Hece Öykü, Sayı:127
Hece Öykü dergisi, Emin Gürdamur’un Perilere, Kaf Dağı’na, Elflere Selam yazısı ile açıyor sayfalarını. Günümüz öyküsünün kalbi Hece Öykü’de atıyor. Özellikle öykü yolunda ilerlemek isteyen gençler için bir atölye havasında çalışmalar yer alıyor dergide. Dergiyi takip etmekte fayda var.
Emin Gürdamur’un Ön Yazı’sından…
“Heceöykü olarak bu sayımızda masal birikimimize dikkat çekmek; cinlere, perilere, devlere, Kaf Dağı’na, ejderhalara, Elflere, Şehrazat’a tazimle selam vermek istedik. Neticede dergiler sadece görünme, bilinme mecraları değil; aynı zamanda görme, bilme, öğrenme, hatırlama yuvalarıdır. Bu yuvanın ışıklarını açık tutarken her sayıda kendimizi heyecanlandıracak, mutlu kılacak sebepler icat etmek de bu yuvada oturmanın doğal bir parçası.”
Eni Konu’da Masal ve Kurmaca
Tuba Dere, bu sayı Eni Konu bölümünde masallarımızı ele alıyor. Bizim kültür anlamında en zengin yanımızdır masallar. Fantastik ögelerin, ütopyanın ve kurgunun tüm detaylarıyla işlendiği en yegâne türdür masallar. Masallardan uzaklaştıkça büyülü dünyaların kapısı da kapanmaya başladı. Adına fantastik denen ama içi boş birbirinin kopyası anlatılar kuşatmaya başladı yazı dünyamızı. Dere, yazısında sözlü kültürden, masallardan, masalların özelliklerinden bahsediyor.
“Mitler inançla, destanlar hamasetle beslenirler; bu tür metinlere kutsiyet atfedildiğinden söz konusu anlatılarda kurmacaya yer yoktur. Ortaya çıktıkları coğrafyadaki inancın bir ürünü olan mitler dinden ayrı düşünülemez, mitleri ortaya çıkaran ritüelistik yapı aynı zamanda onları koruma altına almıştır.”
“Bugüne dek yapılmış masal tanımlarındaki en değişmez vurgu, türün sözlü gelenekte yaşıyor oluşuna ve olağanüstülüğüne dairdir. Dinleyici masalın kurmaca olduğunun bilincindedir, inandırma iddiası hiç taşımadığı ve tamamen hayal mahsulü olduğu bilindiği hâlde anlatan ve dinleyenler tarafından masala gerçekmiş gibi davranılır.”
“Tüm zamanlara söyleyecek sözü vardır masalın. Yeryüzünde insan var oldukça yaşayacak bir türdür ve masalların son hâlleri henüz anlatılmamıştır. Her çağda, her yaşta hem dinleyen hem anlatan tarafından yeniden yorumlanabilen, son versiyonları henüz oluşmamış bu anlatılar yazıya geçseler bile dilden dile dolaşmaya devam ettikçe, sabit ve donuk metinler olmayacaklar.”
Necmettin Turinay ile Edebiyatımızda Hikâye, Mesnevi, Roman Üzerine
Emin Gürdamur, Necmetttin Turinay ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Anlatı kültümüzün en önemli üç unsuru olan hikâye, mesnevi ve roman üzerine yoğunlaşan bu söyleşi dergi okurlarını bekliyor.
“Tanpınar’ın Huzur’da “Şeyh Galib Romanı’ndan söz etmesi, Huzur’u aynen bir mevlevi ayini gibi dört sütun, dört bölüm üzerine oturtması bana bayağı manidar gelmişti. Ondan daha önce Abdilhak Şinasi, Boğaziçi Mehtapları’nda müziğin romanını yazmayı denememiş miydi? Nitekim Huzur, Boğaziçi Mehtapları’nın ardından doğmuştu.”
“Hem Fuzuli’nin hem Şeyh Galib’in hikâye veya roman karakterlerini, soyut varlıklara dönüştürerek yazdıklarını düşünürsek bunun ne kadar güç bir iş olduğu daha iyi anlaşılır. Namık Kemal kavrayamadığı için bu özel dile tasavvuf diyor. Hâlbuki onların yaptığı “iç insan”ı yazmak, o insanın içine doğru derinleşmek.”
“Biliyorsunuz bizde roman ve hikâye/ öykü gibi türleri, sıfırdan başlatmak gibi bir ön kabul mevcut. Her iki sınıf için de geçerli bu. Türkiye bu handikabı aşamıyor bir türlü. Müzikte, resimde, mimaride, hemen her alanda. Kendimizi sıfırdan başlatmak, Batı ile başlatmak, tam bir Türk kompleksidir.”
Hece Öykü’den Öyküler
Sadık Yalsızuçanlar – Ya Mânâ Ya Riyâ
“Bu kaçıncı düş. Şizofrenler çok rüya görür, demişti doktorum. Şizofren olmadığım kesin ama gözlerimi kapadığım anda rüyalar uyanıyor. Yarıyıl tatilinin başladığı pazartesiden önceki cumayı cumartesiye bağlayan gece, ter, küf ve sigara kokan otogara atıyorum kendimi. Bulduğum ilk otobüse biniyorum. On-on beş dakika sonra göz kapaklarıma yük biniyor, dalıyorum.”
Kek berbat, çay rezil. Midem bulanıyor. Yatışır ümidiyle koltuğu biraz daha arkaya yatırıp ölü gibi yığılıyorum. Gözlerimi kapayınca kapakları kendiliğinden kırpmaya başlıyor. Bunu daha önce nasıl da fark etmemişim. Bir, bir, bir… Bir büyüğüm öğütlemişti, sayı say. Eklemişti: Ama sadece birle. Öyle yapıyorum. O kadar yorgun ve uykusuzum ki birkaç dakika sonra tekrar düşün kollarındayım.”
Naime Erkovan Yanık Saçlar, Ejderhalar ve Robotlar
“Küçük kız yorganını çenesine kadar çekti. Elleri, pencereden sokağı görebilmek için parmak uçlarında yükselen iki göz gibi yorganın kenarına tutunuyordu. Uyku sıkıştırınca onlar da örtünün altına girecekti ama henüz vakit gelmemişti. Vakit, masalı dinledikten sonra gelmiş olacaktı. Vakit, yatağının yanındaki sandalyeye kurulan masalcının sözlerini bir müddet dinledikten sonra gelmiş olacaktı.”
“Robot bu masalın da değişeceğini biliyordu artık. O yüzden baş kısımlarını anlatma ihtiyacı duymadı. Kırmızı Başlıklı Kız’ın eline büyükannesinin nevaleleriyle dolu sepeti tutuşturup onu doğruca kurdun karşısına dikti.”
