Cins, Sayı:113

“Sevinmeliyiz” diye giriş yapıyor 113. sayısına Cins dergisi. Nedir böyle bir ortamda sevinmemize sebep olacak müjdeli haber? Cevabını Yusuf Genç’ten alıyoruz. Dua niyetine geçmesi dileğiyle.

Günün güzel haberi bu: Ramazan geliyor.

Ay, bir kez daha dönünce etrafımızda Ramazan’ın kapıları açılacak. Orada başlayan şey, Tuna’yı izlemekten bile güzel olacak. Sevinmeliyiz.

“Ramazan’ın gelişine sevinene cehennem haram kılınır” buyuruyor Peygamberimiz. Büyük bir müjde bu. İnsanın kendini görmesi açısından da bir ayna aynı zamanda. Bu gürültülü gayya kuyusunda bir nefes aralığı çünkü hepimize. Bütün hır gürüyle fır dönerken dünya, cevabını kişinin sadece kendisinin bilebileceği bir soru. Bir yoklama testi.

Mesuliyet Bilinci ve Emanet Ahlakı

Sadettin Acar’ın Cins’teki hikmet dolu yazıları devam ediyor. Yol gösteren, gönülleri ısıtan ve kardeşlik hukukunu pekiştiren yazılar bunlar. Mesuliyet bilinci ve emanet ahlakından bahsediyor bu sayı Acar.

“Yeryüzünü ve gökyüzünü yaşanamaz hale getiren, varlıkla sürekli kavga eden modern zaman insanı, dinin mesuliyet, emanet ve merhamet ilkelerine muhtaçtır. Bu hasletlerden nasibini alamayan hiçbir bakış, yeryüzünün özlemini duyduğu huzuru ve güveni tesis edemez. Ne ki bu hasletler üzerine bina edilen dine mensubiyet iddiasını güdenler, uzunca bir zamandır ölüm-kalım savaşı vermektedir. Halbuki varlık ve zaman onları beklemektedir. Acaba onlar neyi beklemektedir?”

Karakoç Şiiri: Üçgen, Piramit ve Heykel

Hüseyin Atlansoy, Sezai Karakoç şiiri üzerine kaleme aldığı yazısı ile Cins’te.

“Monna Rosa” şiiri, bir şairin aşk ile tabiat serencamını veren klasik ve parabolik bir şiirdir. Hiperbolik şiire henüz geçilmemiştir. Paradoksun bu şiirin temel karakteristiklerinden biri olduğu “Benim gözlerim yeşildir” ile başlayan ikilik ile belirginleşmiştir.

“Şahdamar ve Körfez kitapları Karakoç’un şiirdeki pergünt üçgeni ve piramidi süreçlerini işaretler. Sesler kitabı ise pergünt heykelini -Karakoç şiirlerinde anıt ismini veriyor- tam olarak gerçekleştirdiği kitaptır. Ki bu kitaptaki neredeyse tüm şiirler (Sesler, Köpük, Kav ve Mevsim Anıtları) Karakoç’un şiir teorisi ve şiirinin birlikte yürüdüğünü gösterir.”

Dünya Biz’e Gebe, Biz Hakikat’e…

Yusuf Kaplan Fütûhât-ı Medeniyye yazılarına devam ediyor. Dünyanın yaşadığı bunalımlar ortada. Umudun nerede olduğu da belli. Geriye sadece hakikatin ipine sımsıkı sarılmakta kalıyor. Batnın gerçek yüzünü Gazze direnişi üzerinden okuyor Kaplan.

“Batılılar, dünya üzerinde hiç olmadığı kadar hükümfermâ! Benzeri görülmemiş bir hükümranlık bu. Ama bu hâkimiyetin içi boş. Tanrı’ya, hakikate, insana, tabiata, adalete ve hayatın anlamına dair bir aşılamamışlık durumundan, bir derinlikten kaynaklanan hâkimiyet değil bu. Üstünlük hiç değil, sanıldığı ve sık sık dillere pelesenk edildiği gibi. “Batı’nın üstünlüğü” fikri, sorgusuz sualsiz dilimize pelesenk ettiğimiz, saplantılı hâle dönüşen bir efsaneden, bir masaldan başka bir şey değil.”

“İslâm medeniyetinin derdi hâkimiyet kurmak değil, hakikatin izini sürmek. Sadece eşyanın veya hayatın hakikatinin de değil; hakikatin hakikatinin izini sürmek. Değerin değerini, anlamın anlamını, insanın ve varlığın konumunu ontolojik şiddet üretmeden, ontolojik şiddete, -varlığın anlam düzenini alt üst edecek bir saldırıya- asla izin vermeden hakikatin izini sürmek ve yeryüzünde hakikati hükümran kılmak…”

Sanatçılarımızın Tek Meselesi Etiket Sahibi Olmak

Sinan Albayrak ismini duyunca aklımıza sinema ve dizi dünyasının yüz akı, Mavi Marmara, Hakan Albayrak gibi birçok çağrışım geliyor. Son günlerde sanatçıların dünyasında yaşanan çıkar ilişkileri gündemde. Soruşturmalara, tutuklamalara kadar uzayıp giden bir süreç bu. Albayrak sanat dünyasına dair Eray Saıçam’ın sorularını cevaplamış.

“Şahsen rol aldığım yapımlarda kendi ahlakıma, kendi duruşuma uygun rolleri seçmeye gayret ediyorum. Bu benim ahlaki kaygım ya da duruşumdur. Bunun millilikle ya da kültürle doğrudan bir alakası yok açıkçası. Bu benim öz-değerimden kaynaklanan bir şey. Fakat kültür endüstrisi açısından bakacak olursak şunları diyebiliriz: Bizler maalesef ki aldığımız eğitimlerde yani konservatuvarda, oyunculukta, resimde, müzikte adı her neyse hep Batı menşeili eğitimler alıyoruz.”

“Filistin, bizim sanatçılarımız tarafından Batıcı önyargılardan dolayı yine korkak bir tavırla ele alındı. Kimi zaman cüretkâr ve cesur gibi görünen söylemlere denk geliyoruz. Ama aslında tamamen korkak ve yere basmayan bir duruş söz konusu.”

“Bizim kültürümüzü taşıyabilecek nitelikte eğitimler almış, düşünen, vatanını-kültürünü bilen, bunun merakında ve aşığında olan gencecik çocuklarla yepyeni işler yapmamız gerekiyor. Onların yolunu açmamız gerekiyor, onlara şans tanımamız gerekiyor.”

Kültür Taşeronları İçin “Çanlar Çalıyor”

Sanat dünyasında kazanlar kaynamaya devam ediyor. Mesele rahat koltuğa kurulup dizi izlemekle bitmiyor. Çıkar ilişkileri, gizli hesaplar ve daha fazlası tarafından kuşatılmış bir sanat dünyası var. İrfan Tabanca son zamanlarda yaşanan gelişmelere dair yazmış. Kültüre, sanata, kültür taşeronlarına, kültürel cehalete ve daha fazlasına değiniyor yazısında.

“Türkiye üzerine hesabı olanların da durumu zor. Her zaman Osman Kavala gibi akıllısını bulmak epey uğraş gerektiren bir iş. Çoğu alanlarda başarısız aparatlar kullanmak zorunda kalıyorlar. Herifin bir tane görevi var, onu da beceremiyor. Şaka yapıyorum tabii ki. Çokça onların başarısızlığı değil mesele, devlet aklının bil kuvve değil bil fiil var olmaya başlamasının sonucu bu. Ümit Özdağ da öyle mesela. Herif yıllarca birbirinden tarihsel olarak nefret edecek şekilde, Türkleri ve Suriyelileri ırkçı diliyle zehirlemeye çalıştı. Patronlarının istediği şekilde, iki milletin giderilemez ve ileride bir savaşa dönüşecek şekilde birbirlerinden nefret etmesi için çabaladı durdu. Ama tüm hileleri, elinde patladı. Geride çok güzel günleri bekleyen güzel günler kaldı. Özdağ da kendisine verilen vazifeyi yapamamış oldu.”

Ali Nuri Türkoğlu ile Söyleşi

Ali Oturaklı’nın sorularını cevaplamış Ali Nuri Türkoğlu. Sanat dünyasının içinde dönen filmleri anlatmış Türkoğlu. Mütedeyyin sanatçıların önlerinin nasıl kesildiğine, iş yapmalarının nasıl engellendiğine dair deneyimlerini paylaşıyor Türkoğlu.

“Bugünlerde de birçok isim mukaddesatçı, milliyetçi, ülkücü, İslamcı, dinci, Ak Partili gibi fişlenip, etiketlenip gösteri sanat dünyasından uzak tutuluyor. Sanatkârların fikirleri zikirleri kendilerine yakın olsun, mümkünse çok sesli bir ortam olmasın, sadece onların cümleleri çıksın istiyorlar ağızlardan. Yani gösteri dünyasında dibine kadar sansür dibine kadar lobi var…”

“Örneğin televizyondan kanalın fikri ve ideolojisi sizi ona bir parça da olsa bağımlı yapar. Sinema da böyledir. Evvelemirde sermayesiz hiçbir şey olmayacağı için bağımsız sinemaya da inanmam.”

Kütüphanede Bir Günde Haluk Oral Var

Dergide geçen ay başlayan Kütüphanede Bir Gün bölümünün bu sayıdaki konuğu Haluk Oral. Kütüphanesini oluşturma aşamasını, kitaplarını, imzalı kitapların kütüphanedeki yeri gibi birçok konuyu anlatıyor Oral. Söyleşinin soruları; Hasan Sayıloğlu’ndan.

“Üniversite öğrencisiyken de biraz kitap biriktirdim. Fakat esas kütüphanemi oluşturmaya 1990’lı yıllarda başladım. Yurt dışında doktora yapıyordum. Geldikten sonra devamlı kitap aldım. Sahaflardan ya da kitapçılardan. Yani 90’lardan beri kütüphane oluşturuyorum diyebilirim.”

“Benim kızım edebiyata ve bu tür kitaplara meraklı. Dolayısıyla devam ettirmeyi düşünüyor. Ama benim öyle bir vasiyetim yok. Ben şöyle söylüyorum, birkaç yerde de hep aynı şeyi söyledim: Biz hayatımızda sahip olduğumuzu zannettiğimiz hiçbir şeye sahip değiliz. Biz bunları kiralıyoruz aslında. Öldükten sonra da o kitaplar kendi kaderlerini yaşamaya devam ediyorlar.”

Erol Göka ile Kalabalık Yalnızlık Üzerine

Erol Göka ve Rıdvan Tulum’un bu sayıdaki Çabuk Konuşma’daki konusu kalabalık yalnızlık. Yaşanan durumun insana yansıması, kalabalıklar nasıl olurda insanı yalnız bırakır ve bu bunalımdan insan nasıl çıkacak gibi birçok konu işleniyor söyleşide.

“Maalesef büyük çoğunluğumuz öyle. Bugün bir terapist arkadaşım, kendisine gelen danışanlarla yaşadığı en büyük sorunlardan birinin hemen hemen tüm danışanlarının telefonlarını seansta yanlarına almak istemeleri olduğunu söyleyince bundan iyice emin oldum. Yanlarına almakla kalmıyor 50 dakikalık kendilerine ayrılan görüşme zamanı boyunca sosyal medyadan kendilerine gelen mesajlara bakmak ve cevap vermek de istiyorlarmış.”

“Rıdvan Rıdvannn! Görmüyor musun yapay ile gerçek, sanal ile hakikat, oyun ile hayat arasındaki farklılık giderek ortadan kalkıyor. Daha dur, henüz filmin başındayız, yapay zekaânın bizim zavallı zihnimizden, robotların biz gariban insan evlatlarından daha zeki ve güçlü, dahası daha güvenilir olduğunu anladıkça iyice terk edeceğiz birbirimizi. Robotuyla evlenen Japon şaka falan yapmıyor şair!”

Ömer Erdem’den Safiye Ayla Yazısı

Ömer Erdem bu sayı Safiye Ayla hakkında yazmış.

