Muhit 63’te Yalnızlık Dosyası
Her gün biraz daha yalnızlaşan bir dünyanın tam da ortasında yaşıyoruz. Kalabalık yalnızlığımız bizi kuşatmış bir hâlde hayatımıza yön vermeye başladı. Yalnızız ve bu farkında olunmayan bir yıkımın ayak sesleri gibi büyümeye devam ediyor.
Muhit dergisi 63. sayısında yalnızlığı dosya olarak işliyor.
Yalnızlık dosyasından…
Erol Göka – Alışmamamız Gereken Bir Kavram: Solo Yaşam
“Nasıl insan ömrü uzama, boşanmalar artma; evlenme isteği, doğurganlık oranları düşme eğilimindeyse yalnız yaşama talebinin de artık bir yaşam stili olarak görülmesi giderek yükseliyor. Bu olgunun lehinde ve aleyhinde birçok söz söylenebilir. Beni ise daha ziyade, modern zamanlar boyunca değişik kılıklarda boy gösteren ama giderek şiddetlenen “aile karşıtlığı”yla bağlantısı ilgilendiriyor. Tek tek vakalar bağlamında ele alındığında farklılıklar görülebilir ama genel olarak bakıldığında “solo yaşam”ın “aile karşıtlığı”nın günümüzdeki tezahürlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Aile ve Aşk Üzerine kitabımda ayrıntılarıyla ele aldığım, “aile”nin insanın ontolojik bir gerçekliği olduğu şeklinde bir teze sahip olduğumdan bu duruma şiddetle itiraz ediyorum.”
Ahmet Edip Başaran -Yalnızlığın Sonsuz Sarmalı
“Yalnızlık hakkındaki düşüncelerimizle çelişen, bu sebeple de sanki bir paradoks gibi görünen bir olgu da var. Buna da değinmek isterim. Gündelik hayatta da sıklıkla kullandığımız bir deyiştir, bilirsiniz. Özel olarak görüşmek istediğimiz bir kişiye, konuşacağımız meselenin kişiye özgü mahremiyetine dair bir uyarı mahiyetinde “Yalnız kalabilir miyiz?” deriz. Bu yalnız’lık olgusu o iki kişinin kendilerine özgü yalınlıkları içinde bir meseleyi konuşabilmeleri, çözümleyebilmeleri için asgari düzeyde bir “anlaşma eşiği” sağlar. Velev ki bu yalnız kalma, dünya ahvaline dair bir dertleşme olsa bile bu böyledir.”
İbrahim Tenekeci – Yalnızlığa Övgü
“Arkadaşlık, dostluk, kardeşlik; bunların önemi elbette tartışılamaz. Fakat insanın kendini tamam etmesi ancak yalnız kalmasıyla mümkündür. Kalabalığın uğultusuna karşılık yalnızlığın sesi vardır. İçine dönen, orada benliğini bulur. Duymadığını duymaya başlar. Rabbine yakınlaşır. Allah dostlarının vardığı yer de burasıdır.”
Harun Yakarer – Ben Ölünce Kim Üzülür
“Ben ölünce kim üzülecek? Bu soru bazen aklıma gelir. Aklı başında her insan gibi dünyanın geçici olduğunun bilincindeyim. Ölümle yaşamaya mecburken ondan kendimizi ne kadar uzakta hissedebiliriz ki? Her insanın istese de istemese de ve kendisi seçse de seçmese de yanında yöresindekilerle beraber yürüdüğü yolun sonunda bizi bekleyen hakikat bu. Tek başına yürümüyoruz gide gide vardığımız yerle anlam kazanan hayat adlı yolu ama yalnız kalabiliriz. Yalnızlığın ne anlama geldiğini düşününce aklıma bu yüzden asla tek başına kalmış bir insan gelmiyor. Ben ölünce kim üzülecek? Yalnız mıyım?”
Seyyid Ensar- Yuvaya Dönmek
“Yalnız kalırım korkusuyla kişinin kendini terk etmesi yalnızlıkların en acınası hâli olsa gerek. Yalnızlık, insanın kendi olmasının önündeki en büyük engeldir belki de. Ruh, bir başına olmayı taşıyamayacağından kabullenilmek adına benzemeyi seçer. Böylece kendi olmaktan çıkar, olması beklenen kişiye dönüşür. Kim olduğunu kendisi dahi anlayamadan ölür. Artık rol yapma mecburiyeti kalmadığında gömülür. Bir eşik vardır, orada insanın etrafındaki kimselerce aslında öyle biri olmadığı fark edildiğinde bu defa da göründüğü gibi olmadığı yahut olduğu gibi görünmediği için yalnız kalabilir.”
Adı Aşk
Muhsin Macit, aşka ve aşkın hallerine dair yazmış. Herkesin kendi aşkı vardır. Durum böyle olunca aşkın da sayısız tanımını yapmak mümkün. Yazı da aşkın şiirlere konu olan, şairlerin kalbine dokunan hallerini terennüm ediyoruz.
“Zamanla anladım ki ne kadar âşık varsa o kadar da aşk tanımı vardır. Çünkü aşkın belirtileri, yan etkileri her gönülde farklı tecelli eder. Onun için her âşık, kendi bireysel deneyimini aşkın en iyi tarifi, kendi gönül yangınını en dokunaklı aşk hikâyesi zanneder.”
“Eski şairlerin divanlarında aşkın bin bir türlü görünümünü anlatan beyitler vardır. Hatta sadece rediflerinde aşk sözcüğünün yer aldığı yek-ahenk gazeller bile bir divanı dolduracak kadardır. Divan şairlerinin gazellerinde, musammatlarında, rubailerinde benimsemiş göründükleri aşk anlayışına göre âşıklık durumunun çizgisel olarak varacağı menzil, Tanrı’nın varlığında kaybolmaktır.”
Ahmet Edip Başaran’a Mektup
İbrahim Tenekeci mektuplarına devam ediyor. Bu sayı Ahmet Edip Başaran için kaleme alınmış bir mektup var.
“Sevgili Kardeşim Edip, emsallerin arasında hem sanatın hem şahsiyetinle öne çıkan nadir isimlerden birisin. Bazı arkadaşlarımız, tanıdığımız insandan uzaklaştı. Sen temiz kaldın. Özünü korudun. Sözüne sadakat gösterdin. Kolay kazanca teslim olmadın. Emeği unutmadın. Kul hakkını gözettin. Dünyanın imkânları için dostlarına yanlış yapmadın. Konu sen olunca hayal kırıklığı denilen yere uğramıyorum. Artık her şiirini mektup niyetine okuyorum. Dergiye şiirin gelince “Kardeşim mektup göndermiş” diyorum.”
Kötülük
Karanlıktaki yankı, bembeyaz sayfadaki istilâcı kara nokta ve kendimizi ihmâl olarak tanımlıyor kötülüğü Muhammed Enes Kala.
“Kötülüğün kendisinden menkul bir varlığa sahip olmadığını, hayırdan ve iyilikten uzaklaştığımız oranda varlığa geldiğini fark edemeyiz. Dikkat, farkındalık ve şuur hâli onu uzaklaştırırken tersi onu var olmaya davet eder, insanlığa meydan okumak üzere tahrik eder. İbn Sînâ, Farabî ve Gazalî gibi filozoflarımız altını çizerler; kötülüğü varlığın eksikliği olarak görür, kötülüğün gerçek bir varlık olmadığını, yalnızca hayrın yokluğu olarak tezahür ettiğini düşünürler. Derin ve esaslı şekilde tefekkür etmek, vicdanı diri tutmak ve iyilik hâlini muhafaza etmeye gayret, kötülere ve kötülüklere karşı insani varoluşun temelini ayakta tutar.”
Bir Dualı Metin Olarak İstiklâl Marşı
12 Mart İstiklal Marşı’nın kabulünün yıldönümü. Bu yıl 104. yılını kutluyoruz marşımızın. Mustafa Özçelik, Mehmet Âkif’e dair en yoğun çalışmaları yürüten bir isim. Muhit’te de İstiklâl Marşı’na dair bir yazı kaleme almış.
“İstiklâl Marşı’nın bir dua metni olarak okunabilecek olmasının bir sebebi de her şeyden önce kalbi ve dili dualı olan şairin, bunları yazı ve şiirleriyle fiili duaya dönüştürmüş olmasıdır. Memleketin en zor zamanlarında şairin şiir yoluyla yaptığı bu dua, metindeki anlam haritasında öne çıkan istiklâl fikrinden ayrı düşünülemez. Zira istiklâl, dinî bir hayat sürmenin en temel şartıdır.”
Nâmık Kemal’in Kalemtıraşı
Nâmık Kemal’i genelde edebî çalışmaları ile tanırız. Onun özel hayatına dair çok fazla paylaşıma rastlanmaz dergilerde. Recep Demir, şairin farklı bir yönünü ele alıyor yazısında.
“Nâmık Kemal’in kırtasiye düşkünlüğünü bilen babası Mustafa Asım Bey, bir muziplik yapmak, onu kıskandırmak için torunu Ali Ekrem’e “Aşkî” damgalı bir kalemtıraş (kamış kalemleri yontarak ucunu açmak için kullanılan uzun saplı küçük bıçak) hediye eder. Nâmık Kemal çocukça bir kıskançlıkla kalemtıraşa el koymuş fakat kullanmaya cesaret edememiştir. Oğluna yaptığı açıklama ise şöyledir: “Senin malındır, büyükbaban müsaade etmedikçe ben onu kullanamam, ya kırılıverirse nereden bir başka Aşkî bulup da tazmin edeceğim.” Güç bela büyükbabadan izin alınarak sevindirilen Nâmık Kemal’in o çocuksu hâline tanık olmak isterdim.”