Esra Kılıç Türedi – Saye’nin Aynaları
“Hava inceden kararırken, ay bir tabak gibi göğe yerleşirken, yıldızlar onun etrafına tek tük serpilirken Saye bir koyun sesi duyar. Uzaktaki tepenin eteğinde kımıldanan bir koyun fark eder. İlerler. Yaklaştığında bütün hayvanların ve çobanın uykuya daldığını görür. Fakat yaklaştıkça daha net görür ki uzaklarda kımıldayan o silüet koyun değil bir kurttur. Saye eline kocaman bir taş alıp uzağa doğru kuvvetle fırlatır, ardından köpek hırlamasına benzer sesler çıkarır. Bunları duyan kurt hızlıca uzaklaşır. Hava pek soğuktur. Uyuyanın üstüne de kar yağar ya. Saye ağacın kenarında duran keçeden örtünün katını açar, çobanın üstünü bir güzel örter. Sessizce çobanın çantasına yaklaşır sonra, içinden çobançantası otunu alıp usulca uzaklaşır.”
Hâle Sert – Kasanın Arkası
“Pastaneye girdiğimde kasanın arkasındaki duvarda ikisinin resmi yan yana asılıydı. Ah, dedim, biriniz yetmiyordu şimdi ikiniz birden bela oldunuz başımıza. Gerçi bizim millet ikisini de ezelden tanıyor, nasıl mücadele edeceklerini biliyorlardı. Biri Allah’ın delisi diğeri Allah’ın tek gözlüsü. “İlahi, İkbal Abla anime film mi oynatıyorsunuz, niye astınız bu ikisini yan yana?” dedim de İkbal Abla bu lafıma bozuldu.”
“İsmail Abi de esnaf kalkışı yaptı hızlıca. İkbal Abla kasaya döndü. Başımın yine masaya doğru düşmesini engelleyemedim. Kollarımın yastığına bıraktım kendimi. Uyumuyordum ama üzerimde tatlı bir mayışıklıkla kendimi hayallere bıraktım.”
Ali Necip Erdoğan -Nhan’ın Nsihirli Nlambası
“Derler ki cinlikte, yarışmak kanundur. Cinlik, biçimsizliğin avantajını kullanarak her şekle girmeyi gerektirir. Nhan da cinlikte yaşar, bir biçime girmeyi sever ve sınırlanmayı da önemser. Fakat biçim sahibi olmanın ve sınırlanmanın nasıl olacağına dair bir fikri yoktur, bu yüzden “Tanrı’m beni bir biçim sahibi kıl.” diye dua eder. Zira cinlikte biçim bir sıfat, bir yapı, bir adres demektir.”
“Cin oradan ayrıldıktan sonra biçim sahibi olmak ve sınırlanmak üzerine düşünmeye başlamış, bir lambaya girecek ama yanarak ışık da verecek. Nihayetinde ışığın yanmakla değil de bilgiyle elde edileceğine hükmetmiş. Yine de bunun nasıl olacağını tam kestiremiyormuş.”
“Nhan’ın annesi lambaya baktığında yağın yarı yarıya azaldığını, fitilin de yarı yarıya kısaldığını görür. Nhan, başından geçenleri anlatırken lambayı bütünüyle yağ ile doldurduğunu ve o yağa yetecek kadar fitil koyduğunu söylemiştir.”
Esra Özdemir Demirci – Yerden Göğe
“Açılmayan gözlerime inat kulaklarım en kısık sesi bile algılayabilen bir keskinlikteydi. Annemin sancılı çığlıklarından sonra hastane odasına doluşan her sesi hatta pencere kenarına yerleşmiş, kış yorgunu sivrisineğin vızıltısını bile işitebiliyordum. Kendi sesimi duyduğumda beğendiğimi söyleyemem ama annemin sesi ninnilere, ezgilere, şarkılara yakışacak denli güzeldi. Karnındayken aramızdaki onca engele rağmen işittiğim o ses, şimdi anlamı açıklanmış bir sözcük gibi gelip aramıza kurulmuştu. Gözlerim hiç açılmayacak olsa bile dert değildi; o sesle yaşamak, o sesle görmek mümkündü.”
Misli Baydoğan – Rapunzel Paradoksu
“Kaderini sev. Size çok şaşıracağınız bir şey söyleyeyim mi? Bütün bu saçmalıklardan, bir an geliyor, o kadar tiksiniyorum ki kendime zarar vermeyi bile istiyorum. Bu, yalan değil. Çok güçlü bir duygu. Benim bildiklerim içinde en güçlüsü. Ölümüne tiksinmek. Öfkenin ve nefretin bence vardığı en son nokta. Çok saf bir var olma hâli. Orada birkaç kez bulundum.”
“İç çatışmanız buna engel oldu.
Evet, sanki iki yüzlülükmüş gibi geldi. Oysa değil. Belki de âlemin özüyüm ben gerçekten. Belki olduğuma inanmak istiyorum. Seviyorsam asarım, neye istersem inanırım ama hayır! O kadar mantıklı olmalı ki her şey ve o kadar kitabına uygun…”
Rüveyda Durmaz Kılıç – Lanetin Kimin Üzerinedir?
“Korkusundan dışarı çıkamazdı Zeliha. Ahşap kapının arkasındaki köpeğin salyalı hırıltısı başını döndürürken bir tek, nöbetini tutan bu köpekten korkardı. Köpekle arasındaki ahşap kapıya kulağını dayardı. Hırıltısı soluğunun içinden geçerken köpeğin dişlerini zihninde yok etmek için pencere kenarında duran uzun, paslı çiviyi alır; o dişlerden biri gibi avucunun içinde döndürürdü.”
“Şapelin Fatimiler’den kalan mukarnasları için görev almıştı. Yüksek tavanda, santimlerle çalışılmış, küçücük, hepsi birbirine hayvan tutkalı elyaflarla bağlanmış, yirmi adet, sekiz köşeli yıldızların ve haçların bezediği, iç içe basamaklar, katmanlar içinde muhteşem mukarnaslar. Ahşabın, mimarinin ışığı istediği gibi büken, büyük matematiği, bilmecesi ve estetik oyunu.”
Kuddusi Demir – Demirdumrul
“Hangi uzvunu Demirdumrul’a bağışladın?
On bir katlı TOKİ binasının önünde diz çöktüm ama anlamı yok bunun. Betonun sesini dinliyorum. Hayatımın her yanı perde betonlarla kaplı. Ses geçirmeyen duvarlar, şehrin karanlığına düşen araba farları, korna sesleri yalnızlığımı bin kat daha artırıyor, çoğalıyorum. Yalnızlığımı çoğaltıyorum dizlerimin üstüne.”
“Uyku bu kez de beni tutmuyor. Penceremden telefon kulübesini görüyorum. İhtimaldir ki benden başka gören olmayacak. Sırf bunun için üzülüyorum, telefon kulübesinin yalnızlığına üzülüyorum. Aniden onu hatırlayan birisini, yani kendimi düşününce kulübe adına mutlu oluyorum sonra. İniyorum aşağı. En bildiğim numarayı çeviriyorum, Ozan’ın numarasını.”