“Kendisini bir fakir halk çocuğu olarak nitelerken yolculuklarını da otobüsle yaptığını vurgular. Onun uçağa binme korkusu sır değildir fakat buradaki tutarlılığı sanatı kendi dengesi için de bir sağaltıcı kılmasıdır. Sadettin Kaynak’ın “güneş/güneş/güneş/güneş” diye yükselip giden bestesinde, orkestra ve piyano, Safiye Ayla’nın en baştaki piyano tutkusuna da bir selam duruşu gibidir. Dipte ise bir insanın güneş olup onun kaynağının sonsuzluğunda yaşama isteği barınmaz mı?”

Cins’ten Öyküler

Güray Süngü – Başkalarını Kandırma Bölgeciği

“Adam kendini o kadar seviyordu ki geceleri hediye paketi şeklinde bir yatakta uyuyordu. Sabah uyandığında söylediği ilk şey; “Ohh uyandım ve harikayım, ben dünyaya sunulmuş bir lütuf olmalıyım.” oluyordu. Adamın adı da kendisi kadar harikaydı ve annesi tarafından koyulmuştu: Hayati Hayatıyaşayanoğlu.”

“Akıl hastanesindeki ilk gününde, oraya neden götürüldüğünü bilmediği için çok öfkeli ve şaşkındı. Sonsuz derecede mutlu bir insandı. İnsanlar, zavallı insanlar nasıl böyle bir şeyden rahatsız olabilirlerdi ki. Ama tabii, insanlar böyle bir şeyden rahatsız olurlardı elbette. Bundan doğal ne olabilirdi ki, çünkü insanlar çirkindiler ve mutsuzdular. Kendilerini böyle göre göre kıskançlıktan delirtmiş olmalıydılar.”

Kaan Murat Yanık – Hocalı 1992

“Hafif bir rüzgâr… Gök ışımak üzere. Ağır bir koku genzini yakıyor. Yalın ayak, ağır adımlarla yürüyor. Durup kemiklerini yokluyor bazen. Topallayan sol ayağına bakıyor. Zaman yanmış evlerle ve hayatlarla birlikte. Taş. Çamur. Kan… Sırtının tam ortasından incecik süzüyor çamura kesmiş toprağa…”

“Çocuk bunun nafile bir teselli olduğunu biliyor. Zira baba, zihnindeki korku treni için döşenmiş rayları sökmeye uğraşıyor. Bunu, Rus işi kavanoz camlı gözlüklerinin ardından gazete okurken iki kat büyüyen gözlerinden anlıyor.”

“Sesler sustuğunda kaçtım. Kimdim, neydim unutmuştum. Öyle çok ağlıyordum ki, bir daha hiç susamayacağıma inanmıştım. Yalın ayak dağlara doğru koştum. Etrafımda benim gibi yalın ayak, yarı çıplak kaçanlarla birlikte.” diyecek kız, büyüdüğünde.”

Karabatak’tan Balkanlar ve Edebiyat Dosyası

Karabatak dergisi 78. sayısında Balkanlar ve edebiyat dosyası ile okurlarını selamlıyor. Özgün ve iyi hazırlanmış dosya konuları edebiyat dünyamız için de büyük kazanç. Karabatak’ın dosyaları ile iyi ve yetkin bir arşivimiz oluşuyor.

Balkanlar ve Edebiyat Dosyası

Prof. Dr. Ahmet Nedım Serınsu – Fetihle Balkanlara Nur Yağmış!

Anadolu mayalı “Anadolu gâzileri, Anadolu’nun fethinden önceki devirlerden başlayarak gazâ’lara bir teşkilat halinde iştirâk eden, gönüllü ve ücretli savaş erleri idi. Bunlara alplar ve alp erenler de deniliyordu. Gâzîlik, bunların meslekleri, ülküleri ve yaşama hünerleriydi. Türkistan (Ortaasya) kavimleri arasında yiğit, cesur, zorlu gibi mânâlarda kullanılan hattâ Gök-Türkler tarafından atların bile gâzîlerine unvan verilen Alp sözü, zaman zaman Anadolu gâzîlerinin de unvanı olmuştu.

Lütfi Bergen – Balkanlar’daki Erken Dönem Türk Yerleşmesi ve Türk Düşüncesinin Anadolucu Açmazı

“İskitlerin Türklüğü kabul edildiği takdirde, Türklerin Balkanlarda varlığı MÖ. 800’lü yıllara kadar geri çekilebilecektir. Bununla beraber Balkanların ve hatta Orta Avrupa’nın Türklüğünü daha yakın zamanlı belgelerden hareketle ortaya koymak spekülatif tartışmalara meydan vermemek açısından tutarlı bir yaklaşım olacaktır.”

Mustafa Özçelik – Rumeli’de esen Yunus yeli Zeynel Beksaç

“Şair olarak yola çıkan Zeynel Beksaç, artık şiirde yol önderini bulmuştur. Böylece kendi şiirini inşa ederken sağlam bir yol önderiyle yola çıkmanın imkânlarına sahip olmuştur. Öyle ki kendi ifadesiyle, “Dizelerinin bir yerlerinde bir Yunus esintisi mutlaka yer almaktadır.” Ama mesele burada bitmez. Yani Yunus onun için sadece şiir diliyle önemli değildir. Yunus’un şiirinde dilinin dışında gördüğü diğer özellikler ise, şiirlerdeki anlam derinliği ve müzikalite yahut ahenktir. Kendisi aynı zamanda müzikle de ilgilendiği için bu durum da kendisini çok etkilemiştir. Yine onda öylesine derin düşünceler, içten duygular görür ki ne zaman bunalsa, kendinden, hayattan yorulup kaçıp gitmek istese, bencilliklerle, sevgisizliklerle karşılaşsa koşup sığındığı adres yine Yunus olur.”

Aleyna Malkoç – Batı Trakya Türklerinin Efsanevi Lideri: Dr. Sadık Ahmet

“Dr. Sadık Ahmet, 8 Nisan 1990’da ikinci kez bağımsız milletvekili seçilir ve Batı Trakya Türklerini temsil eden ilk siyasi parti olan “Dostluk, Eşitlik ve Barış Partisini (DEB)” kurar. Yunan makamlarının süren caydırıcı politikalarına rağmen Batı Trakya Türkleri hak mücadelesini sürdürür. Sadık Ahmet gerek ülke içinde gerekse başta Türkiye, Türk Dünyası ülkeleri ve uluslararası arenada Batı Trakya Türklerinin sorunlarını dile getirir. Dr. Sadık Ahmet’e göre; parti isminde “Dostluk, eşitlik ve barış” kelimelerinin yer almasının sebebi uygulamada az görüldükleri içindir.”

Zeynel Beksaç – Balkanlarda Türkçe Yazmak

“Balkanlar’da yazmak, bu coğrafyada; yüzü ak, alnı açık, başı dik, aslımıza yakışır bir duruşla var olmak demektir. İnsanlık kıyılarına vuran dalgaydık ya, sözünün eri olana saygımız sonsuz oldu. Ancak, iç çamaşırlar gibi değişen insanlardan olmadık hiç. Ne ettiysek, kimliğimize, dilimize, edebiyatımıza şemsiye açarak, bizler için olmazsa olmaz özelliğini taşıyan bu değerleri doludan, selden, kem gözle bakanlardan korumak içindi.”

Fahri Tuna – Urumeli’nde Yaşa’yan Türk Edebiyatı

“Balkanlarda Türkçe yazmak, işte zorların da zoru! Medeniyetimize Yahya Kemaller, Mehmet Akifler, yüzlerce divan şairi, bilim ve devlet adamı yetiştirmiş Urumeli’nde, yüz yılı aşkın süredir devletten, okullardan, çarşı pazardan; yani hayattan çıkartılmış (Kovulmuş mu desek!) hatta nüfus kâğıtlarından silinerek sadece dört duvar arasında hapsedilmiş bir dilde şiirler, hikâyeler, romanlar yazmak!.. Yüz on yıl sonra da olsa Türkçenin kalesi durumunda genç yazarlar var Balkanlar’da. Şiiriyle, öyküsüyle, romanıyla, hatırasıyla, portresiyle, seyahat notlarıyla, denemeleriyle; önümüzdeki elli yılda Urumeli’nde ses bayrağımız Türkçe, bu genç kalemlerin omuzlarında dalgalanacak. Yürekten inanıyorum ben buna. Her birisi kahraman bu kalemlerin. Çağdaş Ulubatlı Hasanlarımız onlar bizim. Ulubatlı Zeynel, Rüstem, Mehmed. Ulubatlı Leyla, Sibel, Şefika, Güllü. Ve dahi, Taner, Hayat, Alla Büük.”

Leyla Şerif Emin – Yahya Kemal Beyatlı’nın Evi

“Şimdilerde ise bir hayalimiz var, Yahya Kemal Beyatlı’yı evine kavuşturmak. Bu konuda birçok girişimimiz oldu, vazgeçmiş değiliz o evi inşa edeceğiz, içinde ise yeniden şiirler söylenecek, hiç kaybolmadan bu şehir yeniden bizim olacak. Beyatlı, Türk Evi’nden bahsederken bizi anlatıyordu, kendi evini anlatıyordu âdeta, Kaybolan Şehir ile bize yön veriyordu, dikkat kesilin diyordu, kaybolmayın diyordu, Açık Deniz ile seferimizi anlatıyordu aslında, Koca Mustafapaşa ile İstanbul’un içinde bir Üsküp mesajı gizliyordu, Süleymaniye’de Bayram Sabahı ile bizleri uyandırıyordu, sesi oluyordu tüm kopmuş şehirlerin. “Eve Dönen Adam” Paris’te iken Üsküp ezanları ile ruhunu besliyordu çünkü; Üsküp şehri onun eviydi, annesiydi, vatanıydı, maneviyatıydı…”

Mustafa İsen ile Söyleşi

Mustafa İsen ile hayatı, çalışmaları, eğitim süreci, edebiyat çalışmaları, şehirler ve medeniyetler üzerine uzun soluklu bir söyleşi yer alıyor dergide. Sorular; Rahşan Tekşen’den.

“Hayatımın erken yıllarına ait bir hatıram var; çocukluk yıllarında, bir eğitim tecrübemi hatırlıyorum. Evimizin tam karşısında cami vardı. Orası, kış mevsiminde köyün çocuklarının Kur’an-ı Kerim ve bazı dinî bilgiler öğrendiği bir okul hâline geliyordu. Bu işleme köyde hocaya gitmek denirdi.”

“Lisede okuduğum kitaplardan az çok yönümü belirlemiştim. Fakültede birinci yarıyıl bazı şeylerin çok ayrımına varamadan geçti. Geriye dönüp bakıyorum da Bölümle bütünleşmem ikinci yarıyılda olmuş. Bu aynı zamanda Divan edebiyatı ile ilgi kurmam anlamına da geliyor. Bunda kuşkusuz Haluk Bey’in (İpekten) etkisi olmuş. Cumhuriyet nesilleri Divan edebiyatı ile lise yıllarında karşılaşır. Lisede edebiyata çok ilgi göstermeme rağmen bu aşamada divan edebiyatına bir yer olmadı. Bu evreden zihnimde kalan sadece Harname.”

“Bir zamanlar motto olarak dillerdeydi; bir kitap okudum hayatım değişti. Bu mümkün mü bilmiyorum ama iyi bir rehber eşliğinde zengin bir müze gezilirse hayata ve eşyaya bakış açınız değişebilir. Ben kadim şehirleri bir açık hava müzesi gibi görüyorum. Hatta onların çok sayıda müze kapasitesine sahip mekânlar olduğunu düşünecek olursak tabiatıyla şehir gezileri insanın hayatını değiştirebilir. Ama ancak iyi bir rehberle. Mekânın iyi bir öğretmen olduğuna hep inanmışımdır. Ama bunun için iyi hazırlıklar yapmak, görünenlerin ötesinde görünmeyenleri de fark etmeye çalışmak lazım. Rehberin önemi burada ortaya çıkar.”