Dilara Ayşe Akdeniz ile Söyleşi
Nahide Nagehan Akyol’un sorularını cevaplamış Dilara Ayşe Akdeniz. Kusursuz Düşüş kitabına dair notlar paylaşıyor Akdeniz. Satır aralarında, yazma serüvenine de değiniler var.
“Herkesin dünyayla bir baş etme biçimi var. Burada olmanın ağırlığını seyreltmek için bir direniş geliştiriyoruz. Benim için çocukluğumdan beri bu direniş, kelimeler vasıtasıyla oldu. Kelimelerle ruhtaki var olma ağırlığını tahliye etmeye çalıştım. Çok uzun yıllar günlük tuttum. O anki benliğimden gelecekteki ben’e küçük notlar bıraktım.”
“Yaşam bir akordeon gibi. Düşmek ve kalkmak, doğmak ve ölmek, ilkbahar ve sonbahar, çürümek ve tekrar dirilmek üzerine kurulu tuhaf, mistik bir müzik barındırıyor.”
“Tüm güzel sanatlar, o dünyanın kapısından buraya sızan hoş bir rayiha gibi. Bu yüzden gözlerimiz doluyor, bu yüzden bir sanat eseri karşısında geçici de olsa bir tamamlanmışlık ve anlam duygusu hissediyoruz. Her göçmen gibi bir gün artık göç etmeyecek olmanın hayalini kuruyoruz. Ve sanat, bu ebedi karargâhtan fısıltılar getiriyor bize.”
Müslim Coşkun ile Söyleşi
Müslim Coşkun, ilk kitabı Herkes Gittikten Sonra’ya dair Mehmet Fatih Öz’ün sorularını cevaplamış. Benim de severek okuduğum bir kitaptı bu. Her cümlesinde gönlünüze dokunan bir samimiyeti hemen hissediyorsunuz.
“Yaşamım boyunca yaptığım işlerde, kurduğum ilişkilerde aklımın beni yönlendirmesine hiç müsaade etmedim. Kalbimle yol almaya gayret ettim. Kalbim ne diyorsa, neye rıza gösteriyorsa onda karar kıldım. Hayatı bu nedenle dışa dönük değil, hep içe dönük yaşadım, yaşıyorum.”
“Dünyanın gurbetinde bulunuyor, sürgün hayatı yaşıyoruz. Cennetten dünyaya gönderilişimiz, bu sürgünün başlangıcıdır. Gelişimiz ve gidişimiz bir yol üzeredir. Yolda olmak, dünyaya bağlanmamak, burada misafir olduğumuzu gösterir. Misafir tedirginliği içinde olmalıyız. Çünkü dünyadaki günlerimiz sayılıdır.”
Muhit’ten Öyküler
Abdullah Harmancı – Lastikçi
“Arabamın lastiği haftada bir kez iniyordu. Şişirtiyordum, yeniden iniyordu. İnik kullansam ne olur ki, deyip umurumda olmadan dolaşıyordum şehirde. Türk erkekleri bir garip. Sürücüler beni yolda durdurup lastiğimi işaret ediyorlardı. Trafiğin en tehlikeli akışında bile riske girerek bana sağ ön lastiğimin inik olduğunu işaret eden şoförler görüyordum. Toplumsal bir dayanışma yarışması var gibiydi. Onları başparmağımı havaya kaldırarak rahatlatıyordum. Bir oldu, iki oldu, Türk şoförleri beni yordu. Lastikçiye uğradım. Durumun vahametini o zaman anladım.”
Zeki Bulduk – Soğuklar Geldi
“Ellerim üşüdü. Sevgisizlikten değil! Havalar birden soğudu. Kar geliyor, dediler. Kim dedi? Bilmiyorum. Zaten herkes bir şeyler söylüyor. Ellerim üşüyor. Eller hakkında, üşümek hakkında, sevmek hakkında herkes bir şeyler söylüyor. Herkes bir şeyler söyleseler de dinlesek, diye kulak kesiliyor. Belki de bana öyle geliyor.”
“Bir soba, teneke bir soba, evlerinizdeki bir kalorifer peteği, dünyanın dört bir yanında yakılan doğalgaz sobaları, şehirleri, otelleri yakan ateş, günahkârları kavuran cehennem ateşi, “Beklemek, cehennem ateşinden yakıcıdır” diyen Arapların coğrafyasındaki sıcakların bir gramı gelip ölüme yatmış, buz kesmiş ellerime derman olmaz!”
Muhit’ten Şiirler
Kardan adam mahallenin güleç delisi, seveni çok
Acısı bilinsin istemiyor; bundan güleçliği
Yaklaşıp inatla bakacak olsan
Yüzü sanki kâğıttan, tepki vermiyor
Lapa lapa inen şiirleri
Kardan adam bildiğimiz dile çeviriyor
Kimse okumadan hepsi eriyor
Cevdet Karal
Amerika’nın rüyalarında
Hanımeli yoktur, kirlidir mavi
Biz yoğun bakımlarda
Bebekleri vicdanlara gömerken
Alicengiz oyunları oynayıp
Karanlığı öğretirler dünyaya
Ve mermilerin nasıl sekeceğini
Ruhların üzerinde
Nurullah Genç
Çıkınca bir gün bu taşın içinden
Yangınlar asırlarca sürecek
Provokasyonlar gözden düşecek
İmar planları, kalpazanlar ve algı oyunları
Görünürde her şey çok fiyakalı
Dört dil biliyor ve çok takipçili
Çürük bu bahçe, tüm günler
Çok eskiden iyi huyluydu fikirler
Yangın yok edinceye dek sürecek
Aynur Dilber
Ölüm dünyaya bakmasını beceremeyene daha çabuk gelir
Elimde kilden yazıtlar, sırtımda hançer, limon kolonyaları
Unutma sakın, unutursan kekeme uyandırırlar
İnce bardaklarla sırtını dağlarlar erken uyanırsan
Sana bakmasını becerenlere de dünya ağır gelir
Mehmet Tepe
Bir yaz büyücüsü olmuştu hâlbuki
gördüğünde, ilk gördüğünde aşkı
üst üste günbatımları çizmişti
kavganın tam ortasında
onu düşünmüştü de
bir yumruk yemişti hani
kalbini yitirdiği bir savaşta
bırakmıştı aklını da
Yunus Karadağ
Yolcu ben miyim ey aklım sen misin?
Yolcunun hakkı olmalı değil mi ama
Yol da belli olmalı yolcu da
Ne diyeyim peki ne olacak şimdi
Geçip gidecek olanın ardından aşk olsun
Açılsın kanatları içimizin diyorum.
Nurettin Durman
Yaşayan bilir kaç kere açılır yaşamın pencereleri
Kaç kere kapanır kozmik oda bir viyadükte ölen buzda
En yakın kasabada, heykeller ve gölgeler oynar
Hey yağmur hey kış hatırlat sulara
Dünde kaybolan günleri
Âdem Yazıcı
Yağmur yüzlü Gazze’de
ödevim sabırdır
sağanak sağanak sevinçtir
ve göğe aşina güvercin
Ruhum
zindanına sığmaz yeryüzünün
Yasin Mortaş
İçinde yaşanmayan evin,
Kınamadan dinleyecek kimsesi olmayanın,
Aylan bebeğin,
Öksüzün ve yetimin,
Doğu Türkistan’ın,
Filistin’in,
Yalnızlığını.
Hiç kimse anlar, herkes anlayamaz.
Soner Karakuş
Türk Edebiyatı’ndan Türk Mitolojisi Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi 617. sayısını bahara yakışan bir canlılıkta karşıladı. Türk mitolojisi konusunu işliyor bu sayı dergi. Edebiyat tarihinin tozlu raflarından günümüze süzülüp gelen çalışmaları derginin sayfalarında bulmak mümkün. Bu da Türk Edebiyatı’nın en özel yanı olarak yer alıyor edebiyat dünyamızda.
Türk Mitolojisi Dosyasından
Ahmet Taşağıl- Türkler ve Bozkurt
“Kurt sembolü 4. ve 5. yüzyıllarda bir başka kalabalık Türk boyu içinde bir daha karşımıza çıkar. Kanglılar, Orta Asya’nın geniş bozkırlarının büyük kısmında dağınık olarak yaşıyorlardı. Kanglı (Kao-ch’e okunuşu Gaoçı) boylarında da kurt sembolü karşımıza çıkar. Burada yine kurt motifi milletin türeyişi ile ilgili anlatıda yer almıştır.”
Ziya Avşar – Umay Ana’nın Divan Şiirindeki Gölgesi: Hümâ
“Umay Ana’nın bir köktip olarak Türklerin ortak bilincinde daima yaşadığı bir gerçektir. Türklerin Altay dağlarının eteklerinde yaşadığı dönemde çadırlarının sol bölümü Umay Ana’nın yeri sayıldığı için arı tutulur, kamların davulları Umay Ana’nın muhtelif sembolleriyle bezenirdi. Düşman üstüne sefere çıkan Tonyukuk, Umay Ana’nın kutu sayesinde kendisinden sayıca fazla düşmanla cenge girdiğini söyler.”
“Yersel anlamda elinde ok ve yayıyla durması, Umay’ın savaşla ilahesi olmasının yanında av ve avcılıkla da münasebetinin bulunduğuna dair bir işarettir. Muhtemeldir ki av için doğan ve kartal gibi avcı kuşlardan yararlanmak, Umay Ana’nın avlanma şeklini içeren bir mite atıftır.”