Gülhan Tuba Çelik- Esirgeme
“Bugün hayattaki son günüydü. Çantasına gözü takılınca fark etti, bunu hiç böyle düşünmediğini. Zomake. Aman aman bir şey değildi ama severdi bu markanın renklerini. Limonu, turuncusu, garip maviler, yeşiller. Hangisini ablası taktı bu hafta, hangisi bazanın altında, hangisi ortalarda bilmediği bir sürü çanta.”
“Abla demezdi gerçi ona. Bir buçuk yaş vardı aralarında. İsmiyle seslenirdi. Öğretmen anne babaları kendisine bilgilerle, ablasına duygularla ilgili isim koymuşlardı. Büyüdükleri yerde bilgi çok kıymet görürdü ama duyguya hiç yer yoktu normalde. İkisini de yemez, içmez, konuşmaz, gülmez, yanlış yapmaz büyüttüler küçücük ilçede.”
Yediiklim, Sayı: 420
Estetik körlük konusunu işliyor Yediiklim dergisi bu sayı giriş yazısında. Bu mesele öyle bir hâl aldı ki herkes dertli, herkes muzdarip ama sıkıntı devam ediyor. Sadece sözde kalan bir serzeniş gibi geliyor bu bana. Sadece kendini gören bir körlük bu yaşanan. Eline aldığı dergide sadece kendini okuyup dergiyi kapatan, kendi grubundan olmayanı görmeyen, kendinden başkasını kabul etmeyen bir körlük. İdeolojik körlük ya da kibir körlüğü de diyebiliriz buna.
Derginin Giriş yazısından…
“Estetik körlüğün Türk edebiyatında da birçok örneğine rastlamak mümkün. Söz gelimi Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı üç ciltlik bir kitap yazar fakat Tarık Buğra’ya yer vermezken aynı konuyu işleyen Yakup Kadri’yi uzunca irdeler. Yakup Kadri tam bir ideolojik körlükle Anadolu insanını Millî Mücadele’nin aleyhinde hatta Yunan işbirlikçisi olarak gösterebilmektedir. Oysa Küçük Ağa romanının tam da Yaban’ın sakladıklarını göstermesi için işlenmesi gerekirdi. Burada da açık bir şekilde görüldüğü üzere estetik körlüğün bir ayağını ideolojik körlük oluşturur.”
Namık Kemal ve Londra
Osman Bayraktar, Londra Günlükleri’ne devam ediyor. Bu sayı Namık Kemal’in Londra günlerini anlatıyor Bayraktar. Bu satırları okuyunca Namık Kemal’in içindeki azme hayran olmamak elde değil. Öğrenme, öğretme, yeni şeyler ortaya koyma gayreti hiç eksilmemiş Namık Kemal’in. Bunu yazdığı satırlardan da anlıyoruz.
“Gazete çıkana kadar Namık Kemal gezi ve gözlemlerle Londra’yı ve İngiltere’yi tanımaya çalıştı. Namık Kemal, kendi kendini yetiştiren, kendi kendine öğrenen insan tiplerindendir. Her zaman bir şekilde karşılaştığı, değerli bulduğu kişilerden istifade etmesini bilmiştir. Londra’da da A. Fanton’dan iktisat ve hukuk alanlarında özel dersler aldı. Kaynaklarda Fanton’un entelektüel kimliğine ve yeterliliğine ilişkin bilgi yok. Aktarılanlardan daha çok gazeteci ve iş takipçisi gibi bir tip olduğu izlenimi çıkıyor.”
“Namık Kemal, Londra’da kaldığı son yılda Kur’an-ı Kerim bastırma projesi yapar. Bunun için Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğini alır. Hazırlanan nüsha kontrol için İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da projeyi iş adamı kimliğiyle, Namık Kemal’in özel hocası A. Fanon takip etmektedir.”
Dünden Bugüne Şiir ve Nesir
Ahmet Sevgi, şiir ve nesrin üzerine kaleme aldığı yazısı ile Yediiklim’de.
Osmanlı coğrafyasına baktığımızda şiirin nesirden çok daha fazla revaçta olduğunu görüyoruz. Tarih, tıp, siyer, ahlâk, akait vb. fikrî serler bile çoğunlukla manzum olarak kaleme alınmıştır. Bunda -Nâbî’nin dediği gibi- nesre göre nazmın daha kalıcı ve sanat değeri taşıyor olmasının elbette ki etkisi vardır:
“Tîz ferâmûş olunur nesr-i sühan
Nazm ammâ ki eder devr-i dehen”.
Klasik Türk Edebiyatında 18. yüzyıldan itibaren bir mahallîleşme temayülü görülse de sosyal hayatın Türk şiirine girmesi Tanzimat’tan sonra, özellikle de Nâmık Kemâl’le başlar:
“Bâis-i şekvâ bana derd-i umûmidir Kemâl
Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına.”
Yaratıcı’yı Anlama Gayreti Olarak Yaşamak
Çevremizdeki her şey bize gönderilen bir mesaj. Önemli olan mesajı doğru ve yerinde algılamak. Bunun farkında olmaya hakikate ulaşmak diyoruz. Bunun için uygun yer ve zaman olması gerekir mi yoksa ilim tahsil etmek yeterli midir bunu anlamak için? İnsan bir muamma yumağı. Sarılan ve sarmalanan bir dünya fanisi.
Leyla Yıldız, hakikate ulaşmayı bu yola düşmüş gönül erleri üzerinden anlatıyor. Karşımıza; Farabi, İbni Sina, Kindî gibi filozoflar çıkıyor. Hay bin Yakzan karşılıyor bizi bir ıssızlıkta.
“İbn Sînâ, Kindî ve Fârâbî gibi Meşşâî filozoflar, eşyanın hakikatini anlama ve nihai gerçeğe ulaşmada aklın yeterli bir araç olduğunu düşünürler. Fakat sûfîler, İnsanî aklın yalnız başına yetersiz, sınırlı ve yanıltıcı olduğunu söylerler. Gazâlî de böyle düşünmüyor muydu? Derin bir şüphe krizine düştüğü ellili yaşlarda sabit gibi duran gölgenin güneşin hareketiyle yer değiştirdiğini gördükten sonra “Duyularım beni aldatıyor, ya aklım da yanılıyorsa…” diye aklından da şüpheye düşüyor. Yemeden içmeden kesiliyor. “Akıl hâkimi geldi bizim yanılabileceğimiz! söyleyip bizi yalanladı.” diyor.”
“İbn Tufeyl, sadece akılla yani felsefecilerin yöntemleriyle Tanrı’nın bilgisine ulaşmanın mümkün olduğunu fakat bu bilginin anadan doğma bir körün çevresi hakkında edindiği bilgiye benzediğini söyler. Çünkü bu bilgi açık değildir. Çünkü bu bilgiden zevk alınıp manevî tat duyulmaz. Çünkü bu bilgiyle gözlem yoluyla kavramaya yani müşahedeye erilemez. Yani tecrübeyle gelen bilgi, daha ayan beyan olduğundan aklın net olamayan bilgisinden üstündür.”