Albatros’tan Kafes Kuşu’na Şairin İrtifaı

Rıdvan Kadir Yeşil Baudelaire şiiri üzerine yazmış. Şairin şiirinin gösterdiği gelişim sürecini yazmış Yeşil.

“Şair artık kafeste. Kaşlarını çatamayacak kadar sevimli bir kuş artık o. Sahibi tarafından ballı krakerlerle, vitaminlerle besleniyor. Kafesin tepesinden tüneğine sarkan çıngırakla oynamakla meşgul. Sahibinin çıkardığı sesleri taklit edebildiği ölçüde, çok seviliyor. Nadiren açılan kafesinden çıkmaya pek niyeti yok çünkü ürküyor dışarıda başına gelebileceklerden. Açık bırakılmış bir pencereden kaçıp da kargalara yem olmak istemiyor. Terk etmiyor konforlu alanını. Evlerde ötüyor, kamu dairelerinde ötüyor…”

Görüyorum; Kör müyüm?

Görmek bir duyu organı işlevi gibi algılanıyor olsa da bu da bir nasip işidir. Dünya dönüp dururken olup biteni görmek de bir hakikati işaret etmekten başka bir şey değil.  Ali Ömer Akbulut, görmek üzerine yazmış. Hakikati, yaratılanı görmek ve kulluk bilincinin farkına görerek varmak üzerine önemli notlar var yazıda. Bir Ali Ömer Akbulut yazısı okuyorsanız zihniniz sadece edebiyat ile sınırlı kalamaz. Kainata da kulak vermeniz gerekiyor.

“Âlemlerin dört bir yanında her varolan kendi sözünü söyleyip sesleniyor; işitebilen kulağa, görebilen göze ve keşfedebilen düşünceye. Ve bir olup bu “ortak lisanla” kuşlar şarkı söylüyor. Düzenlenmiş değil, bir plan yok. Sadece söylüyorlar. Her varolan bir kelime, her oluş bir söz. Şiir, bu düzensiz ve plansız şekilde seslenende dilleşip sözlenerek onları doğru sırayla söylemek olabilir mi? Şiir gelir ve şair kelimeleri sıraya koyar. Doğru sıraya koyabilirse [bunu] anlar. Kelime kırıntılarının gerisindeki güneştir şiir ve insanın güzelim yüzünü aydınlatır. İnsanın aydınlık çehresi çocuk yüzlüdür. İnsan gösterince yüzünü; şiir çeker kendini geri.”

Recep Seyhan’ın Dilimize Katkıları

Ardında güzel öyküler, dostlar ve talebeler bırakarak 2023’te aramızdan ayrılmıştı Recep Seyhan. Zaman geçtikçe onun yokluğunu daha çok hissediyoruz. Melike S. Turan, Recep Seyhan’ın dilimize katkılarını öyküleri eşliğinde yazmış.

“Kendisinin de özellikle hikâyelerinde dil felsefesinden istifade etmiş olduğu aşikârdır. Dikkatli bir okuyucu bunu Seyhan’ın her hikâyesinde fark edebilir. Seyhan’ın kendisi ise “insan”ı çok iyi tanımıştır. İnsanın kendisini, yaşayışını, derdini, mutluluğunu anlatma gayretinde olmuştur. Bu insan, sadece bir grubun insanı değildir. Her yerden, her toplumdan insanı anlatarak aslında insanın hikâyesinin -nereden olursa olsun- bir olduğunu göstermiştir. Yani Seyhan’ın derdi insan olmuştur.”

“Seyhan’ın kullanmış olduğu yerel ifadelerin aslında eserde gelişigüzel dağıldığını söylemek, yazarın Türk diline sağlamış olduğu emeği yok saymak demektir. Yazar, bu kelimeleri kullanarak aslında toplumu yaşatmaya çalışmaktadır. Toplumun dilinin yok olması toplumun yok olmasıyla eş değerdir. Bunu engelleme çabasında olduğunu bildiğimiz yazar için bu kelimelerin Seyhan’ın eserlerinde bir amaca hizmet ettiğini, bu amacın da Türk milletinin yararına olduğunu ifade etmek gerekir.”

Projektörde Ahmet Kara Var

Projektör bölümünün bu sayıdaki konuğu Ahmet Kara. Lilima ve Her At İçin Bir Şarkı kitaplarına dair notları paylaşıyor Kara.

“Edebiyatın her türünü seviyorum. Öyküden de vazgeçmiş değilim. Bir şeye benzemese de gizli gizli şiir yazıyorum. Hepsini bir arada yürütmek şimdilik zor görünüyor. Ama roman kişilik yapıma daha uygun gibi. Bana öyle geliyor. Olayları derinlemesine işlemek için romana geçiş yaptım. Evet. Gerçekten anlatacak çok şeyim olduğunu düşünüyorum. Bunca yıllık birikimi nasıl tüketeceğim? Allah sağlıklı uzun bir ömür verirse yazarak tabii ki.”

“Yazmak da ekmek gibi çalışmayla, azimle, kendinden bir şeyler vermekle lezzetli oluyor. Pişirdiğiniz ekmeği hiç yiyememek, tadına bile bakamamak gibi yazı yazmak; lezzetli olup olmadığını ekmeği yiyenlerden öğreniyorsunuz çünkü. Ekmek, bir fakirin, bir yetimin kursağına girdiğinde anlamlı oluyor. Yazmak ise Filistinli şair Mahmud Derviş’in, “Şiir bir uçağı düşüremez ama pilotun kafasını karıştırabilir,” sözüne katılıyorum. Hatta bu sözün üzerine ekleme yapacak olursak, “Yazmak bir mazluma ümit, düşmana korku verebilir,” diyorum.”

Karabatak’ta Öyküler

Rüveyda Şener- Kumda Aslan Pençeleri

“İlanda yazan bu cümleler aklımı çelmişti bile. Hemen irtibat numarasını arayarak eğitime kaydoldum. Öğrendiklerimi uzun uzun anlatacak değilim ama bir “m” harfinin bombesi, “g” harfinin kuyruğu bile neler neler söylüyormuş meğer sizin hakkınızda. Lafı dolandırmadan Âdemoğlunu neşter altına yatırabilirdim artık. Ruhunuz kendini narkoza teslim etmiş hâlde önümde uzanıyordu. Boylu boyunca, derisinden sıyrılmış bir sürüngen gibi.”

Tûba Şirin Sancakdar – Başka Kedi Görmedim

“O gün iş yerinde sadece kendi işlerimi yapıp erkenden eve döndüm. Aklım, dün bana tükürükler saçarak hakaret eden tiyatrocudaydı. Evini biliyordum. Yapmam gerekeni yaptım. Evinde yüz tane kedisi olmadığına sevindim. Elimin yüzümün daha fazla çizilmemesi iyi oldu. Kadının koca cüssesi salona serilince üzerime atlayan birkaç kediyi de yanına serdim. Daha başka da kedi görmedim.”

Karabatak’tan Şiirler

nakşolan sensin çöl mührüyle zarflara
karın yolunu kesen kardan beyaz teniyle
çocukları her sabah pencereye götüren
sıcak avuçlarına bir dilim karlı ekmek

bin yıldan uzun gecesi yağmayan karın
söylemeyen dudakların buzdan korosu
Varşova’da Türk kıldığı Yahya Kemal’in
Kristal bir Ayyıldız seni öpecek
Ali Ural

Baktıkça tanımak kolay olacak bunu biliyorum
Akrebin örümceğin gürültüsünden korkması öyle
Topraktan vatan yaratılması öyle
Atların terledikçe atlayışları öyle
Zırhından çıkarılan bir şehidin sıcaklığı
Tatlı bir uyku serencamına bırakması
İşverenlerin işçiye muhtaçlığı öyle
Adem Yazıcı

Hüseynik’ten öte kaç yüz adım var
Kaleden iniş, Ulukent’te varış mı?
Hüseynik yok ise ne var geride
Kurşunlu’da sala, dilde adım var
Yoldan geldim, unutmayın beni de
Hüseyin Akın

Yollar dağlardı biliyorum henüz Erciyes’i görmemiştim
Hasan Dağı’na bakıp bakıp ağlıyordum
Ne olacaktı evet bu bilinmezlik yurtsuzluk tek başına kalmışlık
Babamın beli bükülmüştü, tutamıyordu elimden
Kendince çareler buluyordu, oğlum eşyaları al getir
Sana da yeter evim bana da diyordu
Ahan da araba sen kullan ben ne yapacağım bu yaştan sonra
O arada sat dükkânı ve kendine ev al
Ev olmayan Maraş’ın içinde, katile, canavara, yamyama dönüşen insanlar içinde
Maraş’taki insanların tek gündemiydi ev
Ömer Yalçınova

hâlbuki böyle anlaşmamıştık biliyorsun
her yanıma sinmiş bu sesleri ne yapmalı
solmuş çehreme vuran o renkleri
nereye sığdırmalı nasıl kurtulmalı
durup dururken açılan ağızları o manaları
yeşillenmiş bağı bahçeyi akan suları
bir tohumla ürperen toprağı kış sersemi
söyle nasıl söyle nasıl onca
Yunus Emre Altuntaş

şaşırmak hakkı olanların
bomboştur hesap defterleri
öğrenemezler çünkü
kirli temennayı üstlerine
akıllı nasihati astlarına
kâr payı gözüyle bakmayı
bu yüzden daima şaşırırlar
şaşırmak masumların sevabıdır
Mehmet Narlı

İçinde kemikleşen sokaklar
Batıyor derin bir nefes alınca
Arada bir tortu gibi yılların izi
Bahçesiz evler kadar sıkılgan

Ağlamak diyor ihtiyar yolcu
İyi gelir mutsuzken gökyüzüne
Küflü derisinden utanıyor vapur
Peltek bir yağmur güvertede
Ninni söyleyen dalgalara ağlıyor
Ercan İriş

dil ipiyle bağladım hayretin kollarını
görünmezin ışık sızdıran ağzını
duvar diplerine süpürdüm arzularımı kılcal damarlarımı
aklımı terkime almak için kalbimi yunmam gerek
eyerimde kelamım ruhumda sükûtum
burnumda yakıcı enfiye: sisli bir kavis dünya kokusu
örselendim ama umarsız değilim hem çizgim aynı
ölümle dirim deryadil otururlar mecaz katında
acı da sevinç gibi ana dilin aşk şubesine kayıtlı
nerede duysam tanırım inancı kağşamış sesini
Vahdettin Oktay Beyazlı

Derisini hayvanın yüzer gibi
Bir gün daha sıyrılabilir geceden
Tıpta yeri olmasa da şifa dağıtabilir doğu şiiri
Bilir bunu yalnızca;
Sessizliğin, çığlığın bariyerini aşabileceğini bilenler
Hadi meleğim ölmeden önce okula git

Bugün kıyamet kopacak
Uyanın buralar sevinç dolu mezarlarınız olacak
Hadi meleğim büyümeden önce öl
Rukiye Gülbay Kollu

Ay Vakti, Sayı:214

Yeni Versiyon İnsan(lık)! yahut “Kalabalık Yalnızlık” diyerek giriş yaptı 214. sayısına Ay Vakti dergisi. Birçok dergi kalabalık yalnızlık konusunu işlemiş. 2014’ün kelimesi seçilse de kalabalık yalnızlık, aslında bu yalnızlık büyüyerek devam edecek. Çünkü birliğimizi her gün biraz daha kaybediyoruz ve yalnızlığımız artarak çoğalıyor.