Bayram Durbilmez – Türk Kültüründe ve Mitik Anlatılarda Geyik
“Altay Türkleri arasında yaygın mitolojik bir inanışa göre, öldürülmek üzereyken göğe yükselen üç geyik ile bir avcıdan oluşmuştur avcı takımyıldızı Orion. Diyarbakır yöresindeki Karaca Dağ ile ilgili bir efsanede, dişi bir geyiğin Ülker yıldızından hamile kaldığı anlatılır. Geyikten doğan ejderha yavrularını meleklerin göğe çıkardıkları, bu ejderhaların güzün yere indikleri ve kışı mağaralarda geçirdikleri, baharda yeniden göğe çıkarak bulutlara karıştıkları anlatılır dilden dile.”
Ressam Rauf Tuncer ile Türk Mitolojisinin Tuvale Yansıması Üzerine Söyleşi
Rauf Tuncer, Türk mitolojisine dair Enver Aykol’un sorularını cevaplamış.
“Son yıllardaki cılız çabaları göz önüne almazsak ne yazık ki modern sanat dünyasında Türk mitolojisi ve sembolleri yeterince temsil edilmiyor. Batı sanatında Yunan ve Roma mitolojisi yoğun şekilde kullanılırken biz, kendi kültürel mirasımızı yeterince vurgulamıyoruz. Türk sanatçıları olarak bize düşen görev; bu kültür mirasını yeniden yorumlayarak, günümüze taşıyarak, bize özgü eserler üretmektir.”
“Mitolojik sembollerimizin günümüz dünyasının karmaşık meselelerine dair mesaj verdiğine kesinlikle inanıyorum. Mitoloji sadece geçmişin hikâyeleri değildir. İnsanın doğa, toplum ve kendisiyle kurduğu ilişkinin bir yansımasıdır. Günümüz dünyasında belirsizlik ve kimlik krizleri yaşanırken, geçmişten gelen köklü semboller insanlara aidiyet duygusu sağlayabiliyor.”
Hazine-i Evrak’ta Sabahattin Ali Var
Türk Edebiyatı dergisi tarihin tozlu raflaerından el değmemiş kıymetleri okuyucu ile buluşturmaya devam ediyor. Bu sayı Ali Yörür, Sabahattin Ali’nin defterlerde kalmış Maiyet Merakı öyküsü ile buluşturuyor bizi.
“Harb-i umûmîde askere gittiğini duydum. İhtiyat zâbiti olmuştu. Sina Cephesinden annesine gelen bir mektupta emri altında bir bölük bulunduğunu yazıyordu.
Mütâreke olup terhis edilince herkes gibi o da iş aramaya başladı. Muallimliği tercih etti. Onun tab’ına da muvafıktı. Yüzlerce çocuğa hükmedecekti. Yirmi dört lira maaşla hususi16 bir mektepte muallim oldu fakat orada da duramamış galiba çocuklara uşak gibi emretmeğe, sabır falan getirtmeye başlamış, müdür de bunu duyunca bir iyi kapışmışlar. Tabii akabinde Ömer Hasip pasaportu almış…”
Edebiyat Sandığı’nın Konuğu Halid Ziya Uşaklıgil
Necati Tonga’nın edebiyat sandığından bu sayı Halid Ziya Uşaklıgil çıkıyor. Uşaklıgil’in çocukluk fotoğrafı, düğününden bir kara, imzası, el yazısıyla kaleme aldığı bir mektubu ve daha birçok nadide eser gün yüzüne çıkıyor.
Edebî Mirasın İzinde: Fatma Aliye Hanım ve Ailesi
İbrahim Özen, Fatma Aliye Hanım’ı anlatan bir yazısı ile dergide yer alıyor. Detaylı ve yazara dair birçok konunun ele alındığı bu yazı arşivlik bir çalışma olmuş.
“Fatma Aliye Topuz Hanım, Türk edebiyatının bilinen ilk kadın yazarıdır. Edebiyat tarihimiz için “ilk” ve “tek” ifadelerini kullanmak sakıncalı olsa da Fatma Aliye Hanım’a yönelik ilk ifadesi yerini korumaya devam etmektedir. Osmanlı Devleti’nin son dönem devlet adamlarından hukukçu ve tarihçi kimliğiyle ön plana çıkan Ahmet Cevdet Paşa’nın büyük kızıdır kendisi.”
“Fatma Aliye Hanım’ın bir roman yazarı olarak şöhret kazanmasında, kendisi için manevi bir baba ve üstat konumundaki Ahmet Midhat Efendi’nin şüphesiz ki büyük bir payı vardır. Çünkü devrinin ünlü yazarı Ahmet Midhat, çevirileriyle adından söz ettirmeye başlamış genç bir yazar adayıyla birlikte kitap yazacaktır. Hayal ve Hakikat adını taşıyan çift yazarlı bu roman üstadın öğrencisine karşı güveninin bir göstergesidir.”
Merdivenler
Ayşe Göktürk Tunceroğlu, Dubrovnik gezisine dair notlarını paylaşıyor. Merdivenleri adımlayarak tarihten süzülüp gelen bu şehri bizler de soluk soluğa bir heyecanla geziyoruz.
“Nefes nefese, kan ter içinde kalarak merdivenleri çıkarken bu Orta Çağ şehrinde yaşadığımı hayal ettim. İki kolumu açsam duvarlara değeceğim kadar dar şu sokaklardaki evlerden birinde… Pencereleri birbirinin içine bakan evler. Bu pencerelerden güneş ışığı girmez ki! Bu merdivenli sokaklardaki loş binalarda ömür geçer mi? Üç taraf deniz güya. Ama bu merdivenli sokaktaki binalardan birinde oturan bir kadın denizi nasıl görecek? Şehrin çevresi surlarla kapalı.”
“Duvarlardan birinde bir levha üzerinde ülkelerin bayrakları sıralanmış. “Nedir bu?” derken… Bayrakların altında burayı ziyaret eden devlet adamlarının imzaları, isimleri. İki tane Türk bayrağı var. Birinin altında Süleyman Demirel adı ve imzası. Tarih: 24 Eylül 1997. Diğerinin altında Recep Tayyip Erdoğan adı ve imzası. Tarih: 12 Haziran 2006.”
“Şair Oğlu Şair” Munis Faik Ozansoy’un Şiire Dair Görüşleri
Yasemin Mumcu, Munis Faik Ozansoy’u anlatıyor yazısında. Hayatı, ailesindeki şair ve yazarlar, eserleri ve şiire dair görüşleri yer alıyor yazıda.
“Başta Hisar olmak üzere Kalkınan Köylü, Çığır, Şadırvan, Devlet Tiyatrosu, Seçilmiş Hikâyeler ve Millet gibi dergilerde yayımlanan yüz elli beş makalesinden yola çıkarak Munis Faik’in şiire dair görüşlerini ele alacağımız bu çalışmada öncelikle vurgulamamız gereken nokta, ondaki şiir yazma ile nesir yazma isteğinin aynı yıllarda başlamış olmasıdır. İlk şiiri gibi ilk yazıları da Galatasaray Lisesinin yayın organı Akademi’de yayımlanan Munis Faik’in makalelerinin yaklaşık yarısı Hisar dergisinde “Düşündüğüm Gibi” başlığı altında yer almaktadır.”
“Abdülhak Hamit’ten sonra Munis Faik’in en büyük hayranlık beslediği şair Tevfik Fikret’tir. Ona olan saygısının ve hayranlığının ifadesi olarak kurucu üyeleri arasında bulunduğu Ankara Öğretim Derneğinin açtığı okula bu şairin adının verilmesini sağlamış, ayrıca Yakınma adlı şiir kitabını da ona ithaf etmiştir.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Kalpler bozulmadan bulanmaz çarşılar,
Bozulmaz teraziler, tartılar,
Yol hazırlığıdır suskunluğu bilgelerin,
Onlardadır şifresi bilmecelerin
Telaşa boğulmuş dar vakitlerin,
Onda bulunur gizli tesellisi,
Hem acı söyler hem derin,
Diyarı bu yurttur bilinmez bilgelerin
Yahya Akengin
Hər gecə, hər gecə yuxularımda
Çadırı dağılmış, ocağı sönmüş,
Tanrı qarğışıyla taleyi dönmüş,
Taleyi dönəndən qəm sərhəddinin
Bir ucu günbatan, biri gündoğan
Dağından, daşından, adamlarından,
Hətta otundan da qəriblik yağan;
Qara torpağına nə toxum əksən,
Yenə də baharda ayrılıq bitən
Sevgili bir yurd.
Sevgili bir yurd…
Hər gecə, hər gecə yuxularımda.
Rüstem Bahrudi
Boynunda gümüş bir anlam
Çözer dilin düğümünü
Ve bağlar çağrışımları
Tutukluğum, tutkunluğum
Boynundan bir ırmak geçer
İki geçesinde benim
Taştığında yatağından
Gölgem eritir gövdemi
Mehmet Aycı
Özümde bir dağ büyüttüm, gurur göğsümde kaskatı
Kuralları yutkunmadan
Tutmadan bu paravan şehrin parmak uçları
Neyi döktüysem içime tamamlanmadı manzara
Bintasya
Bu kutsal güverteyi sars bir solukta, azarla
Atıldığım hayalin ayazı
Yaz getirsin
Alışsın yeni gözler ateşin sağanağına
M. Sadi Karademir
Bilsem nerede o makber
seccadem geceyi eler
Ölmeden ölmekmiş hüner
kilidim anahtar benim
Kurulup gök lambasına
kandım yıldız sofrasına
Girdim köle urbasına
gömleğim mihmandar benim
Yusuf Erol Gökduman
Şehir ve Kültür, Sayı: 128
Şehir ve Kültür dergisi 128. sayısınaKazan Kul Şerif Camiiile giriş yapıyor. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak Kazan’ı anlatıyor.