Söylemin Tutarsızlığı Olarak Eylem/sizlik
Söz ve eylem birlikteliği. Yani söylediğini yapma, yerine getirme. Tutarlılık diyoruz buna. “Neden yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” durumu ile karşı karşıya kalma hali. İnsanı insan yapan bir duruş bu. Ömer Torlak eylemin tutarsızlığı üzerine yazmış.
“Evimi temiz tutarken çöplerimi atmam gereken yere uygun bir şekilde atıyor muyum? Yani evdeyken başka sokakta ya da arabada seyahat ederken nasılım. Otoparktan çıkmadan arabada kalmış çer çöpü kapıyı açıp yere mi bırakıyorum? Orası nasılsa ortak alan ve “onca para ödüyoruz, görevlilerin işi ne!” diye mi düşünüyorum. Nasılsa belediye temizleyecek diye piknik sonrası atıklarımı sere serpe bırakıp orayı terk mi ediyorum?”
“Dürüst olduğunu söyleyen birinin terfi etme aşamasındaki bir çalışanın sadece kendisine zarar veren bir davranışının farkında olduğu hâlde kendisinden görüş istendiğinde bunu amirine iletmemek de eylemsizlik hâli ile söylemin desteklenmesi konusuna örnek verilebilir. Benzer biçimde bir öğretmenin kendisine herhangi bir sebeple saygısızlığı olmuş diye bir öğrencisinin sınav kâğıdını değerlendirirken hak ettiği notu vermesi de söylemine uygun eylemde bulunma çabasıdır.”
Ebru Kazan Dinç’le Lekesiz Bir Taç Üzerine
Ayşe Altıntaş, ilk şiir kitabı okurlarla buluşan Ebru Kazan ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Kazan, söyleşide Lekesiz Bir Taç kitabını ve şiir yolculuğunu anlatıyor.
“Çok farklı ve hakikaten kıymetli bir heyecan. İlk çocuğumu ve ilk kitabımı hemen hemen aynı zaman diliminde kucakladım. Elle tutulur, fikri besleyen eserler bırakmanın önemini kavrıyor insan yaşı ilerledikçe. Çocuğuma ve anlam dolu şiirler seven azınlığa kendimden bir şeyler bırakmış olmanın bir iç huzuru var sadece. Rahatlamış hissettim diyebilirim kısaca.”
“Tasavvur dünyasındaki manaların kelimelerle aktarılabilmesi muhteşem bir şey. Burada edebiyatçıların yükü ağır, kelimeleri ve anlam dünyasını salt duygusallığa hapsetmek veya salt rasyonalist aktarımlar arasında dengeyi korumak gerek; ifrat ve tefrit çizgisi.”
“Sadece söylemlerle eylemler arasındaki absürtlüğün altını çizmek istiyorum. Toplumla barışık bile değilim aslında ama evet ‘ey insan! Seni savunuyorum sana karşın’ sözü gibi.”
Yediiklim’den Öyküler
Ali Haydar Haksal – Kül ve Kul
“Sırt üstü uzandım. Bir bülbül tam da benim üzerimde bir dalda duruyor. Kül renginde. Yanıp yakılır gibi şakımaya başladı, kanatlarını çırptı. Bir başkası ona eşlik etti. Başka dallarda da kuşlar var, onları göremiyorum. Sabahın bir senfonisidir bu. Göz kapaklarımı bile hareket ettirmiyorum, sanki ürküp kaçacaklar diye. Hayır donmadım, öylece durmayı yeğledim. Bu sabahımı kimse benden çalmadı, bir başıma olmanın güzelliği. Bağış gibi bir durum, bu her zaman olmaz.”
Osman Koca – Aşk Ola
“Aşk olsun sana Züleyha. Kıssaların en güzeline karakter olduğun için. Henüz küçük yaşta evlatlık niyetine aldığın çocuğa günlünü kaptırdığın için. Hani büyümüştü Yusuf. Ay parçası olup çıkıvermişti bir anda. O kerte güzeldi ki insandan çok meleklere benzetiyordun onu.”
“Aşk olsun sana İbni Selam. Adı Kays iken, sırf Leyla’yı delice, çılgınca sevdiği için çılgına dönen ve o günden sonra “Mecnûn” diye dillere dolanan âşığı, meczuba çevirdiğin için.”
Yunus Berk Üstün – Kekeç
“Gece vakti kepenkleri indiriyorum. Ceketimi asıp sırtıma, ancak iki masa [nereye ?] gidiyorum. Üçüncüyü yanıma çekip sol yüzüme uzanıyorum. Dükkân sahibi bir iyi geceler patlatıyor -ki hakkıdır- dükkândan çıkıp karşı kaldırıma sağlamasına yatıyorum.”
“Allah’ım amcam çok kötü bir adamdır. Bense pek de şikâyetçi bir adam sayılmam ama ‘hani bir şeyler yapamaz mıyız?’ Ölmese de kötürüm? Çünkü onun mezarlığa gittiğini gördüm. Elinde kazma, kürek ve birkaç şey daha vardı. 0 kadar da net hatırlayamıyorum. Bir çocuk boyu mezar kazdı. Allah’ım gerçekten anlaşamaz mıyız? Tabii onun abdestinden şüphesi yok.”
Serpil Tuncer – Tozdan Kadın
“Dinlenme tesisine yanaşan beyaz otobüsün otomatik kapısı açılır açılmaz ilk o indi. Sıcaktan erimiş asfalta ayağını basar basmaz yere düşen gölgesi silinip perdelenmişti. Öğle vaktinin kızgın güneşi, yalnızca ona hizmet ediyor, yalnızca onu aydınlatıyordu. Bu hâliyle güneş, tıpkı tiyatro sahnesinde yer alan oyuncuların üzerine tutulan sahne ışıklarına benziyordu.”
Muhtemelen kadının yanındaki koltukta başını cama dayamış horul horul uyuyan kocası da olabilir. Adam zengin mi zengindir. Arabası tamirdedir. Bu yüzden yolculuk için otobüsü tercih etmiştir. Hemen yan koltukta uyuklayan iki de çocukları vardır. Pazar günleri misafir kabul etmezler çünkü pazar demek onlar için piknik demektir. Tozdan Kadın et sevmez, kocası bu yüzden mangalda ona özel olarak balık pişirir. Keyifleri yerindedir. Geçimleri tıkırındadır.
Yediiklim’den Şiirler
dostlukları perçinlerdi çay
eski bir ikindi akşamında
bir serinlik çökerdi
yüzünün rüzgârından say
say ki gözümde tüterdin
Arif Ay
Cahit Zarifoğlu öldü.
Nuri PakdiL
$ule Yüksel Şenler.
Rasim Ağabey öldü.
Üstat.
Mevlâna İdris.
Nazif Abi de.
Maraş öldü sonra
Antep, İslahiye
Hatay, Kilis
Daha gür gelelim diye
Herhalde
Sonra
Yavgamdan
Hacı Teyzem
Dedem öldü.