Derginin Giriş yazısından…

Yeni versiyon insan, dijital çobanın gizli ve kalabalık gücüdür. “Biz” zamirinden “bencil ben”i; “ben”den de “kalabalık yalnızlıkları” meydana getiren bu sistem, sonsuz insan kaynağına sahiptir. Anlık selleri veya tsunamileri harekete geçiren bu güç, aynı zamanda hâkimiyetin mutlak sahibi olduğunu sanır. Yine aynı egemen güç, evvela kutsalları yok sayarak mahremiyeti; toplumu yalnızlaştırarak da saygı ve sevgiyi bitirir. Anonim ortamda “şeref” ve “haysiyeti” çağdaşı ilan ederek sorgulatmak, öncelikle hedeflerdendir. Mahremiyet ve haysiyetin olmadığı toplumlarda her şey “şüpheli”dir. “Vefa ve doğruluk” raf ömrünü tamamlamıştır artık. “Emin”lik, saflıktır; aslolan uyanıklıktır! Yeni versiyon insan(lık)’ta her şey mübahtır!

Denge

Her şeyin bir dengesi var. Dünya bir denge üzerine kurulu. Ömer Eski dengeden bahsediyor yazısında. Dengenin insanlık halleri var yazıda.

“Etkileşimler evreni içinde dengeler sürekli değişebilir. Kontrol teknikleri ise değişen dengeleri aslına döndürmek için vardır. İnsan-insan, insan-çevre, insan-makine, insan teknoloji veya insan-medya etkileşimlerinde de denge ve dengesizlik hatta bozulma, çökme, çözülme, çürüme söz konusu olabilir. Terazinin bir kefesi göğe yükselirken bir kefesi yere vurabilir. Burada dengeden söz edilemez, bunun yerine değişimden, çözülmeden, başkalaşımdan, anormalden, biçim kaybından söz edilebilir. Denk getirmek deyimin bir aşka karşılığı biçime getirmek, punduna getirmek olarak kullanılır.”

“Daha Kaç Şehir Terkedilir Böyle?”

İsmail Bingöl, şehirlere dair yazmış. Geldiğimiz, kaldığımız ve terk ettiğimiz şehirler. Her şey insandan yana. Şehirler de..

“Sevdalarımızı şehirlere gömer gideriz… Terk ederiz biten sevdamızı o şehirde ve terk ederiz sevdası tükenen şehri biz de… Yeni bir zamanda ve yeni bir şehirde, yeni yüzlerle buluşmak üzere… Terk ettiğimiz her şehirden bir hüzün takılsa da peşimize… Kanatsa da, “uzak rüzgârlar”ın estiği zamanlarda kalanlar yüreğimizi… Çare kalmamıştır ve direnmenin anlamı yoktur biten sevdayı yaşatmak için… Ve yine uğraşmak manasızdır kendini bırakan, kendi kendini terk eden şehir için… Hüküm verilmiştir ve kırılmıştır gücümüz…”

Taş

Nalan Bülbüler, taşa dair yazmış. Kaldırımdaki taş, şeytana atılan taş ya da mezar taşı. Hayatımız taşlarla çevrili. Yontulan taşlar, kırılan taşlar… Bülbüler taşların kulağını çınlatıyor. Bir de Osman Sarı’dan Taş Gazeli var. Onu da ben ekleyeyim.

“İnsan, tavafta cennet taşını öper; Mina’da çakıl taşlarıyla şeytanı taşlar. Öpülen ve atılan taş, dengeye koyar insanı. Bu dengeyi koruması beklenir insandan, ömrünce. Ömrün içinde kıymet verdikleriyle ve uzak durduklarıyla…”

“Bir taş olsan nerede olmak isterdin? Gökyüzünde asılı olmak mı, yer altında gömülü olmak mı olurdu tercihin? Bir duvarı ayakta tutmak mı isterdin yoksa yükseklerde bir kaya mı olmak? Süleymaniye’de bir kesme taş olmak nasıl olurdu acaba?”

Kış Hâlleri

Kışa dair yazmış Adem Turan. Kışa, soğuğa, Gazze’ye, mazlumlara, kış sofrasına, kış yolcusuna dokunuşlar var yazıda.

“İsmail Haniyye, Yahya Sinvar, Gazze’deki soykırımı protesto için kendini yakan Aaron Bushnell, Ayşegül Ezgi Eygi hızla ve ama kanlar içinde geçiyorlar gözlerinin önünden. Doğu Türkistan’da insanlık dışı uygulamalarla zulüm ve işkence gören kardeşlerin, onlar da kanatıyor kalbini; Arakan’daki zulüm ve işkenceler de!”

“Derken, bir karınca peyda oluyor başının üzerinde; siz buna ister uçan karınca deyin, isterseniz kanatlı karınca, hiç fark etmez. Yardımına geldi çünkü kış yolcusunun; kurtaracak onu sözcüklerin dikeninden; ısıtacak kollarının arasında; diriltip canlandıracak; hayat verecek; yoldaşlık edecek türküler eşliğinde. Sadece tek bir sözcüğe dokun(a) mayacak uçan ya da kanatlı karınca; ölüm sözcüğüne.”

Ahval

Şeref Akbaba ahvalimizi anlatıyor. Kaybolan, savaşan, mücadele eden, her gün biraz daha birbirinden uzaklaşan hallerimiz…

“Beden ve ruhtan müteşekkil insanın, zaman zaman maruz kaldığı; bazen ruh ve bedenine zarar veren, bazen de üstesinden gelerek yeni başlangıç ve atılımlara vesile olan bir illettir maraz. Sadece bireyle alakalı biyolojik ve ruhsal bir sorun değil; toplum, sistem, ülke ve sosyal hayatın çeşitli evrelerinde zuhur eden bir haldir.”

“Birey ve toplum, maruz kaldıkları illeti önce teşhis etmeli, ardından tedaviye yönelmelidir. Her ikisi de bir bedendeki organlar gibi birbirine bağlıdır. Ümidini kaybetmeden, zaman zaman nükseden bu illetleri temizlemek; insan fıtratını koruyarak sağlıklı bir toplum oluşturmak, duyarlılık sahibi her bireyin ve toplumun asli görevlerinden biridir.”

Divan Şiirinde Matematik

İbrahim Eryiğit, şiirin matematiği üzerine düşünmeye ve yazmaya devam ediyor. Divan şiirinde matematik üzerine yazmış. Sayıların, geometrilerin, ölçünün şiirdeki karşılığına dair notlar var yazıda.

“Geometri ve estetik: Divan şairleri, doğanın ve evrenin geometrik düzenini yansıtan mazmunlar kullanarak, evrenin uyumunu ve güzelliğini dile getirirler. Bu, matematiksel bir bakış açısını da içinde barındırır.”

“Aşk ve matematik: Aşk konulu şiirlerde, matematiksel hesaplamalar veya oranlar sıkça kullanılır. Âşıkların hislerini hesaplamak, birbirlerine olan sevgilerini ölçmek gibi temalar, aşkı bir matematiksel denklem gibi ele alır.”

Ay Vakti’nden Öyküler

Necmettin Evci- Böyle mi Olmalıydı?

“Korku ve evhamlarınızın tıkadığı hayatlarınızla birlikte benim de dünyamı karanlığa sürüklediğiniz bu geri dönüşsüz noktada, artık isteseniz de sevgi büyütemeyeceğiniz için üzülüyor musunuz? Bilincimin usul usul açılan ilk aralığından zihnime dünyaya ait ilk emareler sızmaya başlayınca his, hayal ve düşünce arasında bile buna benzer şeyler geçirdim.”

“Yine sesler. Yine sert bir cismin çarpıp parçaladığı cam gibi kırık, kopuk çağrışımlar. Var yok arası bir gerçekliğin yansımaları arasında hayal mi kâbus mu olduğunu bilmediğim bulanık görüntülerle birlikte varlığım da dağılıyor sanki. Kelimeleri ses bütünlükleriyle bir algılayabilsem, nesnelere bir dokunabilsem çizgiyi geçeceğim. Tam derlenip toparlanacakken zihnim yine düğümleniyor, yine tıkanıyor, tökezliyor.”

Rüveyde Bera Pala-En Görkemli Karanfillerin Yolunu Gözlediği

“Önce avuçlarına aldı ıslak topraktan bir parça. Sonra okşadı bir süre, sevdi. Kimselere göstermeden, ürkerek yapıyordu bu işi. Saklanıyordu birilerinden. Korkusunu da gizleyemiyordu hani. Belli belirsiz bir gülümseme de yok değildi çehresinde. Sanki sayısızca sokağı arşınlamış; içinde zapt ettiği umut, buraya kadar sürüklemişti bedenini.”

“Kaçmak isteyen toprağı serbest bırakmıştı artık. Başta, üzerine bulanmış kızıllığın ve ıslaklığın neden olduğu şeyi merak etmişti fakat avuçlarına bulaştığı anda burnuna değen o demir kokusu, beklediğinden daha hızlı vermişti cevabını.”

Ay Vakti’nden Şiirler

Ayağa kalkarak dağlar üstünde
Güneşten koparıp altın sarısı
Ateş çiçeğinin yapraklarını
Sana bir tebessüm dolusu tarih
Selam mektupları gönderecektim

Bana üç kelime gönderdiğinde
Kendi karanlığında kaybolan
İlkinde el fenerleri
Ve yorgun bakışlarım
Sokak lâmbasının sonsuza kadar
Yanması için ağlayacaktı
Nurullah Genç

biliyorum ölmedi Hayber’in kapısını yerinden söküp kalkan yapan Zülfikâr
Sevgili’nin dünyaya veda ederken yüzünü döndüğü şehrin fatihi Hattaboğlu
bir miraç gecesi Beyt-i Makdise ayak basan Selahaddin Eyyubi ölmedi baba

dedim ya mezar dediğin bir kerpiç evdir baba ha toprağın üstünde ha altında
bizi öldürdüklerini sanıyorlar biz hiç ölmedik şuheda olduk yaşıyoruz baba
Selami Şimşek

Pirince düşen taştan sızınca günce kırık,
Halvet vadisine iniyor tüm inleyişin
Kurunmuş buyruğuna sarınık uyuyor
Şeyhi dergâhın postunda cim ile sin

Sarkar çatılardan ölüm eski bir dolunay
Heybesinden ışıldayınca hurûfî bir göçerin
Issıza aralanmış kapısında üleşirken yerini
Biçildi bin arşın yakasız gömleğin
Ali Yaşar Bolat

alabildiğine bağbozumu
gibiydi âh ellerin ki sesimde
bıçak gibi keskin
ve hırçın bir ceylan
iner gibi bir dereye
âh öğle vakti vadiyi tutuşun.

sen orda çalınamayan kapı
varılamayan menzil
bense burda bir yıkık gemi
ve bozulan zil.
Ferhat Öksüz

Rim’in gözleri zeytin yanağı yeşil elma
Umutla hayal kuran Gazze’nin dar sokaklarında
Kurulan tuzaklara inat umut doludur çocuklar
Çocuklar bahar kokulu masum yarınlar
Bilal Kemikli

Teferrüc’de Ali Ural Dosyası

Teferrüc dergisi 26. sayıda Ali Ural dosyası hazırladı. Ural, çıkardığı Karabatak dergisi ve yazarlık okulları ile edebiyat dünyamıza birçok yeni ismi kazandırıyor. Çalışmaları ve kitapları ile müstesna bir yere sahip olan Ali Ural Dosyası Ali Bal’ın editörlüğünde hazırlanmış. Ural’a dair dopdolu bir dosya dergi okurlarını bekliyor.

Ali Ural Dosyası’ndan

Mehmet Narlı – Ali Ural Deyince

“İlk şiiri Mevera dergisinde yayımlanan Ali Ural, Körün Parmak Uçları, Kuduz Aşısı, Gizli Buzlanma, Mara ve Öteki Şiirler, Kağıda Sarılı Rüzgar adlı şiir kitaplarıyla, deneme kitapları, Merdiven Sanat, Kitap Haber ve Karabatak gibi çıkardığı dergiler, kurduğu yayınevi ve yazarlık atölyeleri ile 2000’li yılların başından itibaren şiir, edebiyat ve kültür ortamlarında oldukça etkili bir yer edinmiştir.”