“Şehir, aynı zamanda önemli bir turizm ve spor merkezi olarak dikkat çekmektedir. 2013 Dünya Üniversite Yaz Oyunları, 2015 Dünya Su Sporları Şampiyonası ve 2018 FIFA Dünya Kupası gibi uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yaparak, küresel çapta tanınırlığını artırmıştır. Spor ve kültürel etkinlikleriyle ön plana çıkan Kazan, 2009 yılında resmî olarak “Rusya’nın Spor Başkenti” ilan edilmiş ve bu unvanı hâlen taşımaktadır.”
“Kazan, tarihî geçmişi, kültürel çeşitliliği, bilim ve sanata olan katkılarıyla sadece Rusya’nın değil, aynı zamanda Avrasya coğrafyasının en önemli şehirlerinden biri olmayı sürdürmektedir. Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesişim noktasında yer alan bu kadim şehir, geçmişten günümüze taşıdığı zengin miras ile gelecekte de dünya sahnesinde önemli bir rol oynamaya devam edecektir.”
Nebiler Ve Veliler Toprağı Tarsus
Ümit Meriç, bu sayı bizi Tarsus’a götürüyor. Tarihiyle, kültürüyle, dünyanın dört bir yanından gelen misafirleriyle Tarsus sokaklarındayız.
“Dışarı çıktım, Allah Allah. Karşımdaki meydanın adına baktım. Dânyâl Nebi Meydanı yazıyor. Aynı gün içinde birkaç yüz metre mesafede iki peygamberin kabrini mi ziyaret ettim! Bu nasıl bir belde? Bu ne mübarek bir ülke? Rüyâda yürür gibi ilerledim. Attığım her adımda tarihin sisleri biraz daha aralanıyor, Dânyâl Nebi koca sakalı, şimşek gibi bakışlarıyla beni çağırıyordu. Evet, bu bir rüyâ değildi. Makam Camii denilen caminin altında birkaç ay önce başlayan kazı çalışması, ince beyaz taştan bir köprü ve onun hemen yanında da pişmiş tuğladan yapılmış kabriyle varlığından tümüyle habersiz olduğum Dânyâl Nebi’nin kabrini ortaya çıkarmıştı. Dânyâl Nebi kimdi? İlm-i rüyanın üstadı, Babil sürgünü sırasında yaşayan bir İsrail Peygamberi…”
Yazı, Kalem, Kâğıt ve Kitap
Mehmet Kâmil Berse, yazının icadından başlayarak kalemin ve kâğıdın icatlarını anlatıyor yazısında. Sonuç olarak bir kitap olarak elimize geçiyor bu birliktelik.
“Yedi bin yıl kadar önce yazının bulunmasıyla, kulaktan kulağa anlatılanlar yazıya dökülmeye başlamış oldu, taşlarda mağara duvarlarında görülen bu yazı örnekleri, o devir insanının aradaki yedi bin yıllık zaman perdesini kaldırıp günümüz insanına net bir şekilde ulaştığı lisan-ı haldir.”
“Tarihten önceki çağlarda insanlar, yontulmuş sivri uçlu taşları, çizmek ve savaşmak için kullanmışlar. MÖ 35 bin ve 1500’ler arasında yaşayan kuzey Avrupalılar, ren geyiği avladıklarında bu hayvanın kemiklerinden kalem yapıp taşlara onlarla yazmışlar. Mısırlılar, tahtadan ve madenden yaptıkları sivri kalemlerle kil tabletlerin üzerine yaşken yazmışlar.”
“Medeniyetin temel maddesi kâğıt bulununcaya kadar, insanoğlu birçok maddeye yazılar yazdı resimler çizdi; Taş bunlar arasında en çok kullanılan malzeme ve en uzun ömürlü yazı örnekleri taşlara yazılanlarda bulunuyor. Taş dışında Kil, kurşun, fildişinden tabletler, mum, hayvanların köprücük kemikleri, ağaç kabukları, hayvan derileri, kumaş parçaları, çanak çömlek… benzer her türlü malzeme yazı için bir zemin oluşturmuş tarih boyunca.”
Ayıntap’dan Gaziantep’e Tat ve Tarihin İzinde
Dr. İsrafil Kurulay ile Gaziantep’e gidiyoruz. Antep demek mutfak ve tarih demektir. Kurulay şehri geçmişle günümüz arasında kıyaslar yaparak anlatıyor.
“Sanayi ve ticaret şehri Gaziantep’e farklı zamanlarda yine gitme fırsatı buldum ancak ilk gidişin bıraktığı izlerin yeri hala hafızamda taze duruyor. En son iki ziyaretim kültür sanat bağlamlı oldu. Şahinbey Belediyesi desteğiyle yaptığımız Şahinbey-Saatin Sırrı- animasyon filmi nedeniyle filmde kullanacağımız mekânları görmek içindi. Şahin Bey gibi Antep savunmasına öncülük eden kahramanlar nedeniyle şehre “Gazi” unvanı verilmiştir. Antep savunmasını çocuk torunlar üzerinden maceralı bir senaryo ile 90 dakikalık animasyon filmine dönüştürdük.”
Alâeddin’in Şehri Alanya
Mehmet Mazak Alanya’yı anlatıyor yazısında. Mazak’ın anlatımıyla Alanya’yı görmüş kadar olduk. Şehrin tarihi özelliklerine yoğunlaşan bu yazıda Mazak, Akdeniz sıcaklığını hissettiriyor yazıda.
“Alanya şehri kuzeyinde 1000 -1500 metre yükseklikteki Torosların uzantısı olan dağlık ve platoluk kısmın yer aldığı, güneyinde etrafı 6500 metre uzunluğunda surlarla kaplı Alanya yarımadasının yer aldığı bir yerdir. Alanya Kalesinin içinde bulunduğu yarımada sağında ve solunda yer alan ovalarla Toroslardan ayrılmıştır.”
“Ulaşılması zor ve korunaklı yapısı sayesinde iyi korunan bu yapı, Helenistik Dönem’den beri varlığını sürdürüyor. Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerine ev sahipliği yapan bir açık hava müzesi olan Alâiye Kalesi ve yerleşkesi geçmişin birikimini geleceğe aktaran bir köprü olarak bugün modern Alanya Şehrinin güneyinde dik ve sarp bir yarımada üzerinde tarihe, kültüre ve ecdadına önem veren güzel insanları aguşunu açmış bekler durur.”
Sivas Dendi mi…
Bekir Oğuzbaşaran kendi dünyasındaki Sivas’ı yazmış. Aslında daha doğrusu kendisi için Sivas dendiğinde aklına, gönlüne dokunan çağrışımları sıralamış. Hocamın sıraladıklarının tümü benim için de kıymetli.
“Sivas dendi mi, aklıma, Şâir, Yazar, Hatip, Hukukçu Yavuz Bülent Bâkiler gelir…
Sivas dendi mi, aklıma, Prof. Dr. Recep Toparlı, Prof. Dr. Hüseyin Akkaya gelir…”
“Sivas dendi mi, aklıma, merhum, yiğit Anadolu delikanlısı Muhsin Yazıcıoğlu gelir…”
“Sivas dendi mi, aklıma, geçmişte çıkmış Gurbet dergisi ve yayınladıkları Gurbet Şiirleri Antolojisi gelir…”
Babalı Köyü Sahilindeki Çerkes Sürgün Anıtı “Elif”
Necla Dursun Çerkesler hakkında yazmış bu sayı. Kocaeli’nin Kandıra İlçesine bağlı Kefken-Babalı köyündeki Elif anıtından yola çıkarak ele alıyor konuyu Dursun. Elif’in hikâyesine ve mücadelesine şahit oluyoruz. Bir sürgünün bir milleti dünyanın gözü önünde nasıl eksile eksile yol alışını Elif’in cümleleri ile görüyoruz.
“Kocaeli’nin Kandıra İlçesine bağlı Kefken-Babalı Köyü Sahili ve Karaağaç Köyü arasındaki 9 kilometrelik yürüyüş yolunun sürgün rotası olarak düzenlenme projesi kapsamında, mağara sergileme alanıyla birlikte sürgünü temsil eden bir anıt eser Elif.”
“Zorlu geçen yolculuk sonrasında biz Bulgaristan’ın Varna şehrine göç etmek zorunda kaldık. Orada 13 yıl yaşadık. Sonra Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Yani bize rahat yüzü yoktu. Yine diken üstündeydik. Göç tekrar kapımızı çakmaktaydı. Göçtük. Bu defa rotamız Kefken’i göstermekteydi.”
Zamanı ileriye bağlamak için halkımın ezgilerine sığınırım çoğu kez. Size içimi dökmeye başlamadan önce de bir şeyler mırıldanıyordum. Şu anda aklıma bir Ege türküsü geldi nedense. Benim için olmasa da başka bir Elif için yazılan; ‘Kuşkanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim.’
Ramazan Gecelerinin Gerdanına İşlenmiş Mücevher: Bayezid Camii
Hülya Günay, ramazan bereketiyle birlikte Bayezid Camii’ni anlatıyor. İstanbul’un sembol camilerinden biridir burası. Tarihten günümüze ramazan ayındaki camiye dair notlar var yazıda.
“Bayezid Camii, Ramazan gecelerinin gerdanına işlenmiş bir mücevher gibi karanlıkta ışıl ışıl parıldar. Yatsı ezanının okunması ile birlikte, sessiz, huzurlu bir köşeden ruh şölenine davet başlamıştır. Ramazan’da, bireysel ibadet olan oruç, Kur’an-ı Kerim mukabeleleri ile sosyalleşme, Teravih namazında ilahiler, dualarda buluşarak birlik olma vaktidir.”
Çayeli’nde Nem Kaldı
Türkiye’nin meşhur ilçelerinden biridir Çayeli. Rize kadar tanınmışlığı vardır desek yeridir. Sibel Çavuş bir öykü tadında anlatıyor Çayeli’ni. Bir allıkuşun ardına düşüyor. Mandalina kokulu bahçelerdeyiz.