Akşamları
içime dağlardan
inen saflık kuşu.
Yeprem Türk
ayın tarih ötesi dağlan ışıttığı bir gece
yıldızlar yere inmiş gibi iri ve parlaktı
çatırdayan odun ateşi önünde üç adam
göğün ışıltısı altında
kalplerini kurcalayarak sanki bir çubukla
taşlarla fısıldaşır gibi söyleşiyordu.
ağır bir haber taşıyordu yüzleri
ateşin yalımı ile aydınlanıp
söndükçe daha da koyulaşan bir giz…
Mehmet Sümer
iki sabah bir ekmek
ki anlatılamayan uzaklığın mümkünlüğüdür
yüzümün utancı baktığım her yerde
unutmanın fotoğrafları gözlerimde
ölüm fırtınaları sel gibi akan
sana benzeyen ben
ya da ben sana düşman
ruhunun ateşten kanatlarıyla bulduğun ellerini
dilimde büyüyen sözlerle
bekledim seni kuraklığımdan
Ahmet Tepe
Güneşle dallanmış ellerin, beni eğik çivilerle çıkar kapılardan
Parmaklarımdan yakıldı bu masal o çölden esintiyle
Bu masal herkesi yaralarken gökçe bir bakıştan geçerdi maral
İnsan ki kalbi kadardır bildim bakışlarım değerken yere
Duvarlar boyanır genişlerdi göğsüm zehrini atınca aynalar
Göğümde sanlı yüzün sesini sulardan arıttığında nefesim
Acı suyu ağzımdan, adımı zamanın rahminde bıraktım
Bıraktım yaralarımı edilmiş tüm yeminler üzerine
İlknur Güngör
Bir Nokta 25 Yaşında
Bir Nokta dergisi 278. sayısı ile 25. yılına girdi. Bu bir dergi için oldukça önemli bir süre. Çeyrek asır. Kimler geldi kimler geçti… Bir mektep gibi çalıştı dergi. Edebiyat dünyamıza kazandırılan isimler, çıkan kitaplar derken iz bırakarak yoluna devam ediyor dergi. Başta Mürsel Sönmez olmak üzere dergiye emeği geçen herkesi canı gönülden kutluyorum.
Mürsel Sönmez’in Giriş yazısından
“Çeyrek asırdır, dilimiz döndüğünce ya da kalemimizin gücünce, bizi biz yapan, varlığımızın cevheri olan inanç, kültür ve medeniyetin bizde/bizimle tecelli eden varlık ve güzelliğini sunmaya çalıştık. Edebiyatı ben/nefs/egomuz için bir araç yapmama çabasında olduk. Başardık mı? Sanırım başardık. İşimizi yapıp tribüne bakmayışımız ve alkış beklemeyişimizden dolayı bu gibi ilgilere deli olanlar bir kez daha deliriyorlar. Oysa onlara hiçbir şeyi mülkiyet edinmemeyi göstererek özgürlük ilhamı veriyoruz ama nafile. Israrla vurguladığımız şey şu: Ortaya koyduğunuz eserden razı iseniz en büyük ödül budur. Ünlü olmalar, alkış beklemeler, büyüklenmeler sizi çoktanrılı yapıyor, zillet zincirinizi pekiştiriyor. Sonuç olarak da “yaratı”nızı bağımlı kılıyor. Oysa insan Hakk’ın özgürüdür, sanat da bu özgürlük vasatında büyüyen güzelliktir.”
Sezai Karakoç ile Ankara Seferi
Temel Hazıroğlu, 2013 yılında Ankara’da gerçekleştirilen Yüce Diriliş Partisi 2. kongresine dair notlarını paylaşmış. Birinci ağızdan Sezai Karakoç’a dair anıları okumak oldukça önemli. Mütevazılık, insani değerler, verilen mesajlar ile Karakoç’u bu yazı vesilesi ile bir kez daha anmış olduk.
“Bu Ankara yolculuğu ve partinin büyük kongresi benim hayatımda önemli bir tutar. Zira benim üstat ile birebir fotoğrafım yoktu ancak bu kongre vesilesiyle olmuş oldu. Söz konusu bu bahçede bir ara iki sandalye yan yana idi ve bir anda kendimi üstat ile bu iki sandalyede yana oturmuş bir konuyu konuşurken buldum. Arkamızda bazı arkadaşlar vardı ve hemen arkada birkaç araba bulunuyordu. Nasıl olduysa Ankara’dan bir genç arkadaş üstatla yan yana oturup konuşmamız esnasında bizim fotoğrafımızı birkaç kez çekmiş oldu.”
“Artık kongre saati gelmişti. Masadaki sandalyeye oturan üstadımız bir müddet ortamı ve öteleri gözleriyle süzdü. Kartal bakışlı, kanatlarını arzın bir ucundan öbür ucuna açmış bu Simurg’un bakışlarındaki derin düşünceleri görüyorduk. Geçmişi, bugünü ve gelecek zamanı adeta bir bütün olarak yaşıyorduk. Konuşma ilerledikçe üstadımız ileri sürdüğü kelime ve kavramlarla devleşiyor ve her birimizi ve dahi bütün Müslümanları kendilerine gelmeleri için silkeliyor, yeniden inşa ediyordu. Ve herkes için çağ ve ufuk açıyordu. Her zamanki gibi ufuklu, tarihi ve muazzam bir konuşmaydı.”
Nehir, Havuz ve Hakikat
Hasanali Yıldırım, zaman ile nehir arasında kurduğu bağı mekân, akış, hakikat gibi ortak noktaları ve kesişme noktalarını anlatıyor.
“Zaman da tıpkı bir nehir gibi akıp gider mahiyette. Onun gibi aktıkça içine etraftan nice çer-çöp alır, sürükler ve götürür. İçine katıp sürüklediklerinin bazılarını kısa sürede, kimilerini ise hayli uzun vakitler içerisinde değiştirir; farklılaştırır. Tanınmazcasına kendine dönüştürdüğü de vaki. Yeter ki aksın nehir. Aktıkça ona nice şeyler katılır ama o herbirini bir değirmen misali öğütür veya onların herbirine kendi mührünü basar. Zamanın izini üzerinde taşımayan bir varlık var mı?”
“Üstümüzden akıp giden bütün o suları, bizim bütünlük içerisinde görmemiz, hatta bir ve aynı zannetmemiz gayet tabii iken aslında biz hakikat nehrinden bir makta koparmış vaziyetteyiz ve o koparılmış maktaın hakikatinin içerisindeyiz; böylelikle hakikat nehrinin kendine mahsus akışından da beriyiz. Tam da içindeyken üstelik.”
Şafak Çelik ile Söyleşi
Ercan Ata’nın bu sayıdaki konuğu şair Şafak Çelik. Şiirine, şiir kitaplarına, çalışmalarına dair notlar var söyleşide. Benim de büyük bir ilgi ve beğeniyle takip ettiğim bir şairdir Şafak Çelik. Sadece şiir yazmayan aynı zamanda şiire kafa yoran bir bakış açısıyla edebî çalışmalarını yürütür Çelik. Günümüz şiirinin yüz akı olmuş bir şairinin şiir yolculuğunu bu söyleşi ile daha yakından öğrenecek okuyucular.
“Şiirin işlevinden değil, insan, hayata anlamak üzere bakmalı diye düşünüyorum. Bu, evrenin yaratılışından ne için yaşıyoruz sorusuna kadar geniş bir yelpaze açıyor. Salt anlama çabası içinde olan insan analiz yapabilmek için malzeme topluyor. Sonra yaşamın içinde bu topladıklarının somut karşılıklarını görüyor. Onları kendi estetik algısına göre yeniden şekillendiriyor ve ortaya sanat eserini koyuyor.”
“İlk kitabımın yayımlanmasında çok zorluk çektiğimi söyleyemem ama ilk şiirimin yayımlanması çok zorlu oldu diyebilirim. O zamana kadar pek çok dergiye şiir göndermiştim ama hiçbiri yayımlanmamıştı. Bazı internet dergileri, edebiyat kulüpleri, okuyan-yazan arkadaşlar arasında şiirlerimden okuduğum ya da şiir üzerine konuştuğum olmuştu ama şiirlerim matbu dergilerde yer bulmuyordu.”
“Eleştiri, şair için çok kıymetli. Bunu gençliğin heyecanıyla hemen anlayamayabiliyoruz. Eserin büyüsü de dokunulmazlık hissi uyandırıyor. Haklı da olsa ona yönelik her eleştiri saldırı gibi algılanıyor. Fakat A. Ali Ural’ın derslerinde o an kavrayamasanız da o eleştirinin haklı olduğunu görüyorsunuz. Zaman size bunu gösteriyor. Tanışmamış olsaydım tıraşlanmamış, hatta yontulmamış bir şiirim olabilirdi. Bazı şeyleri uzun sürede ya da geç kalmış olarak tecrübe ederdim.”
Bir Nokta’dan Öyküler
Müştehir Karakaya – Dökülen Bir Bardak Çayın Anlattıkları
“Adam nefesini bir iki kez yuttu, buğulu gözlerini karşısında sessizce oturan gençten aldı, kafenin tavanında, duvarındaki tablolara, sinema afişlerinde gezdirdi, önündeki soğumuş kahveden iki yudum aldı, eli titredi, neredeyse üstüne dökülecekti. Genç adam irkildi, ona doğru bir hamle yaptı.”
“İki adam masalarından mutlu bir şekilde kalkıp çıkıyorlar, ben mutsuz bir şekilde oturmaya devam ediyorum. Adamın siyah kasketinin üstündeki beyaz bir leke dikkatimi çekiyor. Karanlık bir gecede, parlayan bir yıldız gibi her dem onunla yürüyor, mutluluğu bundan, unutamadıklarıyla birlikte belki de. Kim bilir?”
Engin K. Demir – Ölmek Gerekiyor
“Bugün işe gitmeyecek. Bazen yaptığı zamanlardaki gibi herhangi bir otobüse atlayıp bilmediği yerlere de gitmeyecek. Bedbaht bir görünümde olmasına rağmen ne yaptığından emin bir şekilde adımlarını atıyor, yürüyor, sadece yürüyor. Yüzü sarkmış, alnında çizgiler belirginleşmiş. Burnu daha bir kocaman olmuş. Gözlerin beyazlığı neredeyse kaybolmuş, renki dahi seçilmez olmuş.”
“Sanki nefes almıyordu. Hiç tatmadığı bir heyecan fırtınası bütün hücrelerini sarmıştı. Yüzünde hafif bir gülümseme görülüyordu. Adrenalin ruhunu esir almıştı. Vazgeçmeyi düşünmüyordu. Özgürleşmeliydi. Nereden geldiği belli olmayan bir kuş hemen önünden uçup çevresinde birkaç kez dolandı. Deli bir rüzgâr üzerine doğru esip paltosunu havalandırdı. Tam zamanı, dedi ve kendini boşluğa bıraktı, yatağa bırakır gibi.”
İbrahim Yarış- Memduh Kalfa
“İlkbahar, köşkün bahçesini baştan sona kucaklamış gibiydi. Erik ağaçları bembeyaz çiçeklerle süslenmiş, güller yeni yeni açmaya başlamıştı. Kuş sesleri sabahları şenlendirirken, esen meltem insanın içine huzur dolduruyordu. Köşkte işler her zamanki gibi devam ediyordu. Hanımefendi’nin çiçeklere merakı konuşuluyor; erguvanlar, zambaklar, mor menekşeler herkese gülümsüyordu. Bahçıvan sabah akşam toprağı işliyordu.”
“Memduh Kalfa’nın zaten konuşacak hâli yoktu. Kendini az biraz toparladığı bir vakit herkesi başına topladı ve işlerin kötüye gittiğini, Paşa’nın ve diğer Yassıada tutuklularının akıbetinin belli olmadığını söyledi korku ve tereddütle… O tereddütü hiç unutmadım. Kötü zamanlardaydık belliydi.”
Bir Nokta’dan Şiirler
içine su kaçmasın diye çıkarılıp
bir kenara konulmuş saat..
kısık bir besmeleyle yeniden
sarılmak için ayrıldığı kola
bırakıldığı yerde öylece bekleyen saat…
bilir, hasretin bitmesine kaç rekât var.
Aliye Akan
Bu dünya bizim bu hayat bu sular bu köpükler
Ve avcumuzun tenhasına yerleşen heves
Biziz akrebi kovalayan yelkovan
Ardından sökülen mahalle pazarları
Eridikçe gördüğüm kaldırımlarda
Yüzüme gülümseyen Belkıs mozayiği gözlerin
Bütün o yüzden şenlikte tarihimiz
Özcan Ünlü
her harita ölçeklendirilmiş bir yalandır
ki yalan hesaplanmadan
bilinmez gerçek mesafeler
hafifletici sebepler bir bir uçar
unutulur iyi hâller
bir tuzağın belirsizliğinde
bir anlamın mezarında
soykırıma uğrar
kalan tüm ihtimaller
Suavi Kemal Yazgıç
iki yaratılanı paylaştık
nasıl diye sormayın
yazı tura atmadık
aydınlık sebebini alıp gitti
sonuç bende kaldı
hisseme düşenin parmaklıklarını açıp
ölü kuşlarla birlikte girdik karanlığa
Kazım Gök
Aynanın şahitliği
yalnızlıkla dost hayatı yaşadığım gecelerde
kaçırdığım gözlerimi sen yakaladın
hapsettin karanlığına bildin
kimsesiz denizler de bile
vakar ve görkem vardır
Adnan Berber
Korkarak mahallenin hışmından
Duvar diplerinde pek cesur,
Topluyordu satılık zamanları, taze kanları
Rüzgâr dağıtacak diye kanlı çeyizini,
Sarma sigarayı, gazetesini
Küfür seviyordu, yoktu arası aptalca incelikle
Kazandığı akıp gidiyordu her gece sirkte
Ahmet Yılmaz
Kahvemi Çakırkeyf’te kuşlarla,
Çayımı Saburhane’de Serpil’le içtim.
Erol’la tattım Hamdi’nin köftesini…
Ve Komünist Mustafa’yla
Nejat’ın kahvesinde tartıştım,
Özgürlüğünü Börülceyle Karettaların.
Yukarıda Hisar var!
Şahidi’den aşağıya her inişte,
Aklım bahçedeki bülbül sesinde kalır.
Gözlerimden süzülen yaşlar,
Kalbime umut ateşleri taşır.
Kabir taşları gibi çığlık çığlığa,
Kaplumbağalar gibi ağır ağır,
İnsan burada sema eder gibi,
Kıvrıla kıvrıla içine varır.
M. Ali Köseoğlu
İskele, 2. Sayı
İskele dergisi, 2. sayısında da dopdolu bir içerikle ulaştı okurlara. İlk sayısı oldukça beğeni topladı derginin. İçerikten mizanpaja kadar derginin her noktasında gösterilen özen hemen hissediliyor. 2. sayı da yine aynı içtenlikle hazırlanmış. Bu sayı depremin ikinci yılına rast geldiği için “Asrın Felaketi Dosyası” ile yaşananları genelde birinci ağızdan tekrar hatırlıyoruz. İskenderun da felaketin yaşandığı yerlerden biriydi. Acının derecesini, büyüklüğünü en iyi oradaki insanlarımız anlar ver anlatır. Bu bağlamda hazırlanan dosya ibretlik tablolar sunuyor bizlere.
Derginin Giriş yazısından…
“Derdimiz deşmek değil; henüz kabuk bile tutmayan taze bir yaranın iyileşmesi için var gücümüzle çabalarken yaşananları göz ardı etmeden paylaşarak karmaşayı, tahammülsüzlüğü, gerginliği başta olmak üzere olumsuz, insanımızın moral seviyesini aşağı çeken ruh durumlarının etkisini azaltıp hafızalardaki o sağlıklı yerleşimi sağlamak.”
Asrın Felaketi Dosyasından
Fahreddin Osmanca- Bir Kentin Afet Belleği: Hatay’ın Hikâyesi
“Hatay’ın genelinde bir türlü bitmeyen altyapı eksikliği, Asi Nehri’nin kontrolsüz taşkınlarıyla birleşince, önemli yerleşim birimleri sık sık su altında kalır, tarım arazileri büyük zarar görürdü. Bu doğal engeller, sadece fiziki yaşamı değil, kentin sosyoekonomik yapısını da şekillendirdi. Özellikle Osmanlı ve Fransız mandası dönemlerinde Asi Nehri üzerindeki köprü ve kanal çalışmaları hem sellerle mücadele hem de bataklıkların kurutulması için önemli adımlardı. Ancak bu önlemler bile zaman zaman şehrin “öteki yüzü” dediğim bu zorlu doğa koşullarını tamamen ortadan kaldırmaya yetmedi.”
Meryem Altunsöz – “Ölüm Onu Çirkinleştireceği Yerde, O Ölümü Güzelleştiriyor”
“Gülün habercisinin diken olduğunu da unutmamak lazım. İnsana keder veren musibetin daha geniş pencereden bakıldığı zaman onu büyüttüğünü de görürüz ve bu büyüme beraberinde güzellikleri de getirir. O geceden sonra bile sabahların olabileceğini gördük. Umutsuz olmak ne diye? Acılarımızı yaşayacağız. Yasımızı yaşayacağız. Bu; bir insanın yası olur, bir evin yası olur ya da bir hatıranın yası ve hatta bir şehrin… ‘6 Şubat’ tüm bunların aynı anda yasını tutabilmeyi öğretti bize. Hatıralar ölüme rağmen insana teselli olabilecekken tüm hatıraları molozlarla birlikte uğurladık çünkü. Geriye zihnimizde kalan hatıraları unutmamak kaldı. Onca yıl yaşadığı memleketini tanıyamaz olur mu insan?”
Deniz – Uyğur İnşirah
“Her sabah zorla uyandığım için şimdi bir garip hissediyorum. İstesem de kalkamıyorum yatağımdan. İstesem de “Beş dakika daha.” diye nazlanamıyorum. Çünkü zamansızlığın içinde yitip gitmiş gibiyim. Üşümeye başladım yorganıma sıkı sıkı sarıldığım hâlde. Gözlerim de kapanıyor. Uyumak istemiyorum aslında. Zamanı bilmeden zamana direniyorum, belki yanıma gelirsiniz diye. Üstümdeki yük artık ağır gelmiyor, yavaş yavaş karabasan kalkıyor üstümden sanki.”
Hülya Koyuncu – Depremden Sonra Konteynerde Yaşam
“Konteyner yaşamının beraberinde getirdiği zorluklardan bir diğeri ise küçük bir alanda yaşamlarını sürdüren aile bireylerinin belki de hayatlarının en önemli kısmı olan 0-6 yaş aralığındaki çocukları için yeterli şartları sağlayamama durumları olabilir. Konteynerlerin içerisindeki odaların küçük ve sayısının normal bir daireye kıyasla oldukça yetersiz olması aile fertlerinin özel alanlarını ister istemez kısıtlamaktadır.”
Hatay Milli Eğitim Müdürü Dr. Hasan Tüysüz ile Söyleşi
Dergide Hatay Milli Eğitim Müdürü Dr. Hasan Tüysüz ile yapılan bir söyleşi de yer alıyor. Oldukça samimi bir ortamda gerçekleşen söyleşide Tüysüz’ün Hatay’a gelişi, depremden sonraki şehirde verilen mücadele, şimdiki durum, eğitim- öğretim faaliyetleri gibi birçok konu işleniyor.
“Bizim gibi görevlerde olan insanların bugün İlçe Millî Eğitim Müdürü olayım, İl Müdürü olayım ya da şunu olayım düşüncesi olmaz. Biz verilen görevi yaparız, en iyi şekilde yapma ile ilgili çalışma yaparız.”
“Çok basit bir kelimeyle açıklayacağım: Koordinasyon. Özellikle böyle büyük şehirler için İl Millî Eğitim Müdürlüğünün koordine görevi yapması; İlçe Millî Eğitim Müdürlükleri, Okul Müdürlükleri vs. her biri orkestra üyesi ise orkestranın şefi gibi davranması gerekiyor.”
“Şunu paylaşmam gerekir: Daha önce de bu işi yaptım. İstanbul gibi metropol bir şehirde yine bu işleri yaptım. Okul yapımları, hayırsever işleri vs. Oradaki hayırseverlik bir yere kadardı, burada çok çok ciddi bir hayırsever var. Ülkeye mal olmuş kurumların hayırlıları dışında yerelin hayırlıları çok fazla. Zaten dikkatimi çeken kısım o.”
Dijital Materyaller Bağlamında Meddah
İnci Gül ve Prof. Dr. Bülent Arı meddahlık geleneği üzerine kaleme aldıkları yazı ile İskele’deler. Meddahlığın tarihi anlattıktan sonra günümüz dijital çağında sosyal medyaya yansıyan yeni tip meddahlık öykünmelerine değiniler var yazıda.
“Tarihine inildiğinde kaynağı farklı birçok yere ulaşan Meddah türünün insan elindeki imkanlar geliştikçe ve teknoloji ilerledikçe geldiği noktayı incelediğimiz bu çalışmada, dijital ortamlarda kayda geçmiş modern meddahlık olarak adlandırılabileceğimiz incelemeler söz konusu edilmiştir.”
“Çocuk tiyatrolarının yaygınlaşmasıyla birlikte geleneği yeni nesle aktarmak isteyen birçok sanatçı belki dekorsuz, kostümsüz oluşu sebebiyle belki de hikâye anlatmanın kolaylığı nedeniyle meddahlığı tercih eder olmuş ve küçük yaş gruplarına dijital kameralar önünde hikâyeler anlatmaya başlamıştır. Bu bir bakıma kültürün unutulmaması açısından güzel bir adımdır; ama meddah hikâyesinin tek seferde izlenen ve aynı performansı belki de tekrar hiçbir yerde göremeyeceğimiz yapısının bozulması ile bunun seyirciye verdiği heyecanın kaybolması nedeniyle gelenek özgünlüğünü yitirmiştir.”
Türk Edebiyatında Postmodern Okur
Ahmet Evis, postmodernizm karşısında ortaya çıkan postmodern okura dair yazmış. Elbette bir akımdan bahsedeceksek onun etrafında gelişen bir okur kitlesinin de varlığı yadsınamaz. Bu kitlenin yazılan eserlere karşı takındığı tavrı işliyor yazısında Evis.
“Postmodern edebiyatta anlamsal ve kurgusal çoğulculuğu yaratmada olmazsa olmaz unsurlardan biri olan metinler arası kullanımlar da arzulanan okur profilini yaratmada bir diğer belirleyici husustur. Metinler arası göndermelerle bezeli anlatıların anlamlandırılma sürecinde o güne dek hiç olmadığı kadarıyla donanımlı bir okuru hedefleyen postmodern estetik, böylelikle okuru bir başka açıdan pasif kimliğinden kurtarmış olur. Bu durumu çift yönlü bir kazanım olarak da yorumlamak mümkündür.”
Yüreğiyle Gören Fikir İşçisi
Yüreğiyle Gören Fikir İşçisi olarak tanımlıyor Cemil Meriç’i Ahmet Yanmaz. Eserleri ve düşünceleri ışığında anlatıyor Meriç’i Yanmaz. Ülkemiz için büyük bir değer olan Cemil Meriç’in memleketi de Hatay olunca bu yazı daha bir anlam kazanıyor. Dergiler kendi toprağının sesine kulak vermeli. Böyle olunca dergi daha bir anlamlı hale geliyor.
“Ben, Cemil Meriç’i, Lamia’yı ve Himalaya’ların gizemini Jurnal’le tanıdım. Bir insanın görmeden yıllarca yüreğini ortaya koyarak, 18 yaşında bir delikanlı gibi mektuplar yazması hiç de kolay olmasa gerek. Bu mektuplar onun düşünce dünyasını şekillendiriyor, ona ilham kaynağı oluyordu adeta. Kanla, alevle dolu mektuplar yazarak yüreğini kelimelere boşaltıyordu. Bir fırtınaya kapılmıştı, yanıyordu, ağlıyordu; yani seviyordu. O, duygular deryasında yüzüyordu. Bu derya artık onun için, umut denizi olmuştu.”
Plastiğin Hikâyesi
Plastiğin icadı yaşadığımız çağın en büyük icatlarından sayılabilir. Hayatı kolaylaştıran ve yaşamımızın her alanına giren plastik nasıl da artık büyük bir tehlike haline geldi? Ece Kılıç, tam da bunu anlatıyor yazısında.
“Plastiklerin üretimi sırasında kullanılan kimyasalların bir kısmı (PBA, PBT gibi) kalıcı (canlı vücudundan atımı zor olan, permanent), vücutta birikim yapmaya uygun ve toksik etkiye sahiptir. Bu maddeler hidrofobik (su sevmez) yapıya sahip olduğundan plastiklerin yüzeyine tutunur ve bu plastikler vücuda alındığında toksik etki yaparlar. Amerika’da öncelikli kirletici olarak belirlenen ve canlılığı tehdit eden kimyasalların önemli bir kısmı plastikler ile ilişkilidir.7 Benzer şekilde ağır metaller ya da pathojen bakteriler plastik materyallerin üzerinde tutunmakta ve canlılığının toksisite riskinin büyümesine neden olmaktadır.”
İskele’den Şiirler
bana kalırsa sen güzelliğinde gizlen
açma öyle gözlerini alabildiğine kâfir
karagözümüzde gözü karalık
serde kuzeylilik var
aynanın arkasında gizli
bir sise benzer sevinç
ve sırrını dökmeyen keder
yağmur dersen sahibi bilir
Hüseyin Atlansoy
kimsesiz
bir başına
kalakalınca
o görür ve gözetir
senden başka bir sen çıkar
iyileşir ruhundaki yaralar
kendi derdin sana yeter başka derde aldırmazsın
Tayyib Atmaca
Sen de git!
Sızarım ince bir keder gibi yüreğine
Taşların ıslanır, bozulur ezberin
Korkarsın.
Acz olursun bir yaşamın kıyısında
Yahut ‘kuyu’sunda.
Hiçbir kervan bulmaz seni üstelik.
Hiçbir Yakup kör olmayacaktır bu kıssada.
Tülin Yangın
Amerikan mutfak, cam balkon, çimston mermer
Altın kaplı çatal, kaşık, porselen gör beniler
Yetmez üç çatal, üç kaşığın doyurduğu gözüme
Neyse ne…
Sismik acılarınıza ah bir ortak
Olsa da konuşsak
İki lafın belini burdan kırmak niyetine
Masaya yatırıp mevzunun kritiğini, kriterini,
ertelenen krediyi…
-boynumuzun borcu Kandilli’de
Mukadder Beyoğlu
Bugün hepinizden özür diliyorum.
En çok da kendimden, düşlerimden, çocukluğumdan…
Artık;
Çakıl taşların avuçlarımda büyüdüğü,
Hayallerini kaybetmiş,
Ölmeye hazır,
Kocaman bir adamdım ben.
Halil Göçer
Son kez kapandı ışıklar, yıkıldı evler, sustu sokaklar…
Kırıldı yürekler, ölüm uykusuna yattı umutlar.
Acı yüklüdür burada yağan yağmurlar.
İşte o günden beridir, güzel memleketimde hüzün kokar topraklar.
Cansel Alkaya