Bahtiyar Aslan – Ali Ural’ın En Uzun Şiiri: Mara

“Şiiri büyüten bir şey daha var; aslında söyleyeceklerim burada bitmiyor ama buna da işaret ederek, popüler bir yazının sınırlarını aşmadan yazıyı sonlandırmak istiyorum. Şiiri okurken zaman zaman bir insanın mı yoksa bir enstrümanın mı hikâyesini/şiirini okuduğumuzu ayırt edemiyoruz. Bunun bir sebebi, Mara’nın macerasının ebediyet arayışındaki bir insanın yolculuğuna benzemesi olabilir elbette. Ama bundan da öte şairin bir enstrümanı tek başına düşünmek yerine, onun üzerinden insanın kaderine eğilmeyi tercih etmesidir. Çello, sesi ya da bir unsuru sebebiyle birden bir kadına, bir insana, belki bir dervişe benzetilebiliyor. Şiir, böylece bir insanın arayışına da dönüşüyor.”

Sadık Yalsızuçanlar – Bir Kalbe Kulağını Dayamak

 Şair, denemeci, öykücü, çevirmen, hoca, eğitmen… Ali Ural, güzel gönüllü bir insan olduğu kadar bunlardır da. Zarif, saygılı, sevgili, başkasıyla daima diyalojik bir iletişime açık kişiliğiyle de temayüz etmiştir. Şiirinde, yazısında hem geleneğe bağlıdır hem de yaşadığı devrin diline âşinâdır. Onunla tanışmak, dostluk etmek, kendi ifadesiyle, “bir kalbe kulağını dayamaktır”, ama duyan bir kulakla. Çünkü onunkisi, bir tür “gece merdiveni”dir. Merdivenin ilk basamağında bize, “bir kalbi açmaktan daha tehlikeli olan”dan söz eder. “Bir kalbin çeperlerine dokunmaktan…” Ural’dan öğrendiğimiz şey, “yolculuğun şartı”nın, “yıkanmış bir kalp” olduğudur.

Yunus Emre Altuntaş – A. Ali Ural’ın Poetikası

“Ural’ın sır şeklinde beliren ilk mısraından itibaren şiirinin genişlediğini ve bilinç akışı yoluyla ilerlediğini fark edersiniz. Şiirlerin önemli kısmı bir “tema” etrafında örülen fakat ilerledikçe bahse konu temanın sınırlarını aşarak bilinmeyen menzillere ulaştığını görürüz. Şair için bir martının, denizin, ağacın, suyun, kırmızı bir bisikletin, yıldızın, aynanın, ejderhanın, kanayan bir dudağın, dağın, makasın, külün, buzun, ateşin bambaşka çağrışımları vardır.”

Mehmet Özger-Ali Ural’ın Denemeleri Üzerine

“Yazarın denemelerinde göze çarpan önemli bir nokta da modern insanın çıkmazlarını, dramını, trajedisini bir mesele olarak işleyip oradan erdemli bir insan ve toplum arayışını ortaya koymasıdır. Yazarın denemelerinde seçtiği örneklerin çoğu sınır kişilikler ve insan olmanın sınırlarını olmadık yerlerde arayan insanlardır. Oysa yazar, insan olmanın aslında daha kolay bir şey olduğunu ortaya koyar.”

Ali Ömer Akbulut- Güneşe Özgülenen Ayçiçeği Bakışlı Şair

“Ayçiçeği bakışlı şair, sadra şifa söz özgür insanın gönlüne insin için ilmek ilmek dokuyacak, söküp söküp örecek, yontacağı kayayı bulmak için bin taşı yardan uçuracaktır. Varlık açıklığında kör, özgür insana uzak yaban illerde esirken gaflet uykusundan ayılacak insan, ölmeden önce uyanacak, kayıptan önce gayba karışacak ve varlığın şen açıklığında insanlık teneffüsü başlayacaktır. Ay ışığı, yıldızların ve güneşin aydınlığını çehresine yansıtacak, şefkatli göğün altında Rahman’ın Nefesi’ni teneffüs başlayacaktır.”

Ahmet Karpınar – İnsanın Dinamikleri Yönünden “Raf Ömrü”

“Yaşadıklarından öte kendini robotlaştırıp bir makine haline dönüştürerek salt kalemiyle yaşayan kimliğini ve kalemini unutan bir yazardan söz edebilir miyiz? A. Ali Ural kendi kitaplığına, kendi açlığına götürüyor adeta. Açlık bu, bir köpeği öne sürerek bir parça kemik isteyebilir kızarmadan yüzü. Bir köpek maskesiyle koşabilir şehrin sokaklarında. Kimse tanımaz onu karanlıkta. Karanlıkta ölünmüyor çünkü. Ölüm her yerde. İvan İlyiç de ölmüş. Ölüm perdeyi sıyırıp da bir cenazenin yüzünde gülümseyince hayatın tadı tuzu kalmıyordu. Ölüyü ve ölümü hiç bu kadar yakından görmemişti benlik.”

Melike Yaylı – Anlamın Derın Kıyılarında: A. Ali Ural’ın Denemeleri

“Yazar, deneme eserlerinde ölümü; insanların sosyal sorunlara kayıtsız kalması, insanî değerlerin kaybedilmesi ve bencillik gibi meselelerle ilişkilendirerek sıklıkla işler. Ahireti unutarak sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan insanlara, ölüm gerçeğini kimi zaman örtük kimi zaman da doğrudan hatırlatır.”

Hümeyra Yabar  – Öğretmenimin Tebeşiri

“Çırağı olmaya koşmuş bütün talebelerinin bir hikâyesi vardır onunla. Şöyle başlar cümleler: “Hayatımın en zor günüydü. Tramvaydan ağlayarak indim. Sonra kendimi edebiyat ocağının başında buldum.” Ustamızın rahlesidir bizi etrafında toplayan. Üzerinde kâğıttan uçaklar havalanır. Yükü kelimelerden. Gemiler, karadan değil bu rahleden ilerleyerek yanaşır Ayasofya’nın avlusuna. Yelkenlerinde hocamın mısraları. Trenler bu rahleyi dolanarak aşar dağları. Vagonlarında edebiyat neferleri. Her talebenin bir hikâyesi olduğu gibi bir de vazifesi vardır.”

Ali Ural için Ne Dediler?

Ali Bal

“Her çağın bir ruhu, dili, üslubu ve zihniyeti olduğu bilinir. Ali Ural, günümüzün her şeyi çabucak tükettiği, unutturduğu şartları içerisinde devrin ruhunu keşfederek eserler ortaya koymuştur. O, eserleriyle var olan ve takipçileri olan bir sanatçıdır. Sanatçı diyorum çünkü Ali Ural; nesneye, tabiata, insana, canlı cansız tüm mevcudata apayrı bir nazarla bakıyor.”

Sıddık Ertaş

“Görmeyi bilen bir adam… Ama o, kalbiyle de görüyor. Bizim medeniyetimiz kalp medeniyetidir; kalbimizle sever, kalbimizle biliriz. Kurucu şairi Yunus olan bir şiirin müdavimleriyiz. Yunus ki saf kalpten müteşekkildir. Suyu da ateşi de rüzgârı da toprağı da içinde barındırır kalp dediğimiz.”

Kâmil Yeşil

“Ali Ural deyince aklıma birden fazla şahsiyet gelir. Ali Ural’dan okuduğum ilk kitap Posta Kutusundaki Mızıka olduğu için öncelikle ince duyarlıklarla örülmüş mektupların yazarı gelir. Ben Ali Ural’ ı Abdurrahman Ali olarak da Mavera’da okurdum. Fakat onun Ali Ural olduğunu bilmezdim. Yine Ali Ural İmam Şafii’den çevirdiği şiirler ile benim için iyi bir mütercimdir. Ali Ural edebiyat dünyasında örneği pek az görünen “yazar ve şair okulu”dur. Onun kadar yeni imza keşfetmiş ve edebiyata kazandırmış bir “öğretmen” yoktur.”

Hüseyin Yorulmaz

“Sözü Ali Ural’a getirmek istiyorum. Şule’nin bayrağını babasının bıraktığı yerden devam ettiriyor. Bugün yayınevinin bin’e yaklaşan kitaplarıyla, geçmiş yıllarda çıkan Merdiven, Kitap Haber ve halen çıkmakta olan Karabatak dergisiyle yayın dünyasında adından söz ettiren Ural’ın, karanlık dünyamızın aydınlanmasında yaktığı ateşin payı büyüktür. Bu girişimciliğinin yanında aynı zamanda şair, deneme yazarı ve hikâyeci olarak da iz bırakan bir yazardır. Çalışmalarıyla ilgili olarak eleştirmenler mutlaka çok şey söylemiş ve söylemeye devam edecektir.”

Ömer Lekesiz

“A.Ali Ural’ı şahsiyetiyle şahsen tanıyanların da çok iyi bilecekleri gibi, o mizacından kaynaklanan sessizliğini, sözü yani kendisine bahşedilen kelimeyi yükseltmeye adamıştır. Bu yanıyla şairliği ona hayat Veren’e şükrünün bir vesilesi ve buhayatın ihtiva ettiği hallerin samimi bir tabiridir.”

Yıldız Ramazanoğlu

“Ali Ural adanmış bir edebiyat emekçisi. Yazıyor, yayınlıyor ve gençlerin önünü açıyor. Daha ne olsun. Bir de Ay Tiradı var, en etkilendiğim kitaplarından. Peygamber’in Aynaları da öyle. Kendisi de Türkçenin aynalarından.”

Cihan Aktaş

“Ali Ural edebiyatın birkaç dalında eser veren velut bir yazar. Şiir, öykü, deneme türünde kitaplar yazıyor ve yanı sıra Karabatak dergisini çıkarıyor. Bununla kalmıyor, yıllardır yazarlık atölyesi yönetiyor. 2010’larda öykü türünün gösterdiği yükselişte payı büyük. Çeşitli panellerde bir araya geldiğim birçok yazardan, temel eğitimini Ali Ural atölyesinde aldığını duydum. Üstelik, yetenekli ve dar bir dünyaya hapsedilmiş pek çok kadının da bu atölyelerde bir cesaret kazanarak kitap yayımlayacak ölçüde öyküsünü geliştirdiğini fark ediyorum.”

Zihinsel Güvenlik ve İçsel Sibernizm

Güvenlik sorunları yaşadığımız zamanlardayız. Hem de her anlamda. Hayrettin Taylan zihinsel güvenlik ve içsel sibernizm konusunu ele almış. İnsanın kendini savunduğu ve korumaya çalıştığı şifreleri vardır. Kurtuluş da insanın elinde. Kendini koruyarak tüm saldırılardan, ayakta kalabilir insan.

“İnsanın, zihinsel güvenlik sorunu, icatlar, yenilikler, değişimler getirmiştir. Zihin, odaklanmayı sever. Zihin alıştığı otomasyondan kopmak istemez. İnsan, zihni alışmaların otomasyonudur. Bu sistematik otomasyonu ortadan kaldıran her eylem zihinde güvensizlik yaratır. Sayısız, korku ve endişe duvarları öreriz.”

“Zihinsel güvenliği güçlendiren temel Dinamiklerin dimağında kalmalıyız. Din, medeniyet, kültür, gelenek gibi temel edimlerle bunları öncüleri zihinsel güvenliğimizi perçinler. Zihinsel güvenliğin en büyük merkezi dindir. Dünyanın en basit güvenliği dindir. Çünkü güçlü inanç bir güven veriyor. Zihinsel korkuları ortadan kaldırıyor. Kader, sabır, şükür, hamd, vicdan, merhamet, ahlâk, gibi kalbin zekâsını geliştiren ve zihni de güvenli kılan yüzlerce sosyal edim vardır. Bu sosyal ve psikolojik edimler ;içsel sibernizmi, zihinsel güvensizliği ortadan kaldırır.”

Mevlana ile Gönlün Sonsuz Derinliklerine Seyrüsefer

Ahmet Köseoğlu Mevlana üzerine yazmış. Mevlana’nın gönüllere dokunan sözleriyle kaleme almış yazısını Köseoğlu.

“Gönül, insanın ilahi olanla bağ kurduğu, hakikate en yakın yeridir. Bu yüzden gönlümüzü korumalı, onu incitmemeli, kin ve nefretle kirletmemeliyiz. Mevlana’nın sözleriyle, gönlümüzü toprağa tutmalı, ona sadakatle bağlı kalmalı, gözyaşlarıyla sulayıp kin ve nefretten arındırarak Allah’a layık bir hale getirmeliyiz. Gönül, bir aynadır; bu aynada Allah’ın nurunu yansıtmak, insanın en büyük arzusudur. Bu ayna ne kadar temiz olursa, ilahi ışık o kadar berrak yansır; gönlün safiyeti, insanın hakikati bulmasındaki en büyük araçtır.”

Teferrüc’den Öyküler

Muhammed Sinan Kökcü – Yaşamak

Fotoğraf kağıdını yiyip yutacak gibi içine içine sokularak konuştu genç.“Evlerin hep tek katlı oluşlarına takıldım ben. Bir de hiç bahçe duvarı yok, korunaksız evler. Ağaçlar desen tek tük ve ağaç demeye bin şahit lazım, hormonlanmış çalı desem daha doğru olur. Burdan bakıldığında devasa kirpilerin kubbemsi sırtlarını andırıyorlar.”

Tüm havayı içine çekiyor gibi, toprağın kokusunu derin derin çekti içine. Her nefeste içinde başkalaştırdığı göğü geri üflediğinde, gök daha da yere yaklaşıyordu. Başını gence çevirip usulca, esenlik veren bir tınıyla seslendi. “Ne oldu dedeme, bunca yıl sonra konuştu diye soruyorsun değil mi?”

İbrahim Gürel – Kış Uykusu

“Şarkı söylüyorlar. Daha önceleri duymadığım bir tını sanki bu. Mavi sayfaya yazılmış notalara bakıyorum. Arada bir es veriyorlar, zaman soluklanıyor. Güneş sol anahtarı şimdi. Ne kadar kilitli kapısı varsa açılacak mazinin. Başım dönüyor, sarhoş değilim ama gittikçe bir hoş oluyorum. Çöktüğüm şu çayırlık bile kendinden geçmiş, yamaç aşağı sallanıp duruyorlar. Rüyada gibiyim. Buraya gelmekle ne iyi etmişim.”

“Ah çocukluğum! Aklıma o masum zamanlarım geldi. Kuşların sesleriyle maziye bedava bilet bulmuş gibi seviniyorum. Ben de uçacağım az sonra. Gözlerimi kapatıyorum. Mahallemiz aşağıdaki şirin köyden farksızdı. Arka sokağımızdaki eski mezarlık sabahları ılık bir yelle bir olup mahallemize doğru bir şeyler fısıldardı. Ölüm sessizlik içinde boğulurdu da kimsenin ruhu duymazdı.”

Özden Balcı- Sehpanın Yükü

“Her teneffüs üçüncü kattaki sınıftan bahçe nöbetine in çık, kendi sınıfının dertleri yetmezmiş gibi nöbet bölgesindeki öğrencilerin şikâyetleri ile ilgilen, ders zili çaldığında sağa sola koşturan yumurcakları toplayıp sınıflara yolla. Derken, sabahtan beri fırfır dönmekten yorgun düşen ayaklarımı sürüyerek okuldan çıktım. Eve doğru cadde boyu ağır-aheste gidiyorum. Uzaklaştıkça vıcır vıcır sesler azalırken bir taraftan da tanıdık tanımadık ne yapıyor diye gözüm Facebook’ta.”

“Şimdi Ali abi yıllarca verdiği emekleri, karısının el tarlalarında kazandığı gündelikleri, fabrikanın tozunu, tarlanın yakıcı güneşini, yoksulluğunu, eski püskü giysilerini de katarak bir sürü soruyu üst üste yığmıştır üzerine. Sonra Ali abinin tuğla fabrikasında kemikleşmiş yüzü, incelmiş vücudu, taşlaşmış nasırlı elleri geliyor aklıma. Sehpanın çatırdayan ayaklarının dört bir yana dağılan sesi, paramparça görüntüsü eşliğinde kulağımı tırmalarken daha da hızlanıyorum.”

Teferrrüc’den Şiirler

Ya bir çocuk doğarken ya açarken bir çiçek
Ya ıtırlar büyürken karşı göl kıyısında
Yarpuzlar baharlarda koytağı doldururken
Tam da yeri gelmişken şehrazat masalının
İnsan birden gider mi böyle durup dururken
Gitmenin de bir vakti olmalıydı sevgili
Zamansız doymalıydı insan sevdiklerine

Dillerinden düşecek kem söz olmamalıydı
Gözlerin almalıydı beni kıyılarına
Yahut beni yanında götürseydin giderken
Endülüs ülkesinin Elhamra Sarayına
Gitmenin de bir vakti olmalıydı sevgili
Süreyya Aydın

Karanlığın gölgesi düşmüş leyla bakışına Kudüs’ün
Bir Selahaddin silüeti olmak isterdim bulutlarda
Bak ey Ömer, başsız ayaklar prangadır bende
Bana intizar etme Filistin için Ebu Ubeyde
Yıldızlar öpsün birazıcık başını eğ de
Mehmet Sertpolat

Seni çoğaltan iklimler niye
durup dururken sıyrılan
başıboş ceren gezmesi

Ellerin, en beyaz yanın
göğün dağınık siyahlığı

Kırılmış kırk sebeple, seni
nasıl anlatmalı, sevgili?
Mustafa Işık

yalnızlığa yuva yaptı yarasa

baykuşlar ötüşüyle sessizliği övdü
çakmak taşları da öpüşüyle söyledi ateşli türkü

eşik kitabına merdivenden indi ayrılık adlı öykü
Kazım Gök

Ne kadar küçük olduklarını gördüm
İsimleri büyük harflerle yazılan kravatlı kenelerin
Gelmedi mi artık çekip gitme zamanları yurdumuzdan
Gel salıncak kuralım kalbine çocukların
Ateşe verilmiş bahçelerimizden taze zeytin toplayalım
Yeniden çizelim kuş resimlerini
Bizi saran ölümün içinden
Nasıl uçtuklarını hatırlasın diye babalar
Bir de yurt resmi çizelim
Her gün biraz daha özgürleşen
Üzerinde güneşin hiç batmadığı
Yer yüzü yâr yüzü oluncaya kadar
Behçet Gülenay

Gökyüzünün habercisi geldi,
İki dağın yakasına yapışan kalbimin titrek yerine.
İmgeleri işiten bir tek sen değilsin
Tanrının dengesine kapılan,
Yürürken yalpalanan bir tek sen değilsin.
Kuşları hayallerinden alıp kâbusların koynuna koyan sen değilsin.
Dört nala koşan yıldızların yüzünden inen beyazlık
Dursun öfkeli yanımda
Gelsin aynaların karanlığına sırıtan karmaşık talan.
Osman Çakan

Ne çok mevsim geçti o yazdan uzak saçlarından
Günün mor kurşun penceresinde dağılmış güzelliğinden
Büyürken sırtımdaki kambur az kalsın iman ediyordum
Öfke yayını çekip fırlatırken hayatın rutubetli tarafına
Daha fazla anlatmak istiyorum hemen şimdi
Daha mühim sorular varken yeryüzünde
Hatırla ve uzatmadan beni anla çok kullanılan bir eşya gibi
Anlam veremedim boş bakır atların bir duvarı süslemesine
Bileklerimde belirirken güllerden yadigâr derinliğin silüeti
İtibar kaybeden dünyada sen hala güzelsin
Güzelliğin ki geceye rahmet gibi aynalara yazgılıdır bilirsin
Burhan Tuz

Çok soğuk dünyanın kalbi
İçinde Gazze, içinde Halep, içinde Evren’sel değerler
Sarı buğday toprağın teninde tedirgin
Tarafsızlığın asimetrik kabahati yüzümüzde yakışıksız
Ağrılı şiirlerde yaşayan
İstatistik konusu çocuklar
Ah ne çoklar
Cihat Barış

Dörtnala giden bir at gibi
geçmedim geçmişten
banklarda saatlerce kendimsiz oturdum
yalnızlıktan yılmış sokak lambalarıyla
bakıştım durdum
acılarımı doyasıya yaşadım ben
Habib Erdem

Köşe Taşı dergisi. Yıl:1 Sayı:1

2025 yılı yeni dergilerle başladı. Kim ne derse desin yeni dergilerimiz çıkmaya devam ettiği müddetçe güzel şeyler düşünmek için sebebimiz var diyeceğiz. Çünkü yeni bir dergi umut ve heyecan demektir. İçimizdeki dumanların savrulması için en çok da umuda ve heyecana ihtiyacımız var. Yeni ve güzel haber Kastamonu’dan geldi. Köşe Taşı dergisi Hamdi Nalbant’ın genel yayın yönetmenliğinde, Ali Emre’nin yayın danışmanlığında ve Elif Kübra Bıçakcı’nın editörlüğünde yıl:1 Sayı: 1 diyerek mevsimler tadında çıkmaya başladı.

Şehir dergileri edebiyat dünyamız adına çok önemli bir görevi üstleniyor. Çıktığı şehrin havasını, sesini, soluğunu Türkiye gündemine taşıyor. Köşe Taşı tam da böyle bir edada çıktı. Türkiye genelinde tanınan isimlerin yanında Kastamonu’ya dair yazı ve isimlerle şehrin sesi olacak bir çalışma. Hamdi Nalbant zaten dergi dünyasının içinden bir isim olduğu için ilk sayıda bu etki kendini hissettiriyor. Ben, Köşe Taşı’na çıktıkları bu yolda nice güzel ve kalplere dokunan sayılara ulaşmalarını diliyorum.

Alaeddin Özdenören’in Melâli

Dergiden yapacağım ilk paylaşım Sadık Yalsızuçanlar’ın Alaeddin Özdenören üzerine kaleme aldığı yazıdan olacak. Yedi Güzel Adam’dan bir güzel adamdı Özdenören. Onu tanımlamak için kullanılacak en öz ifade “hüzün şairi” olabilir. Yaşadığı acıları omzuna ve şiirlerine yüklemiş bir şairdi o. Yalsızuçanlar da şairin melâlini yazmış. Şiirlerinden ve yaşadıklarından hareketle şairdeki melâle şahit oluyoruz bir kez daha.

“Alaeddin Özdenören’in şiirini okumağa başlayınca sanki gaipten hüzün kuşları gelip yüreğinize konmağa başlar. O’nun şiirinin fazlasıyla lirik bulunması yanıltıcı değildir. Belki de onu lirik bulmamız, şiirinde tüten melâlle ilgilidir.”

“Alaeddin Özdenören’i yalnızlık, ölüm, hüzün/melâl şairi olarak nitelemek yanlış olmaz. O, şiirimizdeki lirik damarın en nitelikli adreslerindendir. Aydoğan’ın tabiriyle bir “yalnızlık mahşeri”dir. Faruk Uysal’ın ifadesiyle, “nesneden kopuk ama öznede olup bitenle yetinen”dir. Melâldir, hüzündür ama daima sonu umuttur.”

Gazze’nin Ruhu

Gazze denince aklımıza gelen isimlerdendir Süleyman Ceran. Özü, sözü, yüreği hep mazlum coğrafyalardan yanadır Ceran’ın. Köşe Taşı için de Gazze’nin ruhunu yazmış.

“Aksâ Tufânı’ndan sonra, Gazze direnişi bir okula dönüştü, insanlığı sıralara oturttu ve ders vermeye başladı. Kimi zaman sınıfa Ebu Ubeyde girdi hoca olarak kimi zaman Yahya Sinvar. Halid Nebhan da derslerde bulundu, ismini hiç bilmediğimiz/hiç bilemeyeceğimiz anneler ve çocuklar da. Önyargısız Gazze’yi izleyen gayri müslimler, fevç fevç İslâm dairesine girmeye başladı. Soykırımın ve hidayetin orta yerinde Halid Nebhan, bozulmamış fıtratıyla rol model olmaya devam etti.”

Şiir İçin Beşibiryerde

Ali Emre beş vakit şiiri kuşandığımız bir yazı ile şiire vakitlerin bereketinden bakarak kulak veriyoruz. Yazının başında şiire dair esaslı dokunuşlar yapıyor Emre. “İrtifâ kaybı yaşadığı durumlarda bile hünerli binicilere işmar ederek toparlanıp yekinir.” diyerek şiirin daima diri olduğuna dikkat çekiyor. Doğrudur. Durum ne olursa olsun daima iyi şiir vardır hayatımızda. Şiirin ölmesi, bitmesi gibi bir handikabın düşünülmesi bile abestir. Hayat devam ediyorsa şiir de yaşıyor demektir. İyiyi kötüden ayırt etmek de iyi okuyucunun hüneridir.

Bir de kendi rahatsız olduğum bir konuya da tam yeridir diyerek değineyim. “Şiir öldü, günümüzde şiir yok…” diyerek ahkâm kesenlere bakıyoruz, dergilerde boy boy şiir yayınlamaya devam ediyorlar. Şiir öldü de sizin şiir mi sağ kaldı sadece demek gerek böylelerine. Öldüyse şiir sen de yazma da daha fazla mezarlığa dönmesin edebiyat dünyamız be hey şair diyelim bu şairlere.

“Sabahtır. Vaktin beşiği cibinliğini yırtar, günün eşiği kısmet kırbasını tartar. Yeryüzü konukluğumuzda, zihnin yarı uykulu ve alacakaranlık mağaraları içinde düş ve imgelem gıdım gıdım yol alır. Öz, kendi tasına hımbıllık ve haytalık bulaştırmış; söz, kabından taşarak atalet ve aylaklığın cinlerine uğramıştır.”

“Öğle vaktidir. Şimdi bir yerlerde, çalışmaktan yorulmuş biri, başını yaslayıp rahatlayabileceği, iki satır uyuyabileceği bir anne kucağı, bir huzur duldası, bir muhabbet oymağı aramaktadır.”

“Akşam, günün çabucak esvap değiştiren ve koşup herkesin kulağına bir şeyler fısıldayan en haşarı, en kısa ömürlü çocuğudur.”

Kâtip Çelebi’nin Halep’i

Halep ne yana düşer dendiğinde artık gönül rahatlığıyla “Bizden yana düşer.” diyebiliyoruz. Büyük zulümlerden sonra rahat bir nefes almaya başladı Halep şehri. Kader Öztürk, Kâtip Çelebi’nin Halep’ini anlatmış yazısında.

“İstanbul ve Bursa ile birlikte imparatorluğun en önemli ticaret merkezleri arasında gösterilen Halep; dokumacılık, küçükbaş hayvancılık, sabun ve altın ticareti bakımından hep ilk sıralarda yer almıştır.”

“Kâtip Çelebi, Bağdat Kuşatması’nda ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek Kâdızâde’nin derslerine devam etti.”

“Kısa bir süre kaldığı Halep, onun bu konuda gözlerini açmış, âdeta zihnini tutuşturmuş, seciyesine ve kabiliyetlerine uygun olan gerçek yolu göstermişti. Halep çarşıları, kitapçıların bulunduğu külliyeler, sahaf dükkânları bütün cömertliğiyle ona eşlik ediyordu.”

Kastamonu’dan Halep’e ve Şam’a

Şiirin mesafeleri aradan kaldıran bir sesi ve gücü var. Bir şiir nerede yazılırsa yazılsın gün gelir sesini tüm aleme duyurabilir. Hamdi Nalbant, Kastamonu’dan başlayıp Halep’e ve Şam’a kadar ulaşan bir şiir yolculuğunu anlatıyor yazısında. Giritli Hayrettin Bey’in yolculuğu, bu yolculuk esnasında vücuda getirdiği eseri ve bu eserden iki şiir yer alıyor yazıda.

“Kastamonu’dan yola çıkan bu Mevlevî birliğinde Giritli Hayreddin Bey de bulunmaktadır. Hayreddin Bey, yolculuk esnasında ve görev süresince manzum olarak Mısır Yolunda İlhâmât-ı Cihâd isimli eseri kaleme almıştır.”

“Son dönemde İlhâmât-ı Cihâd hakkında yapılan çalışmalarda, eserin müellifi Giritli Hayreddin el-Mevlevî hakkında bilgi bulunmadığı söylenmektedir. Ancak Aziz Demircioğlu’nun 100 Yıllık Kastamonu Basınında Kim Kimdir? isimli eserinde Hayreddin Bey hakkında malumat verilmektedir.”

“Her iki şiirde de yazıldıkları şehir halkı için yapılan methiyeler oldukça dikkat çekicidir. Halep halkı için yazılan şiir, Arap kavmine övgülerle başlamaktadır. Her bent, ehl-i Halep’i “hamiyyet erbâbının tâcı” diye niteleyen ve himmetinin, nam ve şanının bâkî kalması için ulvî bir sebep olduğunu ifade eden tekrar mısralarıyla sonlanmaktadır.”

Türk Romanında Anlatıcı ve Hakikat: Güvenilirlikten Manipülasyona

Elif Kübra Bıçakçı, çok özenli hazırlanmış bir yazı ile dergide yer alıyor. Sıradan bir Türk romanı yazısı kaleme almak yerine konuyu detaylandırarak romanda anlatıcı konusunu güvenilirlikten manipülasyona doğru yaşanan evrilme ile detaylandırmış. Yazıda ilk roman örneklerinden günümüze uzanan bir geniş yelpaze var.

“Türk romanını, Tanzimat döneminde Batı’dan alınan formun yerel bir anlatı geleneğiyle birleştirilmesiyle başlar. Bu dönemde Ahmet Mithat Efendi gibi isimlerin eserlerinde anlatıcı, hikâyenin otoriter sesi olarak karşımıza çıkar.”

“Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm romanında anlatıcı, gerçek ile hayali iç içe geçirerek okuyucunun hakikat algısını altüst eder. Romanın büyülü gerçekçi anlatımı, anlatıcının güvenilirliği konusunda okuru sürekli şüpheye düşürür. Bu bağlamda Latife Tekin, yalnızca hikâyeyi değil, okuyucunun hikâyeyi anlamlandırma biçimini de manipüle eder.”

Köşe Taşı’ndan Öyküler

İsmail Karabıyıkoğlu – Kör Ali Usta

“Boyacızadelerin Ali Ustası, Kör Ali Usta oluvermişti. Atadan oğula geçen zanaatları, bedestene boya imal edip kumaş boyamaktı. İki oğlu bir kızı vardı. Oğulları bu mesleğe heves etmemiş, işin ticareti ile uğraşmaya başlamışlardı.”

“İpek bezi defalarca yıkadılar. Yıkadıkça rengi parladı, yazılar netleşti. Sultan annenin emri ile denkler tek tek açılıp Ali Usta’nın tarifi üzere yıkadılar. Kuruması için iç avluda adam boyu kazıkların üzerine uzatılmış sırıklara boydan boya serdiler.”

Yalçın Yalçınpınar – Gurbet Göze Kederdir

“Bu taşları bilirdin, bu ağaçları, bu merdivenleri. Bilmediğin yerler sana daha sıcak geldi. Her gün uyandığında gördüğün akasya ağacı, ağacın gölgesinde içtiğin sigara seni bunalttı. Oysa o akasya seni tanırdı, bahçedeki kayısı ağaçları seni tanırdı, bahçede uyuklayan tekir kedi seni tanırdı.”

“İşe gitmeyince işinden de kovuldun, sahilde kendi başına kaldın. Köyündeki kızları düşündün; hiçbiri çekip gitmezdi, gidemezdi. Onları sevmek, sana zor gelmişti; öğretmene verdiğin sözü tutmak gibi. Sonra yeni işlere girdin.”

“Bu taşları biliyorsun, bu ağaçları, bu merdivenleri. Bilmediğin yerler sıcak değilmiş. Köy minibüsünden inince okulun bahçesine girdin, bahçede derin sessizliği gördün. Ağaçları tanıdın.”

Köşe Taşı’ndan Şiirler

Dahası var çalım satma Eğri Ahmet dahası
İskilip göğünde kargış Dipsiz Gölü’nde kar kış
Arş titriyor sanma ki bu koç katım fırtınası
Zaptiyeler şimdi iner eteğinden dağların
Sen değilsin doğruluktan bir tek sınıfta kalmış

Sana gitme derler gece gece yollarda it var
Benim korkum alın terim senin babadan miras
Hem adı mazluma çıkmış bin yaralı şahit var
Seni de boğar bu korku beni boğduğu gibi
Kâh Şakir’sin kâh şaki hey! peltek dilde itiraz.
Hüseyin Akın

Almışım ilk nefesi,
Bir Sinop yaylasında;
‘Dışarda’ kuzu sesi.
Sonra onlarla olduk,
Yazlar boyu arkadaş;
Birlikte hayal kurduk.

Bir dere ince, uzun;
Akardık beraberce,
Kuruyana dek güzün.
Meftun Dallı

Sen öyle uzak gittin ufuklar kadar sessiz
benimse savaşacak hiç mecalim kalmadı
içimde bir tespih var günleri çekip duran
bir yağmur yağsa da ah dindirse dünyaları
Mustafa Köneçoğlu

Ben derdime Eyyûb gibi dermânımı buldum
Ya‘kûb gibi vuslat ile pinhânımı buldum

Geçtim nice bir hâl ile zulmetler içinden
Erdim güne Mûsâ gibi mihmânımı buldum
Yunus Emre Gevgeşoğlu

Şehir ve Kültür, Sayı:125

Şehir ve Kültür dergisi yine tarihe not düşen bir kapak ile selamladı okurlarını. Kahire El Ezher Camii var derginin kapağında. Ümit Meriç’in “Dünyada Sabah Ezanı” devam ediyor.

“Günün ikinci ezanı;
Japonya’dan, Tokyo’dan
Kubbesi, minaresi
Her şeyi var amma
Sabah ezanı yok
Tokyo Müslümanları’nın.
Japonlar, o kadife ruhlu kullar
Daha bilmiyor, uykudan
Hayırlı olduğunu
Sabah namazının,
Mışıl mışıl uyuyorlar.”
“İstanbul’da sabah ezanı,
Bir tepeden bin tepeye
Bir şehirden bin şehire
Bir kıtadan bin kıtaya
Salatı ve felâhı haber veriyor”

Odaları Kaybettik!

Her türlü değerimiz ağır yaralar alarak kayboluyor. Bazılarının farkına bile varamıyoruz. Önemsiz gibi görünen o kadar parçamız var ki. Muhsin İlyas Subaşı, odalardan bahsediyor yazısında. Kaybettiğimiz odalardan… Canlı kültürün yurdu olan, bir eğitim yuvası gibi çalışan köy odaları maalesef artık hayatımızda yok. Onun yerini sanal sohbetler aldı.

“Bizim neslin beslendiği ana kaynakların başında, öyle sanıyorum ki “köy odaları” gelir. Güz aylarında başlayıp uzun kış gecelerinde, köyün ya da mahallenin eğrin insanları bir araya gelir sohbet ederlerdi. Bu sohbetlerin besleyicisi ise, ‘Siyret’ adını verdiğimiz kahramanlık hikâyelerinden oluşan, destanımsı anlatımlardı. “Halk İrfanın” açık öğretim okulları gibiydi buralar. “Kesikbaş” hikâyesini, “Kan Kalesi” cengini, “Hayber Savaşı”nı, “Kerbela Vakası”nı, “Kerem ile Aslı”yı, “Leyla ile Mecnun”u “Köroğlu” kıssasını buralarda dinleyerek öğrenmiştik.”

“Şehirler aslında ortak duyarlılık alanlarının eğitim alanları olmalıydı. Köyde kaybettiğini şehirde bulma idealini insanımıza veremediğimiz için, yoz bir toplum, hatta kalitesiz bir sürü haline dönüştürüldük.”

İstanbul’un Kıraathaneleri

Mehmet Kamil Berse, İstanbul’un tarihine ses olmaya devam ediyor. Bu sayı İstanbul’un kıraathanelerini yazmış Berse.

“Şehzadebaşı ve Direklerarası parlamadan önceleri İstanbul’un en civcivli yeri Aksaray ve Yeşil tulumba meydanıdır. (Aksaray şimdilerdede böyle değil mi?) Yeşil Tulumba, Koskadan Aksaray’a inerken Laleli Camiini epey geçince sağda küçük bir meydancıktır. Bu küçük meydanda yeşil boyalı ağaç tulumbalı bir kuyu vardır… Anlatılanlara göre Yeşil tulumbada kahvehaneler fıkır fıkır kaynar.

“Direklerarası denilen eğlence mekanları ve kahveler,Kalenderhane camii önünden başlar, Şehzadebaşının onaltı mart şehitleri caddesi ile Dede Efendi caddesinin kavşak noktaları arasında kalan parçadır burası… Kalenderhane cami karşısında yeniçeriler eski kışlası var idi.”

Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultanisi

Menekşe Özkaya Tutum, tarih sayfalarından okulları tanıtmaya devam ediyor. Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultanisini tanıyoruz bu sayı. Okulun yapılışı, geçirdiği onarımlar, önemi gibi birçok konu işleniyor yazıda.

“Üsküdar’ın hatta Boğazın en güzel, en huzurlu tepelerinden biri olan Kandilli üzerinde yer alan Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultânîsi’nin (1916) kuruluş günlerine bir cevelân edecek olursak, buranın önceden Sultan II. Mahmud’un kızı Adile Sultan’a ait bir saray olduğunu görürüz.”

“Okul, Haziran 2008’de başlayan çalışma ile deprem güçlendirilmesine alınmış ve bu çalışma Aralık 2008’de tamamlanmıştır. Güçlendirme çalışmasıyla okula yeni derslikler kazandırılmış, kurum daha modern bir yapıya kavuşmuştur.

Okul: 1916 – Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultânîsi, 1924 – Kandilli Kız Orta Mektebi, 1931 – Kandilli Kız Lisesi, 2008 – Kandilli Kız Anadolu Lisesi, 2019 – Kandilli Kız Lisesi isimlerini almıştır.”

Bir Geceye Bir Ömür Verilen Semt: Kanlıca

Mehmet Mazak, Kanlıca’yı anlatıyor bu sayı. Yahya Kemal’den başlayıp Kanlıca’nın kaldırımlarına, yoğurduna kadar uzanan, tarihten günümüze Kanlıca var yazıda.

“Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!” şiiri ile ilgili edebiyat ve sanat çevresinde bir anket yapsak büyük bir oranda Çamlıca tepesinden İstanbul’a bakarak ilham alındığını duyabiliriz.”

“Kanlıca yalıları ve köşkleri ile de tarihsel bir kimlik kazanmış bir semtimizdir. Şeyhülislam Bahai Efendi Yalısı, İhtisap Ağası Kör Tahsin Efendi Yalısı, Hacı Raşit Bey Yalısı, Rukiye Sultan Yalısı, Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı, Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı ve Halil Ethem Paşa Yalısı semte kimlik ve değer katan konut mimarimizin abidevi örneklerindendir. Şimdi yerinde olmasa da Mihrabat Kasrı semtin temaşa zevkine erebileceğiniz bir mekanıdır.”

Kıztaşı Dokusu; Mahalle Kokusu, En Çok da Şehir Ve Kültür Dergisi

Hülya Günay ile Kıztaşı Mahallesi’ndeyiz. Oradan Şehir ver Kültür dergisine geçiyoruz. Bir mahallenin ruhuna dokunuyoruz hep birlikte.

“Şehir ve Kültür Dergisi’nin Kıztaşı’nda olması yönü ile de semt bizim kıymetlimizdir. Her ay yeni sayıya heyecanla kavuşunca, dergimizin kütüphanesinde akşam olduğunu genelde “Eve geliyor musun” telefonları ile anlar, dışarı çıkınca akşam olduğunu fark ederiz. Evin yolunu tutarken akşam vakti Kıztaşı Sütunu’nu incelemek, her defasında ayın farklı evrelerine şahitlik etmek müthiştir.”

Kastamonu

Şifanur Özçelik Şirin bu sayı Kastamonu’yu anlatıyor. Evliyaları, tarihi, kültürü, ilçeleri ile bir şehri adımlıyoruz. Şiir tadında…

“Evliyalar şehri olarak bilinen Şeyh Şaban-ı Veli Külliyesi ilk durağımız. Burada, Dergâh evleri, Camisi, Türbe kısmı, kütüphanesi, Asa Suyu ve Şadırvanı gördük. 3. Murad’ın hocası Suca Efendi tarafından yaptırılmıştır. Fatihalarımızı okuyup dualarımızı ettikten sonra ikinci durağımız olan kaleye doğru hareket ettik.”

“Kastamonu, tarihin ve doğanın kucaklaştığı bir kültür hazinesidir. Yeşil doğası insanın ruhunu dinlendirir. Sokaklarında gezerken, tarihin derinliklerinde yolculuk yaparsınız adeta açık hava müzesinde dolaşıyor gibi hissedersiniz.”

Nil’in Gölgesinde Kadim Kahire

Ahmet Köseoğlu, Kahire’yi anlatıyor. Piramitler, Mısır Müzesi, Mezar Evler ve daha fazlası var yazıda. Bir şehri tarihi tekrar yaşar gibi geziyoruz.

“Piramitlerin çevresinde yer alan Sfenks, firavun Kefren’in yüzünü taşıdığına inanılan devasa bir heykeldir. İnsan başlı ve aslan gövdeli bu heykel, antik Mısır’ın gücünü ve bilgeliğini sembolize eder diye anlatırlar. Sfenks’in zamanla aşınmış yüzü, binlerce yıllık tarihin ve doğanın etkilerini açıkça gösterir. Bu heykelin ayakları altında, Mısır mitolojisinin derin sırları ve eski dünyanın bilinmeyen hikayeleri saklıdır.”

“Kahire’nin gölgeli sokaklarında gezinirken, şehrin en ilginç ve bir o kadar da trajik yönlerinden biri olan mezar evler dikkat çeker. Şehrin doğusunda yer alan Kahire Mezarlığı, yüzbinlerce insanın mezar taşları arasında yaşadığı bir yerleşim alanıdır.”

Yâkûttan Binlerce Parıltı Sunar Akçakoca

Karadeniz’in nadide güzelliklerinden biridir Akçakoca. Deniz serinliğinde ve huzurunda Akçakoca’yı anlatıyor Leyla Yıldız.

“Falezler, balıkçılar, barınakların tekneleri, deniz fenerleri göğün kızılca kıyametinde varlık postundan soyunup siyah gülüşler dağıtan bir gölge olur, apansız. Neden sonra ufukta bir sağa bir sola yaylanan bir gemi belirir; Pusula Katamaran… Ön tarafında çılgın bir Ceneviz korsanı…”

“Güz gelince türlü türlü ağaçlar ışıklı meyvelerini sarkıtır duvarlardan. Elmaların, armutların, kirazların ve kestanelerin düşer yerlere mercan dalları. Kimi köylerde ceviz bahçelerinin lâhûtî huzuru sarar benliğinizi. Mısır, balkabağı, domates ekili bostanlar çıkar karşınıza bıkmadan.”

Kırk Kandil’in Yayıncısı Mustafa Özdamar

Mehmet Nuri Yardım portre yazılarına devam ediyor. Bu sayı Mustafa Özdamar’ı anlatıyor Yardım. Çalışmaları, kitapları, yayıncılığı gibi birçok yönden tanıyoruz Özdamar’ı.

“Mustafa Özdamar deyince akla öncelikle bin bir emekle kaleme aldığı biyografi kitapları gelir. Allah dostları, din büyükleri ve tasavvuf dünyası ulularının ele alındığı bu dizide, çok kıymetli büyüklerimiz hakkında muhtevası zengin biyografiler mevcut. Her ne kadar yayınevinin ilk hedefi ‘Kırk Kandil’ ise de bu maneviyat kandillerinin sayısı sınır tanımamış ve bugün bu sayı neredeyse iki katına çıkmış, 70’e ulaşmıştır.”

“Yazarımız, maneviyat dünyamızın âdeta deniz fenerleri diyebileceğimiz bu şahsiyetlerin hayatını yazarken kuru ilmî bilgilerden ziyade kalbe dokunan, ruha ulaşan, zihni dolduran malumatı aktarıyor. Akıcı ve sürükleyici üslubuyla eserlerini okutan Mustafa Özdamar, her öncü şahsiyetin özetle hayatından bahsettikten sonra asıl vazifesini, hizmetlerini ve çalışmalarını dile getiriyor.”

Türk Sanat Müziği Sanatçısı ve Koro Şefi Mehmet Güntekin ile Söyleşi

Hülya Günay, Türk Sanat Müziği Sanatçısı ve Koro Şefi Mehmet Güntekin ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Güntekin’in müzikle tanışması, yaptığı çalışmalar ve müziğe dair uzun soluklu bir söyleşi dergi okurlarını bekliyor.

“Evlerinde musikî meclisleri düzenleyenler üstadlara yetiştik, diyebilirim. Mesela benim yetiştiğim tarih itibariyle önemli musikîşinas Hoca Cahit Gözkân’ın Bağdat Caddesi civarında bir köşkü vardı. Yanılmıyorsam Çarşamba akşamları bir toplantı yapılırdı. Oraya Safiye Ayla, Semahat Özdenses, Atatürk’ün Riyâset-i Cumhur İncesaz Heyeti’nin son şefi Ferit Tan gelirdi.”

“Rahmetli kemani Osman Taşkıran, belediye elektrik idaresinde çalışan bir memurdu ama müthiş keman çalardı, çok geniş bir repertuvarı vardı, usta bir müzisyendi. İlk adımda onlar… Onları hayırla yâd ediyorum. Ama benim rahle-i tedrisine gerçek anlamda öğrencisi olduğum hoca olarak birinci sırada Süheyla Altmışdört hocaannem vardır, Allah selamet versin. Hemen yanıbaşında da Fatih Salgar.”

“Türk müziği bir sanat dalı olmasına rağmen, bir takım çevreler için kırmızı çizgiydi. İdeolojik bakıyorlar ve ‘irtica’, ’geriye gidiş’, ‘Cumhuriyet değerlerine karşı başkaldırı’ ve ‘Osmanlı’ya özlem’ gibi akıldışı yaftalamalara başlıyorlar. Ortam çok karışıyor yani… Sonuçta, bütün engelleme girişimlerine rağmen hem Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun, hem de Türk Musikîsi Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasına dair karar hükümetten çıkıyor. 15 Kasım 1975 tarihinde koronun kuruluşu, Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giriyor.”

Leylak Kokulu İstanbul

İstanbul’a en çok yakışan renk ve koku leylaktır desek yanlış olmaz. Leylak, duruşuyla bile ben İstanbul’um diyen bir çiçektir. Bilal Arıoğlu bu sayı bizi leylakların rengine ve kokusuna davet ediyor. “Leylaklar salkım salkım çiçekleri ile İstanbul bahçelerinin vazgeçilmezi idiler. Baharda başlar çiçeklenmeye, Yerini severse yapraktan çok çiçeklerini demet demet çıkarır. Cinsleri bile yerli idi. sultanisi, hindi, acemi ve mısır leylakları vardı. Leylaklar da bizim gibi hem Asyalı hem de Avrupalı bir çiçektir. Soğuğa ve kurağa karşı dayanıklı ve bakımı kolaydır. Ülkemizin her yerinde yetişebilir. Onlarca türü, sarı, beyaz, eflatun gibi farklı renkleri vardır. Odunsu ve ağaç şeklindedir. 3-4 metre boylanabilirler. Son yıllarda büyük saksılarda balkonlarda görülebilmektedir.”

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir