Yıldızı olduğunu bulması biraz zaman aldı. Sonunda dolunayın hemen yanındaki en parlak yıldızın Kuzey Yıldızı olduğuna karar verdi. Onu takip ederek kuzeye gidecekti. Çünkü Bilge Horoz’un anlattığına göre ormanın kuzey çıkışında bir çiftlik vardı. Kimseye görünmemeli, kimseyle konuşmamalı ve o çiftliğe ulaşmalıydı.”

Kevser Şenel Yılmaz – Şey

“Hey, beni bekleyin!” diye seslendi arkadaşlarına. Ama Karabaş’ı takip ederken onu duyamayacak kadar uzaklaşmışlardı. Adımlarını hızlandırmıştı ki kuru yapraklar arasında ışıldayarak göz kamaştıran o şeyle karşılaştı. Her şey, o parlak küçük şeyle başlamıştı.

“Daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şey keşfettiğini hissediyordu. Belki değerli bir maden… Neydi bu? Ne olabilirdi ki… Az ileride, derenin kenarına vardığında eğildi. Biraz akıl selameti umarak avuçlarını dereye daldırdı. Çenesinden sular damlarken zar zor duyulan köpek havlamalarına dikkat kesildi.”

Sümeyye Turanalp – Dünyanın Sonundaki Kiler

“Adım Zemzem, Gazzeliyim. 7 Ekim’den önce, ailemle birlikte, bahçesinde limon ağaçları olan küçük bir evde yaşıyorduk. Hayatımızı un ufak eden o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

“Kilerdeki günler boyunca, Reyyan ninemin sakladığı kuru meyveler ve çatıdan akan yağmur sularıyla idare ettik. Beşir amcam ninemi kışlık ceviz saklayıp sonra da unutan sincaplara benzetmekte haklıydı galiba. Neler saklamıştı neler: tohumlar, eski moda bir dikiş makinesi, yırtık çarıklar…

Bir çuval buğday bile bulmuştuk. Biz ekmek hayalleri kurarken ninem buğdayımızı gözü gibi sakladı ve işgal bitince tombul ekmeklerinden yapacağına söz verdi.”

Kuşluk’tan Masallar

Betül Topçakan – İğne ile İpliğin Uzay Görevi

“İğne ile ipliğin birlikteliği, dillere destanmış. Bu müthiş ikili, insanlara yardım eder dururlarmış. Ola ki ayrı düştüler mi; iş göremez olurlar, yana yakıla birbirlerini ararlarmış.”

“Delinen yerleri ya boydan boya dikeriz ya da yama yaparız, diye fikir yürütmüşler. Gerekli malzemeleri hazırlayıp dikiş çantalarına doldurmuşlar. Birkaç özel eşyalarını da yanlarına alıp Kaf Dağı’nın tepesine çıkmışlar. Saat üçe geldiğinde dünya semasından kayan kuyruklu yıldıza atlayıvermişler.”

“Güvenliklerinin sağlandığını görünce iğne ile iplik başlamışlar işlerine. Sıkıca kenetlenmişler birbirlerine. İğne, ozon tabakasındaki yırtığın başından tutmuş. İpliği bir uçtan diğer uca geçirmiş. Bıkmadan usanmadan, gece gündüz demeden dikmişler, dikmişler… Kolay değilmiş elbette. Yine de canla başla çalışmışlar. Ta ki iğnenin takati tükeninceye, iplikler bitinceye kadar. Sonunda ozon tabakasındaki deliği küçültmeyi başarmışlar.”

Hilal Uluğ – Tombul Kitap Kurdu ve İlk Kelime Avı

“Kim kitapları sevmez ki! Hele kitap kurtları, kitaplara bayılırlar. Kütüphanelerin en eski ziyaretçileridir onlar. Daha önceden ne yerler bilinmez ama kitaplara bayıldıklarını herkes bilir. Rafların tepesinde, kitapların arasında gözlerden uzak yaşar giderler.”

“O gün, iki kuzen büyüdüklerini ispat edebilmek için evlerinden çıkıp çocuk kitabı diye yanlışlıkla bir belgesel dergisine girmişlerdi. Dünya mutfağının bahsedildiği bir sayfada iyice iştahları kabarmıştı. Öyle bir anda, bir adet “tako” kelimesini ağızlarına atıvermişlerdi. O da neyin nesi! Ne kadar da acı bir kelimeydi! Oysa bir zamanlar, amcaları takoları iştahla yediğini anlatırken kaç defa bu hikâyeyi ondan dinlemişlerdi.”