“Çayeli’nin çocukları, saçlarına baharın dokunduğunu, avuçlarına sevdanın değmesini istercesine toplanmışlardı. Ellerinde sabah şebneminden çalınmış gibi parlayan boncuklar, latif kurdeleler ve mahzun yüreklerin çiçeklerini taşıyan sepetler vardı. Kaptanpaşa Köprüsü’nün altına sinmiş, nefesleri kadar hafif, düşleri kadar cesur bekliyorlardı. Gözlerinde öylesine saf bir hayal vardı ki, gözyaşları bile sabahı henüz görmemiş bir gülün damlası kadar tazeydi; bazen bir sevinçle silinip kayboluyor, bazen de yüreği gıdıklayan bir his gibi usulca kaçıyordu.”
Taşın Dantel Gibi İşlendiği Şehir Sivas
Sivas benim için kıymetli bir şehir. Bu yüzdendir ki Sivas adına yazılan her yazıyı keyifle okurum. Dergideki Sivas konulu ikinci yazı Şifanur Özçelik Şirin’e ait. Bir Sivas gezisinin ardından düştüğü notları paylaşıyor bizlerle.
“İlk durağımız, Sivas merkezde bulunan Taşhan Çarşısı’ydı. 19. yüzyılın ikinci yarısında kesme taşlardan yapılmış olan iki katlı, açık avlusu olan bu yer günümüzde iş merkezi olarak kullanılıyor. Giriş ve üst katında kafeler bulunuyor.”
“Sıradaki durağımız, Orta Anadolu’nun en büyük arkeoloji müzesi olarak hizmet veren Sivas Arkeoloji Müzesiydi. Müze severler için mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden birisidir. Kalkolitik Çağ, Eski Tunç Çağı, Hitit Medeniyeti, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserleri görebilirsiniz.”
Eski Harfli (Osmanlıca) Çocuk Dergileri
Ayşe Kasap, edebiyat tarihimizdeki çocuk dergileri hakkında yazmış.Tanzimat ile başlayan süreçte birçok yeni tür gibi dergiler de edebiyat ve düşünce dünyamızda yer tutmaya başladı. Çocuk dergileri de bu türlerin arasındaydı. Şunu söylemek mümkün; o dönemin çocuk dergileri günümüz dergilerinden daha hareketli ve zengin içerikli imiş. Mümeyyiz dergisi bunun en somut göstergesidir.
“Ülkemizde çocuk dergiciliğinin doğuşu Tanzimat’la birlikte hız kazanan sosyal değişimin bir devamı niteliğindedir. İlk çocuk dergisi “MÜMEYYİZ” 1869 yılında yayın hayatına başlamıştır. 1869-1928 yılları arasında tespit edilen 54 dergi gözükmektedir.”
“Eski harfli çocuk dergilerinde ağırlıklı olarak terbiye, ahlâk, eğitim gibi konular işlenmiştir. Eğitici özellikler taşıyan bu dergilerde bilgi verici ve ahlâkî yazılara, okullardan haberlere, okuyucu mektuplarına, bilmecelere, hikâyelere, eşya ve hayvan tanıtımlarına, Osmanlı ve Avrupa basını hakkında bilgilere, yeni gelişmelere, keşiflere, tarih, geometri, hesap, coğrafya bilgileri ve özlü sözlere, İstanbul ve semtlerine, tarihî yapılara ve Avrupa medeniyetine ait bilgilere yer verilmiştir.”
Mekteb-i Sübyan
Menekşe Özkaya Tutum, bu sayı İstanbul’un ilk Türk okulu olan Mekteb-i Sübyan hakkında yazmış.
“Mekteb-i Sübyan 1485 yılında II. Bayezid’in sadrazamı olan Davut Paşa tarafından kurulan İstanbul’un ilk Türk okuludur. Fatih Sultan Mehmed Döneminde Anadolu Beylerbeyliği olarak İstanbul’un fethinde büyük yararları bulunan Davut Paşa´ya, Padişah büyük ayrıcalıklar vermiştir. Aksaray meydanından bugünkü Yıldız Teknik Üniversitesi olarak kullanılan Davutpaşa Kışlasının bulunduğu yere kadar olan alan Davut Paşa’ya padişah tarafından bağışlanmıştır.”
“Rüştiye döneminde okul kubbeli bir taş mektepten oluşmaktaydı. Yıldız Sarayı fotoğraf albümünde yer alan fotoğrafta, mektebin sekizgen bir kasnak üzerine oturan alçak kubbesi ve cephesinde çift sıra halinde düzenlenmiş ikişer sivri kemerli penceresi olduğu görülmektedir. İstanbul Ansiklopedisi’nde yer alan anonim bir çizimde ise mektebin çift kubbeli olduğu görülmektedir.”
Gül Kokulu Şehir Rengârenk Güller Şehri: Edirne
Fahri Tuna’nın yol hikâyelerinde bu sayı Edirne var. Gül kokulu şehir olarak adlandırıyor Tuna Edirne’yi. Sorular Kadir Korkut’tan.
“Mustafa Hatipler, Edirneli bir kalem, bir kelâm, bir selâm beyefendisi. O bir başkent adamıdır. O bir başkent gönüllüsüdür. O bir başkent sevdalısıdır. Başkent, yani eski başkent, yani eskimez başkent: Edirne! Hangi manaya gelir başkent sevdalısı olmak? Çok manaya gelir: Yemen’den Bosna’ya, Cezayir’den Kırım’a…”
“Kadim başkent. Sükûnet. Bereket. Zarafet ve Yağda köfte. (Ciğer ikinci sırada mesela.) Hasan Duruer Vali, tıpkı Mimar Sinan’ın zamanında yaptığı gibi, Hz. Peygamber sevgisinden mülhem, Edirne’ye binlerce gül diktirmişti. Rengârenk güller şehridir Edirne. Tam da budur.”
Yitiksöz, Sayı: 27
Yitiksöz dergisi, 27. sayısında birden çok konuyu dosya boyutunda işliyor. Asrın felaketi olarak adlandırılan 6 Şubat depremi, kitap, kütüphane, sahaflık konuları dergide işleniyor. Bunların yanında birçok konunun ele alındığı yazılar, şiirler dergi okurlarını bekliyor.
Taşların Kalp Atışlarını Duymak
Cemal Şakar, sanat eserindeki öz-biçim uyumunu dil etkisini de birleştirerek işliyor. Eseri ortaya koyarken buluşan bu parçalar anlatımın sahihliğini de destekler nitelikte olmalıdır. Şakar, hissedilme bağlamında ele alıyor konuyu.
“Sanat eserinde öz-biçim ikiliğine uyacaksak eğer burada yaklaşımı tersine çevirip eserin özü biçimdir demek gerekir. Öz, biçim haline geldiğindeyse ikilik yıkılmış olup tekli bir yapı ortaya çıkar. Şöyle ki, eser, kendinden bağımsız bir öz var da onu alıp işliyor değildir; özü kendi yaratır ve böylece öz biçim ayrıştırılamaz şekilde var olur.”
“Sanatın dili poetiktir; varsayım, yargı, öncül gibi mantıksal aletler kullanmaz. Onun yaptığı var olan gerçeklik düzlemini yeniden düzenleyip başka olanakları açığa çıkarmaktır. Buna en başta dil dâhildir; kullanageldiğimiz dili yerinden eder. Çünkü bu yerindelik aynı zamanda katılaşmaktır da. Sanat, sözcükleri başka ilişkilere sokarak onlardaki var olan ama unutulmuş ya da sıkça kullanılmayan anlamları önerir veya yepyeni anlamlar yükler, böylece başka türlü de bakılabileceğini, başka türlüsünün de mümkün olabileceğini gösterir.”
Deprem Psikolojisi
Üç yazı yer alıyor depremle ilgili. Akif Hayta’nın yazısından bir bölümü buraya alıyorum.
“Depremlerden sonra kayıp kişinin cenazesini bulmak ve defnetmek de çok önemlidir. Cenazenin bulunmaması ve defnedilememesi kişinin arkasından tutulması gereken yasın şiddetini artırarak ruh sağlığını ciddi şekilde zedeleyebilir. İlişki benliği oldukça yüksek olan toplumumuz yas sürecinde kayıp yaşayan bireyin duygularını rahatça ifade edebileceği ortamlar oluşturarak bu süreci rahatça atlatmasına yardımcı olmaktadır diyebiliriz. Deprem sonrası sevilen kişinin ölümü sonucu ortaya çıkan ağlama, öfke, donukluk, dalgınlık, yalnızlık isteği ve üzüntü normal davranışlardır ve yasın süreçlerini imler.”
Kitap-Kütüphane-Sahaf-Sahaflık Ve Sahafiye Dosyasından
Nesîme Ceyhan Akça- Kitap Düşünce Akla
“Umberto Eco, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Zannetmeyin diyor. Ben de kurtulmak istemiyorum zaten. Kitaplığımı günde kaç vakit ziyaret ediyorum bilemem. Mümkünse dokunabileceğim kitapları seviyorum. Yine de e-kitap okumak üzere şu günlerde bir tablet aldım alacağım. Zamanın gereğine sırtımı dönebilecek lüksüm yok.”
Selçuk Aydın – Dijital Kütüphaneler
“Dijital kütüphanelerin tarihçesi, 20. yüzyılın sonlarına doğru, bilgi teknolojilerindeki hızlı gelişmelerle başlamaktadır. Bu dönemde, bilgisayarların ve internetin yaygınlaşması, kütüphanelerin bilgiyi sunma biçimlerini köklü bir şekilde değiştirmiştir. İlk dijital kütüphaneler, fiziksel kitapların dijital ortama aktarılmasıyla ortaya çıkmış; bu süreç, 90’lı yılların ortalarında worldwideweb’in (WWW) yaygınlaşmasıyla ivme kazanmaya başlayan çalışmalarla birçok kütüphane, koleksiyonlarında bulunan ve telif sorunu olmayan eserleri elektronik kaynak hâline getirmeye, dijital arşivler/ kütüphaneler oluşturmaya ve e-ortamda bilgi sunmaya başlamıştır.”
“Dijital kütüphanelerin geleceği, hem teknolojik yeniliklere hem de kullanıcı ihtiyaçlarına duyarlılık göstermesine bağlıdır. Bugün, hibrit kütüphane modelleriyle fiziksel ve dijital dünyayı bir araya getiren yapılar, kullanıcı deneyimini zenginleştirirken, bilginin fiziksel ve dijital formlarının bir arada korunmasına olanak sağlamaktadır.”
Sahaf, Sahaflık ve Sahafiye Üzerine Bir Soruşturma
M. Turan Türkmenoğlu
“İkinci el kitapla sahafiye kitabı ayırmak gerekir. Sahafiye kitap nadir bulunan, rafta saklanmaya değer kitaptır. Hacı Muzaffer Ozak’a sormuşlar “sahaf ölenden alır, yaşayana satar” demiş. Tabi bu satış kitabın değerini bilene ve ihtiyacı olana yapılır.”
Lütfü Seymen
“Sahaflığa ilkokul bitince çizgi-roman satarak başladım. Ustam yok, zira kitap bilir insanların hepsi ustam oldu. Benim için onlarla bir arada bulunmak, kitabiyat bilgilerinden istifade etmek bir ustanın yanında çalışıp el bağlamaktan daha eğitici olmuştur. Aradan geçen yıllar Sahaf Müteferrika ve çıkarmakta olduğum Müteferrika Dergisi ekseninde bu eğitimim devam edegelmiştir.”
Cantürk Coşkun
“Kütüphanelerimiz bağış kitapları kabul ediyor ama kitap satın alma konusunda biraz geride duruyorlar. Zengin kütüphanelerin süreli/süresiz, eski/yeni her türlü basılı ve yazılı materyali bulundurmak ve ilgilisi için muhafaza etmek gibi zorunlulukları var. Bu zorunluluklar ciddiyetini yeterince hissettirmiyor olmalı ki kütüphanelerimiz ücretsiz internet hizmetleri ve ders çalışma alanı haricinde araştırma, okuma vs. gibi hizmetler için kullanılmıyor.”
Ümit Nar
“Sahaf, muhafaza eder, geleceğe aktarır ve kitabın yahut evrakın doğru ele ulaşmasını sağlar. Sahafiye eser dediğimiz aslında çok geniş bir konu. Bir yandan baskısı olmayan bir kitap sahafiye sayılabilir. Öte yandan yıllar evvel basılmış ve belki bir daha basılmayacak bir kitap da (Örneğin İstanbul kelebekleri) sahafiye olabilir. Diyelim beş yıl sonra, bu konuyla ilgilenecek biri çıkacak. İşte o bir kişi için bazı kitapları bulur, önce onarır, sonra saklar sonra da günü gelince ilgilisine kavuşturursunuz.”
Ramazan Minder’le Kütüphane ve Kütüphanecilik Üzerine Bir Söyleşi
“Babamın fasikül fasikül alarak biriktirdiği Cumhuriyet ve Meydan Larousse ansiklopedileri benim lise yıllarında yararlandığım en önemli iki kaynak olmuştu. Yine iki büyük abime ait kitaplar da bu kütüphanede bulunmakta idi. Dolayısıyla kitap ve kütüphane benim hayatımda hep oldu aslında. Üniversite yıllarımda iyi bir okuyucu olmuştum. Bu okuma alışkanlığım bugün de aynı heyecanla devam ediyor.”
“Belediyelerin kütüphane hizmetleri özellikle son yıllarda artmıştır. 1995 yılında Atatürk Kitaplığı’nda göreve başladığımda şube kütüphanemiz bulunmuyordu. Sadece Kadın Eserleri Kütüphanesi vardı ve o da Kadın Eserleri Vakfı’na bağlı olarak İBB ile yapılan bir protokol kapsamında çalışan bir ihtisas kütüphanesiydi. O yıllarda İBB olarak ilçelerde halk ve çocuk kütüphaneleri açmaya başladık. İstanbul’da kütüphane talebi çok fazlaydı. Buna mukabil kütüphane sayısı oldukça azdı. Zamanla İBB’nin yanı sıra ilçe belediyelerinden birkaçı da küçük çaplı kütüphaneler açmaya başladılar.”
“İBB benim için bir çalışma yerinden daha çok bir aileydi. 25 yılımı burada geçirdim. Çok şey öğrendim ve çok şey yaptım. Burası bir özel şirket gibiydi. Karar alma süreçleri çok hızlı ve imkânları da çok genişti. İBB’den çok insan yetişti, bir kısmı merkezî yönetime geçerek başarılı işler de yaptılar. Ben de kendimi o kuşaktan görüyorum.”
Yaşar Ercan – Şehrin Kültürel Hafızasında Ayrı Bir Dünya: Sahaflık
“Maraş’ın kültürel hafızasını ara ara zihnimde canlandırıp şantiye alanı olan şimdiki hâliyle kıyaslamadan bir çeşit düşünsel gezi düzenliyorum. En çok kitapçıların olduğu yerleri anımsıyorum. Kitapçıların kapısından girip raflarına dokunduğum ilk anlar zihnimde beliriyor önce; ardından gide gele ezberlediğim yolların sonundaki dükkânlar. Çocuk Bahçesi’nde Yeryüzü Sahaf, Kanlıdere’de Demkar, İsmet Paşa’da Azzefran. Bu üç sahaf dükkânı uğrak mekânlarımız olmuştu. Ne yazık ki üçünün de yerinde yeller esiyor.”
Yitik Kamusallığın Peşinde
Son yıllarda, toplumsal olarak birlikte olma ruhumuzu kaybettik. Herkes kendine kurduğu dünyada yaşamaya çalışıyor. Yalnız, sessiz ve selamsız. Kalabalık yalnızlık denen şey tam da bu işte. Fatih Ertugay, aramızda kaybolan selamdan başlayarak yalnızlaşan insanlığı yazmış.
“İnsanlar herhangi bir bağlamda – dinî, etnik, kültürel, ideolojik vb.- kendilerine benzetebildiklerine dahi bir tekinsizlik hâli yaşamaktadırlar. Bunun kısmen aşılabildiği yegâne vasat, en yakınlar olarak tanımlananlar kategorisine giren kişilerdir. Bu bize Tocqueville’in “tehlikeler artık yurttaş kitlesinin düşmanlarından değil kendi içinden gelmektedir” sözünü hatırlatmaktadır. Ortak bir Cumhuriyet’in yurttaşları olan insanlar, bu ortaklık yokmuşçasına, aynı anayasal yurttaşlığın cüzleri değilmişçesine, birbirlerini politik öteki olmanın sınırlarını aşacak şekilde meçhul bir yabancıya, bir düşmana dönüştürmektedirler.”
Yitiksöz’den Öyküler
Fatih Kutlu – Bunları Diyeyim Dedim Sizlere
“Bu depremde annemin aramızdan ansızın ayrılışı ne büyük bir pişmanlık yaşattı bana.
Allah annelere öyle bir değer biçmiş, onları öyle bir mualla bir mevkie oturtmuş ki… Ama ben bir evlat olarak bunu anlamamışım, görememişim, bilememişim.
Annedeki şefkat tarifsiz ya hani. Bir evlat olarak annemi aşk derecesinde sevememişim. Kalbimi her yönüyle ona açıp; “Gönül tahtına buyur Sultanım, emrine amade bu kalbim!” diyememişim. Bunun çok derin bir şekilde pişmanlığını yaşıyorum bugün!”
Hasibe Çerko – Tarihsel Geçit
“Tepelerin iç görünümleri beyaz ışık telcikleri altında öyle gerçekdışıydı ki, çevremizde göze görünen alan büyük bir güçle seğiriyor, kır kokuları dalga dalga köpükleniyordu.
Babam ara sıra yavaşlayıp yolumuza çıkan akdikenleri temizlemekteydi.
Ve ayaklarımın altı artık acımaya başladığından kocaman sivri uçlu taşları öteye çekerek; her yana dal budak salmış köklerden korumaya çalışıyordu elleriyle.”
Gülçin Yağmur Akbulut – Umu
“Toprağı parçalarcasına yağmur yağıyordu. Yağmıyordu da sanki bir şeye yas tutar gibi hüngürtüyle ağlıyordu. Saatim kırık, pusulam kayıp, meşalem sönüktü. Zaman ilerliyor, ilerledikçe de kalbimdeki umu, yerini karamsar gölgelere emanet ediyordu. İçimdeki kışa, güneş hiç doğmayacak gibi duyumsamaya başlamıştım. İçimde bir his vardı. Bitmez zannettiğim bir yolun bitimine doğru yaklaşıyordum.”
Hasan Keklikci – Yarın Göç Var
“Yarın göç var. Hayır, “güneşe” değil. Köye. Terk edilmiş karınca yuvası gibi olmuş şehirden bir an önce gitmek lâzım. Geçen haftaya kadar cıvıl cıvıl olan caddeler, üst üste binmiş bina enkazlarıyla dolu. Geceleri, yeryüzünün bütün kötülükleri harabe şehrin karanlıkta yatan enkazlarına seğirtiyor. Meğer bu dünya ne karanlık bir yermiş.”
“Eskisi gibi değildi yattığı yer; altında birkaç kalın battaniyeden yaptığı güzel bir döşeği, yastığı, üzerine örtecek yorgan kalınlığında örtüleri vardı. Yeri genişlemişti. Artık kimse gelmiyordu kaldıkları yere. Akşam kaç kişi yattılarsa sabah o kadar insanla kalkıyorlardı. Yattığı yerde istediği zaman istediği tarafa istediği gibi dönebiliyordu.”
Abdullah İpek’ten Son Güzel Günler’in Hikâyesi
İlk kitap hikâyelerinde bu sayı Abdullah İpek var. Öykü yolculuğunu içtenlikle anlatıyor İpek. Hikâyenin sonunda mutlu son var. Yani yazar ilk kitabına kavuşuyor. Benim de severek okuduğum bu kitabın hikâyesini yazarından okuyoruz.
“Zamanla öykü türüne yoğunlaştım. Eskilerle beraber bilhassa günümüz öykücülerini takip ettim. Yeni çıkan kitaplardan, dergilerden, dijital ortamlardan, nereden denk gelirsem öykü okumaya çalıştım. Çok okumalıydım çünkü bu alanda bende müthiş bir eksiklik vardı ve bunun farkındaydım. Bursa’daki edebiyatseverler ile bir araya geldiğimizde söylenilen yazar ve kitap adlarını bir bir not alıyordum.”
“Nihayetinde “Son Güzel Günler” inceleme kurulundan geçti ve basım işlemleri başladı. Bursa otogarında (Bursa’daki bir program vesilesiyle gelen) Abdullah Kasay’dan Son Güzel Günler’i teslim aldığımda içimde garip bir his olduğunu ve kitaba bakıp “Nihayet” dediğimi hatırlıyorum.”
Yitiksöz’den Şiirler
işte bu da karlı halim
bu beyaz ve hafif şey
bizler daha yoksulken daha çok yağardı
ağlatana kadar
hafife alamazdın
üst üste gelen, baş kaldırsan
kirpiklerini eğen
bu şirin kar vaktiyle kirli yağardı
caddelerdeki çöp dağlarında
bulduğun yüzü kederli ceset
sana kahırdı sana kalırdı
Bünyamin K.
cumartesi günlerinin upuzun sessizliği
aklımda uzak kırlardan bir çıngırak sesi
gürültülü sabahlar güneş dolu perdeler
taze demlenmiş çay gibi sımsıcak sesin
baktıkça eski eşyalara baktıkça artan
geçmiş günlere bir daha gitme isteği
bir kuyuya eğildikçe bulanıklaşır gibi
orada da geçiyor mu günler?
Mehmet Sümer
maraş dediğin hayattı ağırdı ama vardı
uzaktı akıldan geçendi ama vardı
evdi eskiydi yoksuldu ama vardı
haylazdı tembeldi işi yoktu ama vardı
henüz nasibi yoktu çeyizdi ama vardı
küskündü kırgındı alt evlerde otururdu ama vardı
ve maraş dediğin şimdi enkaz öylece yeryüzünde
Mehmet Narlı
önce
dağ elenir mi dedik/düşündük
toprağın aktığını görünce
üşüştük içimizdeki odalara
bir taş
bir kuş kanadıyla
nasıl yaralanır ki dedik
bunu duygular kum olduğunda anladık
ah/ yağmalanmayı çok geç öğrendik
Mehmet Mortaş
meali simanın sadrımdaki harfe değer
denizde ıslanır mı kalbimiz bilinmez
semaya akseden eski bahçelerdir
bilinir eski bir sema olduğu denizin
Ali Sali
Ayaklarında dünkü yolların tozu
Hançerlenmiş bulutların üstünde uyudum
Uyandım sesimin küflü bodrum katlarında
Tıp kitaplarında hipotermi sayfasında
Kuş evlerinde mum diplerinde duydum sesini
İbrahim Gökburun
Sana kırılmış aynalar bıraktım
Kırgınlığımı anla diye
Acının zamanaşımı olur mu diye sorma bana
Bir dağı yasladın göğsüme
Sürgün verdi yosunlar
Ayağını sürüdüğün her yerde
Hüseyin Çolak
Bu dar kesim, gergin teni
giyesi gelmiyor insanın bir yaştan sonra
üst başımızı düzleştiren piyangodan yağmur
taş sessizliğini ve ikindi rengini
dışarıda gök varmış gibi ağarttığında
köprücük kemiklerimizden korkuluk, göğüs kafeslerimizle
topraklar çizmeli
bu anadan doğma kombini çoğaltabilmeli.
Sinan Davulcu
Gideceksin biliyorum
Veda bakışın bu
Dönmezsin biliyorum
Rüyalarımdasın hep, sesini duyuyorum
Gerçek misin, hayal mi?
Gerçek kadar acı
Düş kadar güzelsin…
Ayşe Zülal Güngör
Bu yeni yüzünü tanımak zaman aldı bildim
oysa ki sesimi bırakmıştım sana çok sevdiğin
elimdeki gökleri, şu evi bulduğumuz yaşamak için
ve sarılarak uyuttuğumuz yalnızlık
şimdi daha kırmızı
üstümüze bulaşan dünya kokusu.
Ahmet Tepe
Serde özlemek varsa su kenarı uykudur
Rüyaların perisi suyun başında bekçi
Fırtınaya baş eğer, bakar yokuş aşağı
Bu tepe pullu tepe hele Nida Tüfekçi
Gerisi geç kalmışlık gerisi hep türküdür
Hüseyin Akın
Cins, Mart 2025
Cins dergisi Mart 2025 sayısına da ramazan coşkusu ile girdi. Bir müjde içimizi ferahlatmaya yetiyor. “Hilal Göründü, Kara Göründü, Kurtulduk.”
Yusuf Genç’in Giriş yazısından…
“Ramazan’ın tam içindeyiz. Ramazan da içimizde olsun diye bu hatırlatma. Önce kendimize, sonra dostlarımıza. Hatırlatıyoruz: Şu sıralar dünyada daha önemli bir şey yok. Daha kıymet verilecek, insanın kalbine daha fazla dokunacak, zihnini daha fazla açacak, işine daha fazla yarayacak hiçbir şey yok. Bir kitabın, en önemli ‘Kitap’ın indiği günlerin içindeyiz.”
Kalp Ancak İçeriden Kırılabilir
Kalbin kırılmak gibi bir özelliği var. Kırılan her kalbin elbette bir kıranı da var. Sadettin Acar, kalbin hassasiyetinden bahsediyor.
“Tesellisini de ilacını da içinde taşır. Kırılgandır evet, ama bir o kadar da asildir. Tahakküm altına alınamaz, boyun eğdirilemez. Bu yüzden de yalnızca içeriden gelen dokunuşlara ve temaslara açıktır. Cümle âlemin saldırısına maruz kalsa da bir dostun tebessümü ile sükûn bulması bundan.
Bu yüzden, kalbimize kimleri alacağımızı büyük bir dikkatle seçmeliyiz. Ve bu yüzden gönlümüze aldığımız kalpleri özenle korumalıyız, onların üzerine titremeliyiz. Onları kolay kolay harcamamalıyız.”
Niçin Nasihatler İşe Yaramıyor?
Bir nasihat toplumuyuz desek yeridir. Okulda, evde, camide, sokakta kısacası her yerde bir nasihatle karşılaşmamız an meselesi. Şiirde, öyküde, romanda bile ardı ardına nasihatlerin sıralandığına şahit oluyoruz. Bunca nasihatten sonra ortaya çıkan sonucu İbrahim Paşalı bir soru ile sorguluyor; “Din nasihatse niçin nasihatler işe yaramıyor?”
“Müslümanların yöneticilerine ve Müslümanlara nasihat etmek mümkün ise de, bir Müslümanın Allah’a ve Kur’an-ı Kerim’e nasihat edebilmesi, mümkün değildir. Nihayetinde kelimeler de fanidir… Zaman içerisinde birçok fani kelimenin başına gelen, nasihat kelimesinin de başına gelmiş, anlamı alt-üst olmuştur: Vaaz ile nasihat kelimelerinin anlamları yer değiştirmiştir. Nasihat samimiyet demektir! Vaaz, nasihat demektir. Vaiz de vaaz veren, nasihat eden, öğüt veren kişidir. Hadis-i şerifin tercümesini doğru yapacak olursak: “Din samimiyettir.” Samimi olunamadığı için, nasihatlerin çoğu işe yaramıyor…”
Arabeskin Hikâyesi
Arabeskin hikâyesini yazmış Savaş Ş. Barkçin.
“Yani arabesk kendi müziğini yasaklayan bir düzene karşı halkın arayışına cevap veren bir akım olarak doğdu. İlk başlarda arabesk besteciler Arap şarkıcıların plaklarını ve Arap radyolarını dinliyor, bu şarkıların melodilerini çalıp onlara Türkçe sözler uyduruyorlardı. Bu süreç 1960’ların sonuna kadar devam etti. Daha sonra özgün besteler yapılmaya başlandı. Fakat çalıntı kültürü günümüze kadar devam etti. Bu konuda Youtube’daki Tarabesque kanalında bulunan birçok örneği dinleyebilirsiniz. Arabesk müziğin ilk örneklerini İsmet Nedim Saatçi ve Suat Sayın verdi. Daha sonra Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses gibi isimler bu müziği ayrı bir tür hâline getirdi.”
Ahmet Özhan ile Söyleşi
Yusuf Genç, İsmail Kılıçarslan ve Aykut Ertuğrul’un sorularını cevaplamış Ahmet Özhan.
“Benim davam: Ötekisizlik. Barış, başka türlü olmaz. Sen sen, ben de ben olduğumuz müddetçe mutlaka bir yerde birbirimize takılacağız. Ama sen de bensin aynı zamanda, ben de senim. Aynı kökün izafi açığa çıkışlarıyız.”
“Benim tekke anlayışım, hiçbir zaman mahalle âdetlerinden ibaret olan bir davranış biçimi olmadı. Buraları Muhammedî bir açılımın kapıları olarak görüyorum ve bu açılım elbette zülcenaheyn olmalı. Yani, çift kanatlı olmalı. Bir tarafta didaktik ilim, bir tarafta da o ilmin ruhunu ortaya koyan ilm-i ledünn…”
“Kültür” Neresi, “İktidar” Nereye Düşer?
Yusuf Kaplan, Füthat-i Medeniyyeyazılarında bu aykültür ve iktidar konusunu ele almış.
“Kültürün köklendiği, beslendiği bir muhiti yoktur. Kültür, her yerde kendine muhit inşa eder. Kültür inşa çabasıdır (kurgu’dur, kurmaca’dır). Medeniyet ihya ve hatırlama yolculuğu. Yitik cennetin izi sürülür medeniyet’le. Cennetten iz taşıyan bir hayatın yapı taşları döşenir ruhun aşkın ışığı altında. Kültür plastiktir, yapaydır, gelip geçicidir; kalıcı olanı izafileştirir, bitirir, hayatı çöle dönüştürür; insanı ölüme mahkûm eder, araçların kölesi yapar. Hakikatten beslenen medeniyet, sahicidir; yapay değildir, geçici olana bile bir kalıcı ruh aşısı yapar.”
Sevmek Zamanı Değil Hicran Yarası
Ömer Erdem, Metin Erksan’dan, Türk sinemasından, filmlerden, anılardan bahsediyor yazısında.
“Hicran Yarası yanmıştır fakat onun ismiyle özdeş Sevmek Zamanı bir sinema filmi olarak çekilse bile Metin Erksan’ın mevcut egemen ortama (filmin yapımından dağıtımına değin genişleyen bir ortamdır söz konusu olan) karşı olması sebebiyle herhangi bir sinema salonunda izleyici ile buluşamaz. Yıllar sonra ancak ilk kez televizyonda gösterilir. Fakat bu noktaya gelmeden önce ilk filmi Karanlık Dünya’dan başlayarak Erksan’ın her yönden kendisine has bir yönetmen olduğunu hatırlamak gerekir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünde pek çok Alman hocadan ders gören yönetmen; tarih ve felsefe bölümünden de dersler almakla uzun vadede entelektüel kişiliğine yatırım yapmak niyeti taşır.”
Kütüphanede Bir Gün’de Selahattin Özpalabıyıklar Var
Kitaplara, kütüphaneye, kütüphanesini oluşturma sürecine dair Hasan Sayıloğlu’nun sorularını cevaplamış Selahattin Özpalabıyıklar.
“Tabii ki benim kütüphanem de büyüyor. Aslında artık eşim Eser Demirkan’la ortak kütüphanemiz demek daha doğru, çünkü temeli benim zaman içinde biriken kitaplarım olsa da, tanıştığımızdan itibaren Eser’in kitapları da katıldı onlara. Hatta ilk zamanlarda mükerrer kitaplardan kiminkilerin elden çıkarılacağı bizi bayağı uğraştırmıştı. Şimdilerde, ikimiz de yayın hayatının içinde olduğumuz için seçimlerimiz deyiş yerindeyse daha “nokta atışı” oluyor, bir bakıma daha “profesyonel” de diyebiliriz: Daha çok kitap ve kitapçılık tarihi, yayıncılık ve editörlük, edebiyat ve çeviri kuramları üzerine kitaplar. Öte yandan yerli yabancı roman, öykü, şiir ve deneme kitapları alıp okumaya tabii ki devam ediyoruz.”
Balkonlu Evler Şehri Tiflis
Nevzat Onmuş, Tiflis gezisi izlenimlerini anlatmaya devam ediyor.
“Tiflis’te yıllar sonra gördüğüm değişmeyen tek şey Kura Nehri üzerine yapılmış Kuru Köprü üzerindeki, özellikle cumartesi ve pazar günleri pek yoğun olan Bit Pazarı. Uzun süredir orada yaşayan bizim Zileli Yaşar ve İstanbullu Alper “Osmani” malları herkesten evvel fark edip Türk pazarına ulaştırdığı için Osmanlı mal arıyorsanız onlara müracaat edeceksiniz. Yıllar evvel de buraya birkaç kez gitmişliğim vardı ancak şimdilerde pek enteresan bir şeye rastlayamadım. O zamanlar nefis altın ve gümüş savatlı Çerkes kamaları, neredeyse birçok tezgâhta uygun fiyata satılırdı. Şimdi fiyatlar -çok fazla turist olduğundan- antikacı esnafı için cazip değil. Arkadaşlarla birkaç kez gittik pazara ve sadece birkaç şey alabildik.”
Fadime Aşık ile Ramazana Dair Söyleşi
Fadime Aşık, “Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları” kitabından hareketle eski ramazanlar ve geleneklere dair Eray Sarıçam’ın sorularını cevaplamış.
“Ramazan ayına Osmanlı toplumu için naçizane tabirle beşinci bir mevsim diyebiliriz. Diğer mevsimlere benzemeyen havanın durumuna değil uhuvvetine, Ramazan’ın coşkusuna göre yaşanılan, her köşe başının ışıl ışıl olduğu, diğer zamanlarda geçerli olan bazı kuralların kaldırıldığı, 7’den 70’e herkesin gönlünce gezip eğlendiği, adeta kabuğundan çıkıp filizlendiği bir mevsim denilebilir. Osmanlı tebaası genel itibariyle diğer dört mevsim boyunca gelecek olan bu beşinci mevsime hazırlanmaktadır.”
“Ramazan denildiğinde gözümde canlanan tatlı bir telaş var; ilk olarak Ramazan gelmeden evde yapılan temizlik, iftar sofraları için hazırlanan kompostolar, tarhanalar, turşular, yufka ekmekler, erişteler geliyor gözümün önüne. İlk iftar geniş aile ile yapılırdı. Aile büyüklerini çağırır, hep birlikte iftar ederdik. Çeşitliliği olan, diğer zamanlara nazaran daha özenli ve güzel sofralar kurulurdu. Yemekten sonra evde hazırlanmış tatlılar çay eşliğinde ikram edilirdi. Sonrasında aile büyükleri teravih namazına giderlerdi. Ben Sakarya’da doğup büyüdüm ve hâlâ aynı mahallede yaşıyorum.”
Yalnızlık Yaradır
Yalnızlığın ne çok çağrışımı vardır insan hayatında. Herkesin bir yalnızlık algısı vardır desek yeridir. Ömer Yalçınova, yalnızlık yaradır diyor. İnsana dokunan yalnızlık halleri var yazıda.
“Yalnızlık bitmez, yok olmaz. Çünkü Hz. Havva’dan önce yalnızlık vardı. İlk insan olan Hz. Âdem babamız, Hz. Havva anamızdan önce yalnızlıkla tanışmıştır. Mahzun olmuştur. Üzülmüştür. Hiçbir şeyin tadını alamaz hale gelmiştir. Allah (cc) onun gönlünü hoşnut etmek, dünyasını anlamlandırmak, imtihanını başlatmak, onu yalnızlıktan kurtarmak için bir şefkat timsali, elçisi, vesilesi olarak Hz. Havva’yı yaratmıştır. Fakat yaradır işte yalnızlık. Hz. Havva ne kadar o yaraya merhem olsa da yara iyileşmez.”
Cins’ten Öyküler
Mustafa Çiftci – Polis Olmaya Bir Isırık Uzaklıktaydı Kadir
“Kadir polis olmak istiyordu. Küçükken yaşadığı bir hadise onun aklını, kalbini polis olmayla doldurmuştu. Evvelden böyle alışveriş merkezleri yoktu; ama çarşılar vardı. O çarşılar uzun ve karmaşık olurlardı. O çarşıda Kadir annesiyle dolaşırken kayboldu. Çok telaşlandı daha sonraki yıllarda rüyasına girecek ve korkutacak kadar çok etkilendi. İşte o sırada izin gününde olan bir polis, tabii sivil kıyafette. Kadir’in kaybolduğunu anlayınca elinden tuttu.”
Kadir köye döndü. Olanı biteni anlattı ama kopan parmağı sebebiyle polis olamadığına inanmadılar. “Kadir imtihanı geçememiş.” dediler. Ama yine de hatrı kalmasın diye adının başına bir de “Polis” lakabı ekledirler. Adı artık “Polis Kadir” kaldı. “Buna da şükür…” dedi Kadir. “….ya adımı Parmaksız Kadir koysalardı ne yapardım?”
Arslan Karadayı – Durak
Nalbant Cami’nin önünden yürüdüm. Ne nalbant vardı ne at. Bugün hurdalık olan “eski” otogarın, henüz “yeni” olduğu zamanlarda, at pazarının şöhreti bitmişti muhtemelen. Zira hanlar otel, oteller “grand” değildi ama “büyük otel” olmuşlardı o yıllarda. Muhtemel ki “Camidir, değişmez.” diyen bir aksakallı, milleti ikna etmişti de adı Nalbant Cami olarak kalmıştı bu caminin, kim bilir.
“Hakan, her müzik dersinde şarkı söylerdi. En güzel de “Sabahçı Kahvesi” ile “Bana Sor”u söylerdi. Hakan, aslında değişmemiş. Kendi vaktinin doğru tarafında durmuş belki. Vakit doğru olunca, durak yanlış olmuyor herhalde. Bahtın rüzgârı savurmasın. Hakan, hem mimar hem patron olmuş. Basma fabrikasında çalışırdı annesi. Babası madende ölmüş.”