Kuşluk’tan Şiirler

Karanlık gökyüzünden
Parlak bir yıldız
Sivri mi sivri uçlarıyla
Süzülür rüyama derinden
Yırtılıp sökülür rüyam
En heyecanlı yerinden

Gözümü açtığım gibi
Biricik anneciğime
Anlatırım rüyamı
Sökülen yerlerini ve yıldızı
Ayşegül Sözen Dağ

Birazdan anlatacağım
Size
Denizin bitmeyen rengini
Mutluluk ülkesinin kelimelerini
Baharın hiç susmayan sesini

En güzel şarkılarını
Kırlarda söyler güneş
Her akşam
Dağların yeşil sevincini
Evimize taşır babam
Ayşe Altıntaş

Şehir Kültür, Sayı: 117

Bayram havasında geldi Şehir Kültür dergisinin 117. sayısı. Prof. Dr. Ümit Meriç’in Yahya Kemal’in ruhuna dokunan “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı Yapılan Dua” yazısıyla açılıyor derginin sayfaları.

“1453 yılının 22 Nisan’ından 29 Mayıs’ına kadar şehri kuşatan ve Konstantiniyye’nin kapılarıyla beraber dünyada yeni bir çağ açarak Osmanlı Dünya İmparatorluğu’nu kuran Fatih Sultan Mehmed Han’a,

İslambol’u mâmûrelerle donatan Bayezid-i Velî’ye,”

“Ana kubbeye Nûr Suresi’nin 35 ile 41. âyetlerini yazan yani “Allah, göklerin ve yerin nûrudur… Allah dilediğini nuruna ulaştırır… Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır… Muhakkak ki zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah’tır. Eğer onlar zevale uğrarsa, O’ndan başka ant olsun ki kimse tutamaz.” âyet-i kerîmesini ve mihrap yanındaki çini madalyonlara Fetih Sûresi’ni yazan Hattat Ahmed Karahisâri’ye,”

Evlerin ve İşyerlerinin Okullara Dönüştüğü Kare Dünyada, Okulsuz Okullar Toplumu Olmak

Okul artık hayatın her alanında. Öğrenmenin mekânı ve zamanı yok. Geniş zamanlar yaşıyoruz. Peki bu gidiş nereye doğru evriliyor? Okulsuz okullar hayra alamet bir gelişme mi? Tüm bunların cevabını veriyor Nazif Gürdoğan.

“Dünyayı dönüştüren yıkıcı yeniliklerin başında, okulsuz okullar inşa eden sosyal medya gelir. Artık kare dünyada, yalnızca yazı değil, söz de kalır. Sosyal medya, söyleyecek sözü olana dinleyici, okunacak yazısı olana okuyucu buluyor. İletişim ağları dinleyenlerle konuşanları ve yazanlarla okuyanları, bir bilgisayar ya da bir telefon ekranında buluşturdu. Küre dünyanın “okul toplumu”, kare dünyanın “okulsuz toplum”una dönüştü. Ron Paul’un “Okul Devrimi” gerçekleşti. Okulsuz toplumda herkes hem öğretmen hem öğrencidir.”

“Nasıl bir insanın bir kitabı okuduktan sonra aklında kalan kültür ise, eğitim de bir okulu bitirdikten sonra, aklında kalan bilgisidir. Eğitim eğitim bittikten sonra da eğitime devam etmektir. Eğitimin zamanı, yeri, yaşı olmaz, ömür boyu devam eder. Okulsuz toplumda, okul bittikten sonra başlar. Yeni eğitim uzaktan eğitimdir. Uzaktan eğitimin okulu iki dünyadır.”

Cerrahpaşa Hastanesi ve Hocaları

Mehmet Kamil Berse, Cerrahpaşa Hastanesi’ni anlatıyor. Kuruluşu,hastane nezdinde yapılan çalışmaları, hocaları bağlamında ele alınmış Cerrahpaşa.

“İstanbul Fatih sınırları içinde bulunduğu İstanbul’un, Fatih ilçesi, Cerrahpaşa semti ve bu semte adını veren Cerrah Mehmet Paşa’dan alan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İstanbul Tıp Fakültesi ile birlikte ülkemiz tıp fakültelerinin en eskisidir. Fakülte’nin mekânsal kökeni Taküyiddin Paşa Konağı’nda kurulan geçici kolera hastanesine, tarihsel kökeni ise 14 Mart 1827’de kurulan Tıphane-i Amire’ye dayanır. Fakültenin yaklaşık 200 yıllık kısa bir tarihçesi ile bu süreçte yaşanan önemli dönüşüm noktalarının ortaya koyacağız.”

“Hastane 23 Temmuz 1910 (R. 10 Temmuz 1326) tarihinde Cerrahpaşa Zükûr (erkek) Hastanesi adı ile hizmete açılır. Cerrahpaşa’nın erkek hastanesi olmasının nedeni, yakındaki Haseki Nisa (kadın) Hastanesi’nin sadece kadınlar için olması, ayrıca İstanbul’da erkek hastaları alacak yeterli hastane bulunmamasıdır.”

“Ordinaryüs Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver, Türk-İslam sanatında bir ilim, sanat ve kültür köprüsü inşa etmiş müstesna bir şahsiyettir. 17 Şubat 1898’de İstanbul Haseki’de doğdu. Ortaokul öğrenimini Memba-ül İrfan adlı okulda yaptı. Lise için Mercan Sultanisi ’ne gitti. 1915’te Askeri Tıbbiye ’ye girmiş ve daha sonra sivil Darülfünun Tıp Fakültesi’ne geçti.”

İbrahim Müteferrika’nın Kültür Dünyasından Yansıyanlar

Ayşe Kasap, İbrahim Müteferrika’yı anlatmaya bu sayıda da devam ediyor. Kültür dünyasına katkıları, yaptığı yayınlar örneklerle anlatılıyor.

“İbrahim Müteferrika hakkında bilinenlerin sanatsal bir yorumlaması olarak karşımıza çıkan “Cennetlik İbrahim Efendi”adlı eser oldukça objektif bir şekilde kaleme alınmış ve gerçekler bir yaşam öyküsünün içine nakış nakış işlenmiştir.”

“Müteferrika matbaasının açık olduğu süre içinde (1728 – 1742) toplam 23 cilt tutan 17 eser basılmıştır. Bu kitapların 11 tanesi tarih, 3 tanesi dil ve diğer 3 tanesi de coğrafya, mıknatıs ve askerlik üzerinedir. Basılan eserlerin isimleri, yazarları ve basılış tarihleri şöyledir: İbrahim Müteferrika’nın beş de haritası vardır: 1-Marmara Denizi haritası, üzerinde “Benim devletlu efendim, eğer fermanınız olursa daha büyükleri yapılır. Sene 1132” yazılıdır. 2-Bahriye-i Bahr-i Siyah (Karadeniz haritası) (1724) 3-Memalik-i İran (1729) 4-Mısır haritası 5-Ön Asya haritası”

Canım İstanbul

Ne kadar anlatılsa da sözcüklere sığmayan bir sevgi seline sahip şehirdir İstanbul. Anlatıldıkça, anıldıkça güzelleşen bir masal şehri gibi. Belki şehrin gerçek yüzü insanı bunaltan bir hale bürünmüş olabilir ama insana ferahlık veren yönlerini de bulmak ve unutturmamak gerek. Ezgi Elçin Oynak, Canım İstanbul diyerek anlatıyor İstanbul en güzel yüzünü.

“Doğduğum, büyüdüğüm ve yaşadığım şehir İstanbul… Kedilerime bağlı olduğum kadar sıkı sıkıya bağlıyım bu şehre. Dünya tarihinde en büyük olayların yaşandığı, ülkemizin en kıymetli değerlerinin ve yapılarının bulunduğu bu şehir, sayısız insana ilham kaynağı olmuştur. Benim de biricik ilham kaynağımdır. İstanbul’u ayakta tutan tarihi ise beni en çok cezbeden tarafıdır. Böyle bir şehirde doğup yaşama şansım olduğu için Allah’a şükrediyorum.”

“Dünyanın gözünün onda olduğu canım İstanbul’un yakın gelecekte tüm yükünün hafiflemesini ve her yönüyle mükemmel bir şehir olmasını ümit ediyorum. Yalnız İstanbul’da değil, İstanbul’u daha çok yaşamak istiyorum.”

Şehir Medeniyetimizin Banisi Medine

Medeni şehirlerimizin başkenti Medine diyebiliriz. Şehircilik anlamında atılan ilk temeller Medine’de kendine yer bulmuştur. Mehmet Mazak, Medine’yi anlatıyor şiirler ve tarihe düşülen notlar eşliğinde.

“Medeniyetimizin banisi Medine şehrinin ismi Hicretten önce Yesrib idi. O dönemde Yesrib, birbiriyle bağlantılı fakat seyrek dokuz-on kadar yerleşim bölgesinden oluşuyordu. Genel olarak nüfus yoğunluğu Evs ve Hazrec’e mensup Arap kabileleri ile Kaynuka, Kureyza ve Nadir başta olmak üzere diğer küçük Yahudi boylarından ibaretti. Hicretle birlikte, Yesrib’in demografik yapısı değişti, sürekli olarak nüfusun artması ile birlikte İslam’ın güzelliklerini ortaya çıkaran uygulamalar yaşanmaya başlandı.”

“İslâm kaynaklarında Medine’ye Tayyibe, Miskîne, Azrâ, Câbire, Mecbûre, Mahabbe, Mahcûbe, Kur’an’da Medine için kullanılan “dâr” kelimesinden hareketle Dârülhicre, Dârülîmân, Dârüssünne, Resûl-i Ekrem’e nisbetle Medînetürresûl (Medînetünnebî) ve el-Medînetü’lMünevvere gibi isimlerin verildiği görülmektedir.”

“İslam tarihi boyunca Medine, Mescid-i Nebevî’yi merkeze alarak gelişmiş bir şehir iken, 1950 sonrası Suudi Arabistan’ın artan petrol gelirleri sayesinde eski geleneksel mimari ve yapıların olduğu medeniyet eserleri tek tek ortadan kaldırılmış, modern tarzda bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu dönemden önce Medine merkezinde yer alan (Mescid-i Nebevi) tarihî çekirdeğin çevresinde dairevî biçimde uzanan iç ve dış surlar ile çevrili bir yapıdaydı. Günümüzde eski yapıdan ve şehirden hiçbir iz kalmamış desek yeridir. Eski yapıların, eski eserlerin bu kadar önem kazanacağını bugün şehri yönetenler her halde hayal bile edememişlerdir.”

Asalet Bir Altın İdi Pul Oldu

Pul denince aklımıza mektup, posta, haberleşme gibi kavramların yanında bir de pul koleksiyonu gelir. En meşhur koleksiyonlardandır pul biriktirme. Günümüzde artık ne pul ne de koleksiyon kaldı. Alper Göncü, pul koleksiyonu hakkında yazmış.

“Altı üstü üç kuruşluk dantelli bir kâğıt parçası olan pulun önemi sadece yapıştırıldığı zarfı alıcısına ulaştırmasıyla değil, sıradan bir kâğıda yazılmış metine veya karşılıklı imzalanmış bir akde resmî hüviyet kazandırmasıyla da anlaşılmaktadır. Matbu faturaların yaygın olmadığı dönemlerde, damga pulu yapıştırılmış bir fiyat listesi fatura olarak kabul edilirken, senet, sepet, tahvil, bono gibi kıymetli kâğıtlara da muhakkak surette pul yapıştırılırdı.”

“Yerli ve yabancı pullardan tema oluşturup o şekilde koleksiyona katar, seriyi bozmadan değiş tokuş ederdik. Kat’iyyen birbirimize parayla pul satmazdık. Gün olur en sevdiğimiz arkadaşımıza en sevdiğimiz pulu hediye eder, hatta pul defterlerini ödünç verir, ödünç alır, farklı pullarla renkli dünyaların kapısını aralardık. Bilinçli koleksiyonculuğun temeli ve mantığı da buydu.”

Fatih Câmi Medeniyeti

Hülya Günay ile bu sayı Fatih Cami’nin huzur iklimine gidiyoruz. Bir medeniyet merkezi olarak Fatih Camii’ni anlatıyor Günay.

“Bizans, Fatih’in İstanbul’u, eski imparatorluktan günümüze uzanan yapılar sarmaş dolaş, mahalle aralarında, tarihi mekânlarda dolaşmak kadar iyi bir öğretici olamaz. Fatih Külliyesi’ne yaklaştıkça adım adım kalabalığın, hareketin içine çekiliyorum. Ramazan, bir ibadet ayı olmakla beraber neşe, eğlenceyi de birlikte getirir.”

“Fatih Câmi Medeniyeti kurulduğu günden bugüne kaç nesli bağrında barındırdı? Câminin duvarlarına tırmanan, merdivenlerinde hoplayıp zıplayan, şadırvanda abdest alan mülteci çocuklara takılıyor gözlerim. Kimdi bu çocuklar? Hangi hicretin, hangi korkunç katliamın artığı, hangi kan ve ölüm kasırgası onları vatan topraklarından söküp Fatih Câmi avlusuna fırlatmıştı? Kaç nesil bu avluda hicretin, gurbetin türküsünü söyleyerek oyunlar oynamıştı. Günümüz Gazze dramına şahitlik ederken insanoğlunun talihi üzerine düşünmek gerekiyor. Yüz yıl önce de vardı, bizim yetişemeyeceğimiz gelecek yüzyıllarda tarih yine tekerrür edecek. Her şey değişse de çocuk sesleri hayatın tazeliğinin, ümidin her daim taze kalacak sırrı. Bu süreklilik hayatın mucizesi.”

Deniz, Mehtap Ve Türküler…

İsmail Bingöl, türkü tadında kaleme aldığı yazısı ile Şehir Kültür’de.

“Hava nasıl oralarda ey dost… Kuşlar yine uçuyorlar mı bir meçhule doğru… Dalgalar sahili dövüyor mu, balıkçılar rızıklarını aramak için kürek çekiyorlar mı engine… Sevenler kol kola gezip, satıcılar bağırıyor mu ekmeklerini kazanmak için… O tatlı, o munis bakışların sahibi çocuklar; riyasız seslenişleriyle ortalığı çınlatıyorlar mı? Oyuncaklar fır fır dönüp, rüzgâr saçlarını uçuruyor mu endamlı, nazik yürüyüşleriyle sahili dolduran genç kızların… İhtiyarlar banklara oturmuş, yılların yorgunluğuyla sızlayan dizlerini güneşe tutuyorlar mı?.. Orta yaşlılar; akıllarından geçeni yüreklerine hapsedip, ufka takılı gözleriyle hayatları üzerine düşünüp, eski zaman hikâyelerinin kırgınlıkları ve dargınlıkları, sitemleri ve özleyişleriyle geçmişi tarıyorlar mı?”

“İnceldikçe ay, çektikçe aydınlığını seyredenlerin üzerinden, karanlığın koynuna biraz daha yaklaşan, yüzleri ve bedenleri flulaşan insanlardan her an biraz daha uzaklaşan, uzaklaştıkça kendine yaklaşan, içindekilerle konuşan, onların söyledikleriyle zamana bırakacağı sesin mahiyeti konusundaki fikri ortaya çıkan, görünür olan, netleşen gece sevdalısı; hangi kavganın esiri olduğunu kimlere anlatacaktır?”

Çeşme Alaçatı

Şifanur Özçelik Şirin’le bu ay Çeşme- Alaçatı’dayız. Tam bir şehir rehberi sunuyor bize Şirin. Gezip görülecek yerleri en cazip halleri ile anlatıyor. Bir şehre gitmeden önce bu yazıları mutlaka okumak gerek.

“Çeşme, tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Roma Döneminde liman kenti olarak adından söz ettirmiştir. Binlerce yıllık geçmişe sahip bu ilçede dolaşırken hem antik döneme ait izlere hem de Osmanlıya ait izlere dokunarak dolaşmak mümkün olmaktadır.”

“Çeşme’de ilk durağımız Çeşme Kalesi oldu. İçinde Çeşme Arkeoloji Müzesi bulunan kale, 16. Yüzyılda inşa edilmiştir. Müzede, Çeşme’nin Klasik, Arkaik, Helenistik-Roma ve Doğu Roma dönemlerine ait eserler bulunmaktadır. Musalla Mahallesinde bulunan kaleden deniz manzarasını izleyerek panoramik bir Çeşme turu yapmak fevkalade güzel olacaktır.”

“Çeşme’ye gidip de ne yiyelim diye soranlara, zeytinyağlı yemeklerini, kabak çiçeği dolmasını, kumrusunu, damla sakızlı kahvesini, dondurmasını tavsiye edebilirim.”

Türkçe Kalesini Savunan Yazar D. Mehmet Doğan

Mehmet Nuri Yardım, Türkçe Kalesini Savunan Yazar olarak anlatıyor D. Mehmet Doğan’ı. Dil, edebiyat, tarih üzerine çalışmaları ile gerçeklere ışık tutan bir yazar Doğan. Şimdilerde rahatsızlığı nedeniyle çalışmalarına ara veren Doğan’a acil şifalar diliyorum. Ondan okuyacağımız daha çok yazı ve kitap var.

“Yazarımızın yeni kitaplarından biri de Türkçenin Cenaze Töreni’dir. İsmi biraz hüzünlü ama alt başlıkta “1.Türk Dil Kurultayı” ibaresini görünce biraz nefes alıyorsunuz. Yani dilimizin eski/mez maceralarından bahsediliyor. Sunuşta dilimizin kısa tarihçesi var. Yûnus Emre ile başlayan Anadolu Türkçesindeki ihtişama dikkat çekiliyor. Ardından asırlar boyunca süzüle süzüle günümüze akıp gelen Türkçe ırmağının berraklığı ve duruluğu ifade ediliyor. Ve Cumhuriyet devrinde başlatılan “dil devrimi” ile 1. Dil Kurultayı’nda dile yapılmaya başlanan müdahaleler… Yazarın hükmü: “Türkçenin 20. Yüzyılda başına gelenler hiçbir dilin başına gelmedi.” Başta Yahya Kemal olmak üzere ediplerin bu ameliyata mesafeli, hatta uzak duruşundan söz ediliyor.”

“D. Mehmet Doğan, Türkçeye yaptığı bu önemli hizmetlerin dışında etkili ve yaygın bir sivil toplum kuruluşunu da ülkemize kazandırdı. 1978 yılında 14 yazar ve şair arkadaşıyla birlikte Ankara’da ‘Yazarlar Birliği’ni kurdu. Birlik daha sonra Türkiye ismini de alarak Türkiye Yazarlar Birliği oldu. Doğan, 26 Nisan 1979 tarihinde yapılan ilk genel kurulda Genel Başkan seçildi. 1996 yılına kadar fasılasız 18 yıl TYB’nin Genel Başkanlığı’nı yürüttü, sonra da “Şeref Başkanı” oldu. Ardından 1991 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı’nı kurdu.”

Üç Okyanus Dört Kıta

Necla Dursun, Mehmet Kâmil Berse’nin Üç Okyanus Dört Kıta kitabı hakkında yazmış. Yazının başında seyahat etmek, münazara, gezmek, görmek gibi birçok konuya değindikten sonra, önce Berse’yi daha sonra da kitabı anlatıyor Dursun. Gezip görmek güzeldir ama daha da güzeli bu yerler hakkında notlar almaktır. Seyahatnameler bu tür bir çalışmanın ürünü.

“Gezdiği yerlerden aldığı ilhamla, okuduklarını birleştiren Mehmet Kamil Berse’den söz etmem gerek öncelikle zira hakkında bilgi sahibi olunarak yazdıklarımın okunması onu daha iyi anlamayı sağlayacağı kanaatindeyim. Öyleyse başlayalım! Aylık periyotta yayımlanan Şehir ve Kültür Dergisiyle şehirleri ve kültürleri harmanlayarak içinden bir demet yazıyı okura sunmayı görev bilen Mehmet Kamil Berse işletme eğitimi aldı.”

“O tıpkı göbek adı Kâmil gibi; ağırbaşlı, erişkin, eksiksiz, olgun ve bilgilidir. Bunu telefonda konuşurken üslubundan ve konuşma tarzından, yüzsüzeyseniz bakışlarının derinliği ve beden dilinden ayan beyan anlarsınız. Yayınlanmış 13 kitabı bulunan yazarın okumakta olduğunuz yazının konusu Seyahatname alt başlığı ile okura ulaşan Üç Okyanus Dört Kıta adlı kitabı 2023’de Kalem Kitabevinden çıktı.”

“Gezilerin önemli sacayaklarından biri olan yöresel tatlar Berse’nin kitabında yer alırken oldukça bilgilendirici olarak okura ulaşıyor. Bosna denilince börekten bahsedilmezse olmaz tabii. Ardından da yanında lokumuyla birlikte kulpsuz fincandaki Türk Kahvesinden… Şehre gidenlerin tadılmadan dönülmesin listesinin başındaki bu iki geleneksel tat kitapta yer alan diğer deneyimlerden olmuş.”

Bir Nokta, Sayı: 267

Nisanı çiçeklerle selamlayan bir kapakla çıktı Bir Nokta dergisi. Ramazanı yolcu etmenin hüznü, bayramın sevinci ve çiçekler… Hepsi de bizim için.

Temel Hazıroğlu, Ustaların İçindeki Çocuk yazısı ile yer alıyor dergide. İçimizdeki çocuk diye sarıp sarmaladığımız, kolladığımız bir yanımız var. Belki de bizi dünyanın tüm fenalıklarına karşı koruyan bir zırh bu. Hazıroğlu, ustaların içindeki çocukla buluşturuyor bizi.

“İnsanlardan yansıyan pek çok tutum ve davranışın çoğu zaman insanın içindeki o çocuktan kaynaklandığını görmemiz gerekir. Yaşanan pek çok yaramazlıların arka planında çoğu kere o çocuk vardır. Bu durum her zaman yadırganacak bir şey değildir, hatta insanın fıtrat/yaratılış tarafının bir tezahürü olarak görülecek bir şeydir. Eğer insanın o içindeki çocuğu görebilirsek onu daha iyi anlamamız ve bazen ondan doğan beklenmedik davranışları daha iyi kavramamız mümkün olabilir.”

“Unutmamak gerekir ki, her usta hem insani tarafıyla hem de ustalığının tezahürü olan fikir ve eylemleriyle bir bütün olarak gerçek usta olur. Onu, bu bütünlük içinde ele almak, ilk anda ondan sadır olan bazı tutum ve davranışların insani yönünün yansıması olduğunu görmek anlamına gelir ki, bu onu küçültmez.”

“Artık görmeliyiz ki, insanoğlu sadece bilgi ve güç istemiyor; kendi eylemleri dahil, neyin değerli neyin değersiz olduğuna dair bir ölçüt, bir standart talep ediyor. Yeryüzündeki yaşamında iç huzuru teminat altına alan bir ideoloji, bir felsefe istiyor. Hayata anlam katacak olan bu söz konusu bu düşünceleri geliştirip bize sunan ustalardır. İşte derinden bakılacak olursa, onların ve ürünlerinin ardındaki dinamonun içlerindeki o güzel çocuğun marifeti olduğu rahatlıkla görülebilir.”

Edebiyat: Kimsesizlerin Yolu

Edebiyatın insanı yalnızlığa çeken bir yanı var. Dinginlik vakitleri diyeceğimiz bir sakinlik bu. Bir de edebiyatın gizli hedef kitlesi var ki bunu sadece edebiyatçılar görür. Sakinliğin yanında insanın acıyan yanlarına seslenen bir duruş bu. Hasanali Yıldırım kimsesizlerin yolu olan edebiyatı yazmış.

“Sadece iki yolu vardır yazmanın. İlki, sizden evvel herkesin defaatle söylediklerini, tekrar edile edile bütün ifade ve iddia tehlikeleri ortadan kalktığı için, ufak-tefek değişikliklerle siz bir kerecik daha söylersiniz ve alkışı toplarsınız. Bu yolda yapmanız lâzım gelen sadece bu.”

“Sanat yalnızların yolu. Avam, aslen birbirlerine güvenmedikleri hâlde sırtlan sürüsü gibi birarada yaşamayı marifet beller ve bütün ömürleri birbirlerinin etini ısırmakla geçer. Yahut ısırmak gayretiyle. Ne ki yalnızlık, sürüklenilmiş değil, seçilmiş yalnızlık, asil yalnızlık, iki müstesna nimetten biriyle mükafatlandırılır: hikmet ve cinnet.”

“Sahici edebiyatın kalıcı yarasının acısı dönem dönem dinse bile, bulunduğu mevkie ilânihaye taht kurduğu için en beklenmedik ânlarda o kişiyi ziyaret ederek ona dünyanın faniliğini hatırlatmadan duramaz. Ve rüyalarda. Dünyanın faniliğini bilen ve bu sefil vaziyetin içindeki hikmeti sezinleyen birisi, has edebiyattan ve sanattan başkasına meyledemez.”

Sami Uluğ ile Söyleşi

Ercan Ata’nın bu sayıdaki konuğu Sami Uluğ. Şiir yolculuğu, yazma serüveni, yeni şiir kitabı Ziyan Bülteni’ne dair soruları cevaplamış Uluğ. Benim de severek okuduğum bir kitaptı Ziyan Bülteni. Uluğ’la yollarımız ilk çıkardığım dergi olan Martı’da kesişmişti. Şairliğine, samimiyetine, muhabbetine gönülden katıldığım bir isimdir Sami Uluğ. Söyleşi de onu daha yakından tanımamızı sağlayacak içten cevaplarla bezenmiş.

“İlk kitaptan sonraki o uzun arada yaşananların veya yaşanamayanların bültenidir Ziyan Bülteni. Kitap, son dört yıl içinde yazılan şiirlerden oluşmaktadır. Kitapta yer alan tüm şiirler farklı dergilerde yayınlanmış şiirlerdir. Şiir yazmaya ara versem de şair kafasını hiç bırakmadım. İçinde var olduğum mekânları, o mekânların insanlarını ve olaylarını hep idrak etmeye gayret gösterdim. Şiirlerimde sıradan insanların, sıradan olayların bilerek veya bilmeyerek üstünü örttüğü gerçeklerin bize verdiği haberleri görmeye ve göstermeye çalıştım.”

“Evet, İstanbul’da yaşıyorum ve İstanbul eskiden beri şairler, yazarlar şehri olmuştur hep. Ancak İstanbul dışında bir yerde yaşasaydım ben yine bahsettiğiniz fonu ve o fonun; binalarını, AVM’lerini, inşaat alanlarını, ATM kuyruklarını, banka faizlerini, işçilerini, patronlarını, travestilerini, işportacılarını şiirime dahil ederdim. İstanbul’un nasıl bir şehir olduğu hakkındaki soruyu cevaplayacak kadar İstanbullu değilim. İstanbul sizce artık bir şehir mi? İstanbul ne kadar bizimdir artık? Sokakları, caddeleri, lokantaları, otelleri, tabelaları, dilleri, dinleri, kadınları, erkekleri…”

“Ara sıra deneme yazmayı da denerim, denedim. Birkaç anı kitaplarında yer bulmuş denemeler dışında sık olmamakla birlikte ihtiyaca veya talebe istinaden yazmaya çalışırım. Üçüncü şiir kitabım için kafamda herhangi bir tarih yok ama kuvvetle muhtemel iki yıldan önce çıkmayacaktır.”

Ziyan Bülteni’ne Dair

Ercan Ata, Sami Uluğ’un Ziyan Bülteni’ne dair bir yazı kaleme almış. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“O, Ziyan Bülteninde, insanın bu dünyadaki macerasına, var oluşuna, yaşantısına ve ölümüne dair pek çok hususu dile getiriyor. Yaratılışla ilgili ontolojik unsurlara atıfta bulunuyor. Kadim ve ilahi bilgiyi öne çıkararak İslâm tarihine ve mitolojisine göndermeler yapıyor.”

“Kişisel sayılabilecek bir mesele olarak sadece ‘ölüm’ kavramı ön plana çıkıyor. Ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın ölüm en ve en büyük gerçekliğidir insanın. Şair “Bir Ayrılık İki Ölüm” şiirini annesinin, “Son Haziran”ı ise babasının ölümü üzerine yazmıştır.”

“Şair, şiirlerinde genellikle birisiyle konuşup dertleşmek istiyor. Bu bazen Yüce Tanrı olurken bazen de bir trafik polisi veya çağdaş bir kadın olabilmektedir. Örneğin ‘Liyakat’ isimli şiirinde Tanrı ile konuşuyor. Anlatıcı, tersine bir söylemle bütün önemli olaylarda kendisinin başrolde olduğunu iddia eder.”

Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri’nden Notlar

“2 Şubat 2016, Salı… Kendime bir iyilik yapmışım gibi. Sesimi kısmışım gibi geldi bana…”

“4 Şubat 2016, Perşembe… Bir şeyi ararken başka bir şeyi bulmak… Çok önemli birkaç tarih ve notlar. 2011 Mayıs ayına ait notlar. Makbule geçti doğrusu. Onları yazdım, düzenledim…”

“15 Şubat 2016, Pazartesi, 23: 20… İyi şeyler yapmak lazım. İyi şiirler yazmak, kitaplaştırmak lazım… Erikler çiçek açmış arka bahçede…”

Bir Nokta’dan Hikâyeler

Yasin Şafak – Mirjan- Masum Bir İsyancı

“Kilisede öğlene doğru hazırlıklar yoğunlaşmıştı. Mirjan’ın abisi olan genç adam ikonları güzelce sildi. Bir gram dahi toz olmamalıydı. Çok mütehassis, ince tabiatlı yapısı hata affetmezdi. Özellikle hatayı kendi yaparsa. Hadi başkasını affetmek güzeldi ama, insan kendi kendini kayırmazdı. Olacak iş değildi. En çok da kardeşi için üzülüyordu. Kilisenin yolunu bilmediği gibi garip adamlarla mesaiyi arttırmıştı.”

“Yeni hafta ışıl ışıl bir sabahla başlamıştı. Vera, bir iş bulup çalışmam lazım; sokağa özgürce adımımı atmam gerek havasına çoktan bürünmüştü. Uzun zamandır bu fikirdeydi, ama Avusturyalıların gelişi sanki kendisine daha bir cesaret vermişti. Geçende hızını alamamış, annesine yarı şaka yarı ciddi “Anneciğim burası artık Avrupa toprağı” bile demişti. Annesi o bildik, kendine çok yakıştırdığı Mostar argosuyla cevabı yapıştırmıştı.Vera kıkır kıkır gülmeye başlamıştı, annesinin bu yalandan kızmalarına bayılırdı.”

Engin K. Demir – O Benim Babam

“Yıldızların olmadığı göğün altında yağmur çiseliyor. Sokaklarda köşe bucak saklanan kediler ve kaçışan insanlara kapanan dükkanlar eşlik ediyor. Işıklar sönüyor. Kapılar sertçe kapanıyor. Yollarda kalan insanlar daha hızlı yürüyerek karanlığa yakalanmadan kayboluyorlar. Geride kalan siyah kaşkollu adam gidecek bir yeri yokmuşçasına umursamadan yürümekte.”

“Sokakta beklemekte olan ambulanstan çıkan doktor endişeyle apartmana baktı. Başka bir polisin eşliğiyle yukarı çıkarak diğer polislerin güvenliğe aldığı odaya girdi. Ses yok, sadece polislerin nefes alış verişleri duyuluyor. Koltukta yığıla kalan ölü adama yaklaşarak nabzını kontrol etti. Çantasından bir cihaz çıkartıp ölünün üzerinde dolaştırdı.”

“Ambulans bir anda caddenin ortasında durdu. İçerideki şoför dışarı fırladı. Kapıları kilitleyip ambulansın arka kapısına kocaman bir daire çizdi. Daireyi taşıracak şekilde kalın bir X işareti yaptı. Çantasından işaret fişeği tabancasını çıkartıp ateşledi. Kendisi de etraftaki herkes gibi oradan kaçtı.”

Bir Nokta’dan Şiirler

ama yok,
bu böyle gitmez
incire ve zeytine andolsun
‘sönmeden gazze’nin üstünde tüten en son ocak’
bu umut, bu kavga, bu dirim bitmez.
bak nasıl direniyor çocuklar bile
çünkü anneler her çocuktan bir kudüs yapmış
ve babalar kucaklıyor şehadeti çocuk yerine.
Hüseyin Karaca

Durgun sular güncesi ömrüm
Berrak ülkelerin aynalarında
Karanfil sağanağı bir akşam üstü
Susma hakkımı kullanıyorum
Bir atın yelelerine tutunarak

Biliyorsun yağmur yağdığında
Bir sel gelir ve alıp gider her şeyi
Yürüyüş kararı alır piyadeler
Yaralı güller mahşerinde
Saatini kurmayı unutma
Mehmet Baş

Sesim geliyor mu Rabbim

2 milyar Mü’minin de mi gelmiyor sesi?

Ne sessiz bir âlem olmuşuz!

Beni boş ver Rabbim.
ben yaramaz bir kulum.
Peki gavslar, kutbu’l aktablar,
Onlar nerdeler ?

Bana
icabet edeceğin sözler öğret Rabbim
Kul işte

dua öğrenecek Rabbinden.
Allah kendi duasını kabul edecek sonra
Kâmil Yeşil

Şu albümde kıvrılıp duran suyun ağrısını neye yormalı
Açışını saya saya bitirdiğimiz turunç gülleri hangi mevsime
Bu kurşunî eskizlere yeniden başlıyor ya düellocu tanklar
Affet, seni bulduğumuz yerde ta başından kaybedebiliriz
Affet, sapan taşlı ellerinden uzun uzun bahsedebiliriz
Sinan Davulcu

Neden başa döner şiirler bilmem çöle ve secdeye?
Güzel söz sevaptır diyorum, serap anlıyor yılan deliği.
Galatmış, aşkın kanatları kafes, ayakları sirkeli kına.
Belki vururlar onu da kuş tüyünden kurşunlarla, o başka.
Yine de aşk gemisine ahlar yağar ki tutuşsun nazar.
Sema dönsün dünya, uzay boşluğunda ham meyve.
Yasemin Kuloğlu

nasıl yatışır başka
ölüm bilgisiyle malul
bir hafıza

agnostik olmaktan
beni alıkoyan
sevdiğime kavuşma umududur demişti
eşini kaybeden bir arkadaş

çok düşünüyorum bu konuda
son zamanlarda
Tunay Özer

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir