Hece Öykü, Sayı:122

Hece Öykü dergisi 122. kez gönül ve edebiyat dünyamıza misafir oluyor. Dergi bu sayıda da Emin Gürdamur’un öykü atölyesi tadındaki giriş yazısı ile başlıyor. Gürdamur, “dert” konusunu işliyor yazısında. Derdi olmak kavramını edebiyat ve özelde öykü üzerinden ele alıyor.

“Kurallar, kaideler her dönem sanatçının canını sıkar. Bu can sıkıntısının üstesinden gelen sanatçı, bütün belirlemeleri aşarak kendini gerçekleştirebilir ancak. Söz gelimi Edip Cansever’i şiirden uzaklaşıp öyküye yaklaşmakla itham edenlerle Şule Gürbüz’ü kurmacadan uzaklaşıp felsefeye yaklaşmakla itham edenler aynı hataya düşerek temel bir meseleyi göz ardı ederler. Hangi meseleyi? André Green, Yazı ve Ölüm kitabında, “Çok büyük yazarların önemli bir kısmının en temel kaygısı edebiyat değildir.”

“Mutlulukla araları iyi olmayan Kierkegaard’ı, Schopenhauer’u, Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi, Sartre’ı, Cioran’ı hatırladığımıza sadece yüksek edebiyatın değil, yüksek düşüncelerin de dert toprağında yeşerdiğini; insanın sadece hüzünlüyken görebildiği incelikleri çıkarırsak düşünce tarihinden geriye bir şey kalmayacağını görürüz.”

Öyküde Mimari- Öyküde Sağlamlık (İnandırıcılık)

Handan Acar Yıldız, mimari bir şaheser oluşturma titizliğiyle öykünün her köşesini inşa etmeye devam ediyor. Bu sayı; öyküde sağlamlık konusunu inandırıcılık bağlamında ele alıyor. Sağlam binalardan sağlam öyküye geçiş yapıyoruz.

“Herhangi bir yapıya dışarıdan baktıktan sonra içinde dolaşmaya karar vermemiz aslında o binaya inandığımız anlamına gelmektedir. Bir yapının inandırıcılığı nedir? Bazı yapılar sadece inancın sembolü değildir, inandırıcılığın da sembolüdür.”

“Avangartlık, absürtlük, kara mizah ile inandırıcılığı kaybetme arasında ise çok ince bir çizgi vardır. Burada çok önemli bir parantez açmak zorundayız. O da şu: Yazarın kurduğu evren absürtlük/tuhaflık üzerineyse en saçma hadiseler dahi inandırıcıdır. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ya da Haldun Taner’in Şişhaneye Yağmur Yağıyordu eserlerinin inandırıcı olmadığını söyleyen kişinin kendisi inandırıcı olmaktan çıkar. Çünkü yazar burada en başta saçmalık üzerine bir evren kurmuştur.”

Genel İlkelerden Öznel Kurallar Çıkarmak

Ali Necip Erdoğan’ın Fırlatma Rampası’ndaki bu ayki konusu; Genel İlkelerden Öznel Kurallar Çıkarmak. Olay ve olgular üzerinden insanların bulaştığı genel algı konusunu işliyor ve öyküler üzerinden meseleye yaklaşıyor Erdoğan. Zihni bir problemdir bu aslında. İnsanı kuşatan ve doğru düşünme yetisini elinden alan…

“Hepimiz genel ilkeler konusunda az çok bilgi sahibiyizdir. Mesela “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkalarına yapma.” ilkesini biliriz. Bu ilke ahlaki, dinî, hukuki ve felsefi bir ilkedir aynı zamanda. Öncelikle ahlaki bir ilkedir ve ahlak öğretilerinde muhakkak zikredilir ve şerh edilir. Dinîdir çünkü anne babaya saygılı olmak, zina etmemek, insan öldürmemek, yetim malı yememek gibi kuralları kapsayıcıdır. Hukukidir çünkü hem kendinin hem de diğerlerinin özgürlük alanını belirler ve zaten kişi hak ve özgürlükleri yasalarla güvence altına alınmıştır.”

“Genel ilkeden öznel kural çıkaran en güzel öykülerden biri de Mellville’in Kâtip Bartleby öyküsüdür. Zulme karşı direnmek genel bir ilkedir ve iki şekilde işler: İlki, aktif direnme; ikincisi, pasif direnme. Melville ikincisinden son derece özgün bir pasif direnme biçimi çıkarır: Yapmamayı yeğlerim. Wall Street’te yaklaşan ve artık iyice belirginleşen kapitalizmin getirdiği “yabancılaşma” olgusu bir kâtibin hayatında olaya dönüştürülür ve karşılaştığımız en özgün kural olan “Yapmamayı yeğlerim.”le dünya öykü tarihinin en özgün metni çıkar ortaya.”

Define Adası’nda Hikmet Şevki Var

Define Adası, bizleri tarihin tozlu raflarında kalmış isimlerle buluşturuyor. Hikmet Şevki ismini ilk defa duyanımız çoktur. Serkan İnce, bu isimle tanıştırıyor bizi. Yazının sonunda İnce; Hikmet Şevki’nin Herkesin Kadını öyküsünü de paylaşıyor. 

“Hakkında sınırlı bilgiye sahip olduğumuz Hikmet Şevki, Türk edebiyatındaki pek çok romancı/öykücü gibi aynı zamanda bir gazetecidir. Çeşitli kaynaklarda doğum yılının bilinmediğinden bahsedilse de 29 Nisan 1930 tarihli Vakit Gazetesi’nde yer alan ölüm haberinde 33-34 yaşlarında olduğu bilgisinden hareketle kendisinin 1896-1897 yılları arasında doğduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu haberde Hikmet Şevki’nin İstanbul’da doğduğu, Abdülhamid devrinde Çanakkale muhafızlığında bulunmuş olan topçu Şevki Paşa’nın oğlu olduğu, Galatasaray Lisesinde tahsil görüp buradan ayrıldıktan sonra talim ve tahrir hayatına girdiği belirtilmektedir.”

“Hikmet Şevki’nin birkaç romanı ve çok sayıda öyküsü dergilerde ve gazetelerde kalmış. 34 yıllık kısa ömrüne sığdırdığı pek çok eser arasından Kesik Saçlar: İncilâ’nın Not Defterinden2 adlı romanı ölümünden sekiz yıl sonra 1938 yılında Sühulet Kitabevi tarafından, Hayat Pınarı3 adlı uzun hikâyesi ölümünden on üç yıl sonra 1943 yılında Çocuk Esirgeme Kurumu Yayınları tarafından, Pembe Yuva4 adlı romanı da ölümünden doksan iki yıl sonra 2022 yılında Koç Üniversitesi Yayınları tarafından Latin harflerine aktarılarak kitaplaştırılmış.”

Fantastik, Yalnızca Fantastik

Artık edebiyat dünyasının bir modası diyebiliriz fantastik için. Rağbet oraya olunca; bilen, bilmeyen, anlayan, anlamayan kim varsa bu konuda fikir beyan edip akla ziyan metinlerini fantastik diye yutturma yarışına girdi. Buna da kapitalist sistemin fantastik duruşu diyebiliriz. Naime Erkovan Enikonu bölümünde fantastik üzerine yazmış.

“Fantastiğin Batı’da, özellikle de Alman edebiyatında yaşadığı zirve, romantik dönemdedir. Bir önceki akım olan klasik dönemin katılığından ve kurallarından yüz çevirip Antik Yunan’ı da istemeyen bazı genç yazar ve şairler, bir milletin köklerinin kendi coğrafyasında olduğunu savunarak bir devrim meydana getirdiler. Bu amaçla Grimm kardeşler köy köy, şehir şehir dolaşıp ihtiyarlardan masallar topladılar. Bunun yanı sıra Alman dilinin kökenlerine de inme fırsatı buldukları için bir sözlük çalışmasına başladılar.”

“Birçok tür gibi fantastiğin de sınırları hâlâ belirlenebilmiş değil. Belki de bu belirsiz hâli onun en büyük özelliğidir. Dar bir alanda hareket eder gibidir fantastik. Masalla fantazyayla bilim kurguyla o kadar yakın durur ki tecrübesiz okur -edebiyattan anladığını düşündüğümüz birçok kişi de- hangi diyardan çıkıp hangisine adım attığını bilemez. Böylesine belirsiz bir türe elle tutulur bir tanım geliştirmek de o kadar güçtür. Todorov alanın önemli ismi, dolayısıyla sözleri de belirleyici ama şimdilik belirleyici. Gün gelecek yepyeni tanımlara ihtiyacımız olacak çünkü dünyamız hızla değişirken biz de ona ayak uyduruyoruz.”

Gerçeğin İçindeki Düş, Düşün İçindeki Gerçek: Ağacı Bahara Cesaretlendirmek

Kuram Yorum bölümünde Vahdettin Oktay Beyazlı, Ahmet Sarı’nın Ağacı Bahara Cesaretlendirmek kitabından hareketle kuram okuması yapıyor.

“Akademik metinlerinin yanı sıra şiir ve öyküleriyle tanıdığımız yazarın, özgün tarafını bilhassa küçürek öykülerinde gördüğümü peşinen söylemeliyim. Dilin ve yaşamın inceliklerini bilen Sarı, şiir tadındaki bu öyküleriyle okurun hem dimağında hem de ruhunda kalıcı tesirler bırakıyor.”

“Ahmet Sarı öykülerinde yer yer otobiyografik unsurlarla da karşılaşıyoruz. İşçi göçüyle Almanya’ya giden bir ailenin çocuğu olarak burada on dört yaşına kadar yaşayan yazarın bazı metinlerinde baba ve annesinden, bazılarında kendi çocukluğundan ve arkadaş çevresinden bazılarında ise eşi ve kızı Leyla’dan izler vardır. Tabii ki bu otobiyografik verilerin, Sarı öykülerine kurgusal bir zararının dokunduğunu iddia edemeyiz. Bilakis geçmişin ve şimdinin harmanlanması, okuru, bir çıkarım yapmaya yöneltmekle kalmıyor; aynı zamanda kahraman anlatıcının gözünden metnin atmosferine daha samimi dâhil olmaya davet ediyor.”

Hüseyin Atlansoy ile Söyleşi

Hüseyin Atlansoy’un kurduğu her cümlenin edebiyat dünyamızda ve coğrafyamızda büyük bir karşılığı vardır. Rüveyda Durmaz Kılıç, Atlansoy’la keyifli bir söyleşi gerçekleştirmiş. Cevaplar tam Atlansoyluk. Onu tanıyanlar hiç şaşırmayacak.

“Ölüm çok ağırdır. Vefat eden toprak ile kavuştuğunda hem siz hem de müteveffa rahatlayabilir. Toprak bir ölüm tecrübesi daha kazanmış, toprak toprağa ulanmıştır. Bir devinim ve sükûnet.”

“Bu ülke yenilgi ya da zafere ayarlıdır. Araf yok. Ya cennet ya cehennem.”

“Çocukluğum muhteşemdi. Var oluş sevinci.”

İlk Kitap Söyleşileri

Emrah Kanlıkama, ilk kitabı Arasta’nın İnsanları ile karşımızda. Aslıhan Keleş Kurtoğlu’nun sorularını cevaplamış Kanlıkama.

“Yazın sürecinin de biraz farklılık arz ettiğini söyleyebilirim. Gönderdiğim tüm öykülerin ulusal yarışmalarda derece alması üzerine edebî dergilere de yazma cüretinde bulundum. Cahil cesareti diyelim. Martin Eden rüyası… 2014’te Heceöykü’de yazmaya başladım. Bu öyle kolay dile gelir bir sevinç değildi, öğrencilik yıllarımdan beri takip ettiğim derginin yazar kadrosunda adımı görünce gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum.”

“Ben bir kütüphanenin içine doğdum Aslıhan Hanım. Babam öğretmendi ve onun kitaplarla ünsiyeti, kitaplara olan tutkusu ister istemez bana da sirayet etti. Yerli ve yabancı klasiklerle ilkokul/ortaokul sıralarında kurduğum bağ akranlarımın çok ötesindeydi. Ne tuhaftır ki bugün okul arkadaşlarımın isimlerini hatırlamakta güçlük çekiyorum fakat okuduğum öykülerin, romanların kahramanlarını bu kitaplara tesadüf edince geçen onca yıla rağmen çok net hatırlayabiliyorum.”

Hece Öykü’den Öyküler

Hasibe Çerko – Hiç Mevsim

“Kuzey rüzgârı Menik’teki güz örtüsüne kırmızıyı getiriyor,
kuru ince bir pınar olgunluğun
sınırındaki meyvelerin öz suyuyla karışmış,
her yönden kuşatıyor elmalığı ve nüfuz ediyor ufka,
canlı, esiyor güzde kuzey rüzgârı,
o büyücü dalgaların kaynaklandığı pınar.
Yeşil elmalar, kırmızı olanları da şafağın soğuğuyla dipdiri,
gök, dal üstüne dal, çatırdayan
renk dumanları içinde eriyor hepsi.
Korunun yüksek kesimlerindeki ağaçlar daha parlak,
yapışkan bir ıslaklığa bürünmüş,
bürünmemiş de o yapışkan ıslaklığın ağırlaştırdığı sürgit
dalgalanan bir yaprak göğüne dönmüş.
İşte kovalar asılıyor onlarca bakır gövdeye. Aşağılarda da
elmaların dalları üstünde birbirlerine sesleniyor işçiler,
kulak kesiliyorlar, gelip geçenleri gözlüyorlar, bağırarak
yoğun tangırtının içinde, soluklarının dumanı tüte tüte buzsu rüzgâra karşı.”

Rüveyda Durmaz Kılıç – Kum Saati

“Bak, gerçekten senin için de direniyorum. İkimiz için kelimelerimi kırbaçlıyorum. Bu dalgacılığım, umursamaz gibi görünen afili direncim, sana içimi açarken daha da acemi olmak isteyişim, masumlaşan içtenliğim, ikimiz için gösterdiğim itina, senin kıyılarına kendimi bırakışım; ne çaresizliğim ne de şımarıklığım.”

“Beklemenin müridiyim ben, tetikte olmanın ustası, anında yakalamanın avcısı… Sanma ki bunlar benim hünerim. Hüner ne biliyor musun? Kendini mahrumiyetlerinle, yaralarınla, muhtaçlığınla tekrar tanımlamak ve bunu en güzel yenilgilerin arasına koyup bir bilgelik dersi olarak kabul etmek. Hayat denilen şeyin senin içinden doğduğunu ve yine senin içinde ölebileceğini bilip kendini hafife almamak. Yani bir çekirdek meselesi aslında. Onu çatlatacak toprağa gömülmek; gözlerinin renginde.”

Serkan Türk -Ölmez  Otu

“Yaz serinliği peşindekiler bu anlattığım olaya farklı bakacak.
Kesin hüküm vermeyi sever değil mi insanoğlu? Benim ne farkım var diğerlerinden? Gökyüzünde sayısız yıldızın parıldadığı bir dünyada kendimi karanlıkta yalnız hissetmem normal mi bilmiyorum.
Korktuğum zamanlarda balkona çıkar, soğuk taş zemine otururum.
Uzaklardan duyduğum köpek sesleri, sigara dumanı gibi inceden inceye yayılan müzik içimdeki sıkıntıyı çabucak dağıtır.
Alt kattaki odalardan birinde annem uyur. Nefes aldığından emin olmak için kapısına kulağımı dayıyorum bir süredir.
Babamsa kırk yıllık mesaisinden sonra geçen kış göçüp gitti. Bir gölge gibi kısacık yaşadı bu hayatı.
Tuhaftır, ölümünden sonra onu hiç tanımadığımı fark ettim.”

“Sonra harçlığımın bu ölümlere bağlı olduğunu sandığımdan simit almaktan vazgeçtim. Çocuğun iştahı yok, diye söylendi annem. Doktora götürmekten bahsettiler. Kan tahlili yaptırmaktan. Gidemeden kara melek evimizi başımıza yıktı. Siyah bir duman çıktı pencereden. Öyle olurmuş, çok sevdiğimiz biri giderken is bırakıyormuş ciğerimizde.”

Hâle Sert – Mısra’nın Dikenleri

“Konuşmasından ve gülüşünden sızan tedirginliğin ucu meğer saçlarında düğümlüymüş. Kısa, gür, yarısı sarı, yarısı kahverengiye boyalı. Mısra, biraz sevdirir kendini, sen daha anlamadan çekilir geri. Geçen yağmur sonrası, bahçedeki büyük salyangoza dokunmak isteyişim. Antenleriyle parmaklarımı algılamaya çalışan hayvana istesem de dokunamayacağımı bilmem. Mısra’nın saçlarının dikensiliği.”

“Daha önceleri bahsetmiştim, örtüyü taşımaktan yorulduğumu ve bir yerde bıraktığımı. Ayrı dünyaların insanıyız ama ona içimi dökebiliyorum. Nasıl oluyor bu, büyük bir kirpinin dikenleri arasına nasıl rahatça uzanabiliyorum. Acıtmıyor, okşamıyor da. Sırtımda hafif tehdit dokulu sivri uçlar, sertliğine duyulan garip güven. Mısra. Ben yaslanınca bedenimden parçalar takılıyor muydu bedenine. Sanmam. Titiz. Kalmaması için elinden geleni yapar. Benim dehlizime adım atması ve bir parçasını bırakması için henüz çok zaman var, bu süreyi o tayin ediyor. Hiç gelmeyebilir de.”

Emrah Kanlıkama – İz Duvarı

“Özgür ruhların açık cezaevi Karanfil! Matruşkamın kalbine yürüyorum. Voltama eşlik etmesi için Olgunlar’da yerini yadırgamış, huzursuz bir Sezai Karakoç’u koluma takıyorum. Adımlarımı Trace Cafe’ye uydururken beni kolumdan sertçe çekiyor, “Orası olmaz.” der gibi bana manidar bakıyor. “Sadece bir Türk kahvesi.” diyorum nahifliğine sıgınıp “Söz, fazla kalmayacağız.” Beni kırmıyor, davete icabın gereğini yapıyor ama biliyorum, gönülsüz.”

“Birkaç yerde bu kaostan kendini kurtarabilmiş aşina izlere rastlıyorum, misafirlerimin isimlerine ve silinmeye yüz tutmuş tarihlere bakıyorum. Mustafa Kutlu, 14 Ekim 2014; Dostoyevski, 5 Aralık 2017; Kazuo Ishiguro, 22 Şubat 2022, Çehov, 7 Mart 2012… Yerden bir simli kalem alıp misafirimin adını ve günün tarihini İz Duvarı’na işliyorum: Sezai Karakoç, 7 Kasım 2023. Masaya dönüyorum.”

Emin Gürdamur – Nefsin Suretleri

“Bu şehre geldiğinde parası yoktu. Sevgilisi yoktu. Maskesi yoktu. Kendileri hakkında her seferinde yeni hikâyeler uyduranların anlattıkça genişleyen derilerinden habersizdi. Dinledikçe öğrendi. Zamanla o da kendine dair hikâyeler uydurdu. Defalarca soydu derisini. Genişletti. Büyümek için derisini değiştiren yılanların sevincini taklit etti. Anlatırken kanına yayılan zehrin farkına vardığında şifacıların çok uzağındaydı; güneşe karşı devrilen o büyük dağın altında kaldı. Tecrübeye dönüşür sandığı her enkazdan başka bir toylukla çıkıp yürüdü.”

“Bugün yine o sevince koştu Aziz. Kadın, siparişleri masalara bırakmak için bahçeye her çıktığında elindeki kitabın sayfaları kenarından dalgalanmaya başlıyor. Bu sinsi rüzgâr, kaldırımla kafeyi birbirinden ayıran ahşap saksıdaki yapay bambuda yuvalanan örümceği çılgına çeviriyor.”

“Yine de Seher’i affedemeyeceğini biliyor. Kelimeleri onun uğruna birer birer öldürdüğü için değil. Kitapları Babil’in asma bahçeleri gibi kumlara gömdüğü için değil. Yok, yok. Seher’in sunağında dünyanın bütün dilleri, bütün kelimeleri binlerce kez kurban edilebilir. Tereddütsüz. Kelimelerin cesetleri mezarlarından çıkarılıp tekrar tekrar öldürülebilir. Çünkü Seher’in eteklerinden her an yepyeni diller, el değmemiş kelimeler, bir sese, bir dudağa, bir gırtlağa ihtiyaç duymayan anlamlar dökülür.”

Hicret Birik – Allah’ın Gönderdiği Karga

“Kargalar dünyanın en zeki hayvanlarıymış, öyle diyor büyük adamlar. Hem öyle olmasaydı Allah, Kâbil’e kardeşini gömmeyi öğretmesi için karga gönderir miydi? Ya da İlyas’a, kargaların getirdiklerini yiyeceksin, diye emir verir miydi? Büyük tufandan sonra, kimsenin bilmediği kara parçasına ulaşan ilk hayvan olarak Şarrupak kralı Utnapiştim’e umut olur muydu? Henüz bir bebekken çölde emekleyen ve açlıktan ölmek üzere olan, Vusunların kralı Kunmo’ya gagasıyla yemek taşır mıydı? Bir de uğursuz diyorlar bazıları, öttüğü çatının altından cenaze çıkarmış.”

“Asiye, kutudan çıkardığı düğün davetiyelerini önüne dizdi. Pembe kapaklı, gelinli damatlı, iç içe geçmiş kalpli kartlara bakınca birden, kızı Nurten’in yaşıtlarının hepsinin evlendiğini fark etti. Kendisiyle birlikte kuruyup kalacak diye içine öyle bir sıkıntı hücum etti ki kırışık göz altları mosmor morardı. Ertesi günden itibaren fellik fellik damat aramaya başladı.”

Şaidin Büyükbayram – Yansımalar…

“Zamanlardan bir zamandı. Büyük bir okyanusun ortasında biteviye yüzen bir ada ülkesinde, elindeki aynayla bir adam girdi kapıdan dışarıya.”

“Garson, aynası elinde siparişleri getirerek masanın üzerine bırakıp gitti. Afiyet olsun, demedi. Adam, teşekkür etmedi. Eline çatalı alıp yemeğini yemeye başladı. Yediklerinin bazıları yere döküldü, bazıları masa örtüsüne bulaştı. Nitekim doymadı adam. Neden doymadım, diye düşünecek oldu ama dikkati aynadaydı; ayna düşse ya da başına bir şey gelse nasıl gidecekti evine. Gözlerini aynadan ayırmadan garsona seslendi ve tekrar sipariş verdi. Siparişi yine geldi ve o yine aynı şekilde yemeğini yedi. Doyduğuna kanaat getirince hesabını istedi, ödedi ve gerisin geri tekrar dışarıya girdi.”

Ayasofya’da Adalet Dosyası

“Kıyamete Dek Sürecek Arayış: Adalet” diyerek 34. sayısına giriş yapıyor Ayasofya. En çok konuştuğumuz ve eksikliğini en çok hissettiğimiz bir kavram adalet. Dünyanın adalet terazisi bozulunca zulümler de bitmiyor, mazlumun ahı da dinmiyor.

Derginin Giriş Yazısından

“İnsanlık tarihinin en aşağı zamanlarından geçiyoruz. Bütün aşağılıkların ortasında yahut kıyısında köşesinde elbette çok değerli şeyler var. İnsanı öldürseler de insanlığı öldüremiyorlar. Sanırım bütün meselede bu. Bunca zalimliklerine rağmen insanlık bir şekilde bir basübadelmevt bir neşvünema bulmakta zorlanmıyor. Zalimleri ve cahilleri çıldırtan da bu olsa gerek. Binlerce belki de yüzbinlerce yıldır bu kutsal tecelliyi yok edemiyorlar.”

Adalet Dosyasından

Av. Bülent Özdaman, Av. Hasene Gün, Av. Hilmi Karaca editörlüğünde hazırlanan dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Av. Bülent Özdaman – Sinema, Sanat ve Adalet

“Adalet, tarihsel süreçte diğer disiplinler içerisinde de hem sıfat hem de isim olarak kullanılmıştır. Aslında adaletin tam olarak tanımını yapmak mümkün değildir; zira her disiplin kendince bir tanım yapmıştır. O sebeple tasnif ederek farklı farklı veçheleriyle adalet tanımları yapılmıştır; ilahî adalet, beşerî adalet ve türevleri gibi…”

“Adalet, erişilmesi ve gerçekleştirilmesi gereken bir ideal midir? Yoksa insanın ahlaki yönünün zorunlu bir gereği midir? Teolojik olarak ölüm sonrası Tanrı’nın yapacağı yargılamada yani mahkeme-i kübrada (büyük mahkeme) mükemmel adaletin gerçekleşeceğine ilişkin inançtır. Tanrı’nın adil olacağına ilişkin inanç bu düşüncenin ana unsurudur. Seküler – din dışı, modern, beşerî hukuk formunda ise önemli olan ahlaki olarak ve uyulması gereken yasalar bütünüyle adaletin tecelli etmesini sağlamaktır.”

Prof. Dr. Mustafa Ruhan Erdem Söyleşisinden. Sorular:  Av. Naim Gözmen

“Ceza hukuku sorunların çözümünde bir araç değil ki zaten bizim maalesef ceza hukukuna yaklaşımımız çok farklı ben bir ceza hukukçusu olarak ceza hukukuna karşı olan birisiyim. Ceza hukuku sorunların çözümünde hep en son çaredir. Basit bir örnekle izah edeyim. Mesela tefecilik suçunun cezası ağırlaştırıldı ancak tefecilik suçunun işlenmesinde bir azalma meydana gelmedi. Azalma olmaz çünkü tefeciliği ortaya çıkaran toplumsal koşullar düzeltilmediği sürece azalma meydana gelmez. Yani ceza arttıkça faiz oranı yükselir yani risk artar.”

“Önce cezaları artırıp daha sonra infaz hukukunda iyileştirmeler yapmalar cezaevlerinin kapasitesini azaltma yönünde çabalardır. Mesela en son mecliste görüşülen tasarı ‘’içeride Adalet Bakanı daha uzun süre geçiren daha uzun denetime tabi olacak daha kısa süre geçiren daha kısa denetime tabi kalacak’’ şeklinde açıklıyor. Aslında denetimli serbestlik kurumunun çıkış noktası bu değildi. Çünkü ilk geldiğinde sabit bir süre öngörülmüştü. Aslında bu da gerekçesi değildi ama en azından şöyle bir gerekçe üretmişti kanun koyucu; dışarıya uyum sağlamak amacıyla toplumu hazırlayalım.”

Uğur Özbek – Hukuk Devletin mi? Hukuk Devleti mi?

“Ülkemizde hukukun tartışılmadığı, hukukun üstünlüğünün savunulma ihtiyacının hissedilmediği bir zaman sanırım hiç olmamıştır. Meselelerin hakkaniyetle tartışılmadığı bir zeminde makul bir sonucun tahakkuk etmesi mümkün olmayacaktır. Tartışma zemininde tarafların gerek kullandıkları kavramlara yükledikleri anlamların gerekse arzu ve taleplerinin muhataplarınca denetlenebilir bir şekilde ortaya konulmaması tartışmayı uzlaşı zemininden uzaklaştırmaktadır. Burada “kavramlarımız konusunda, meseleleri tartışageldiğimiz sınırları da içine alan ıstılahlarımız konusunda yeterince ittifak halinde miyiz?” sorusu anlam kazanmaktadır. Yani adalet kavramından, hak kavramından, hukuk kavramından ortalama herkes aynı şeyi mi anlamaktadır? Sanırım hukukun yukarıda arz ettiğimiz üç temel fonksiyonundan birini teşkil eden “adalet” kavramı bağlamında herkesin adaleti talep ettiği bir toplum vasatında kimsenin tam olarak bir zihin açıklığının olmadığını değerlendirebiliriz.”

Av. Ahmet Aslan – Yeni Medya Düzeninde Adalet ve Yargı

“Ezcümle adalet, yalnızca yargı teşkilatının sunduğu hizmetle ulaşılması amaçlanan bir değer değildir, insanın dâhil olduğu her türlü ilişki kapsamında hem bireyler hem de devlet tarafından esas alınmalıdır. İnsan, yaşamı boyunca diğer insanların haklarına riayet etmeli ve doğruluktan ayrılmamalıdır. Ne zaman ki haksızlığa uğradığını düşünür, o zaman yargıya müracaat eder. Buna göre bir toplumun adaleti ne derece özümsediği de yargının iş yüküne bakılarak belirlenebilir. Yani bir ülkede yargının işi ne kadar çoksa, o ülkede yaşayan insan topluluğunun adalet anlayışı o kadar kıttır.”

Prof. Dr. Nurullah Genç – İktisadın Hukuku, Hukukun İktisadı

“İktisat, kaynak dağılımını gerçekleştirirken, hukuk bunun adil bir şekilde nasıl yapılabileceğinin temel ilkelerini oluşturur. İki alanın birbirlerinden etkilenerek daha verimli hâle gelmeleri mümkündür. İşte o zaman, iktisadın hukuku, hukukun iktisadından söz edebiliriz. Bu noktada, iktisadın hukukunun ve hukukun iktisadının bize ne anlatması gerektiği önemlidir.”

Soruşturma

Av. Kaya Kartal

Sivil toplum kuruluşları ve özellikle insan hakları örgütleri idari mekanizmada ya da yargı süreçlerinde kendisini izah edemeyen, sahipsiz kalan, sözünü duyuramayan ya da bilinçli bir zulme maruz bırakılmış kişilerin hakkını ayakta tutmaya çalışan, haklarının zayi edilmesine rıza göstermeyen, adil şahitler olarak zulmü tespit, teşhir ve engelleme amacı güden kuruluşlar olmalıdır.

Hasan Bozdaş

Şiir de edebiyat da dile, dil de varlığa ilişkin, hatta içkin. Ne demek bu, insanın dilde kendini araması… Sanatın sadece retorikten ibaret olduğu düşüncesine ya da sadece estetik kaygılarla yüklü olduğu yargılarına yaklaşmıyorum. Gerçi salt estetik bir amaç güdecek oldum diyelim, “Allah güzeldir, güzeli sever.” sağımdan yaklaşıyor. Sanat insana kendisiyle irtibat kurduruyor, insan bir öze ulaşıyor, varlığın özü. Bu tabii benim hissiyatım, o özü bulduğumdan değil, aradığımdan. Orada ne bulacağımdan emin değilim ama yazılımımda kötü bir şey yok diye biliyorum. Her şey yerli yerinde yani adalet kendini bir şekilde tamamlamış. Ama onu fark etmediğimden ötürü problem çıkıyor zaten.

Av. Cavit Tatlı

Dünyada gerçek adaletin olmaması en büyük sorundur. Bunu ülkeler olarak ayırmaya da gerek bulunmamaktadır. Dünyanın bir sistemi olduğu ve bu sisteme katılmayan ülkelerin, oluşumların, kişilerin, dışlandığı bir sistem mevcut. Bu sistem ise adalet üzerine tesis edilmiş değil. Kurallar bile yere ve kişiye göre değişebilmektedir. Bu nedenle öncelikle sistemin yeniden ele alınması gerekmektedir. Hukuk, ekonomi, teknoloji ve aklımıza gelen hemen hemen her konuda üretim yapan ülkeler ve bu üretim neticesinde ortaya çıkan her şeyi kullanan diğer kesimler bulunmakta.

Av. Adalet Canlı Akbaş

Adalet konusunda en önemli sorunun kaynakların adil paylaşılmaması olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun çözümü için dünyanın beşten büyük olduğunu kanıtlayacak gayrette, dünya sistemindeki dengeleri değiştirebilecek bir güç olarak yeni devletlerin dünya siyasetinde yer alması gerekiyor.

Nazif Tunç

Sanatçının eserini var ederken kendine özgü de olsa bir düzen içinde olması şart. Bir kurgu düzeni, planlamasını eserinin duygusal hedefleri açısından mutlaka düşünmek zorunda. Bir omurga, çatı kurmalı yola çıkarken. Bir hikâye zembereği, karakterler ve dil örüntüsünü var etmek zorunda. Karmaşanın, kaosun, absürtlüğün, acayipliğin bile bir düzeni, bir dili olmak zorunda. Bir bakıma her şeyi yerli yerine koymak, yakıştırmak, tam yerini buldurmak da sanatçının sezgisinin bir parçasıdır. Bu hakkaniyet, parçanın, duygunun, karakterin, görüntünün, sesin hakkını teslim etmek de bir tür adalet zannımca.

Abdülhamit Güler

Filmlerin, insanoğlunun düşünce seyrine katkı sağladığını belirtmek gerek. Sinemanın bir çeşit felsefe yöntemi olduğunu kabul edersek, adalet kavramının ve uygulamasının sorgulanması, teşhislerin konması, tedavi yöntemlerinin belirtilmesi ya da en azından yaraya işaret edilmesi bağlamında çağlara hitap eden etkili bir yoldaştan bahsediyor olabiliriz. Filmler dünyamızı tanımlar ve daha iyi dünya için çareler sunabilir.

Abdullah Kasay

Sanatta eleştirel düşünce ve sanat üretimi ile politik şiddet konularına yakından bakmayı hedefleyen tüm üretimler, sanatsal araştırma ve üretim üzerinden sosyal adalet kavramını beraberce düşünmeyi sağlayabilir. Bu şekilde başta da söylediğim üzere adalet kavramının doğrudan “eksiltici” biçimi yine benzer biçime tersine bir çevrimle “olumlanabilir”.

Harun Yakarer – Şarkısını Söylerken Vurulan Bülbülün Ardından

Bülbül, şarkısını söylerken vuruldu. Bülbülün sesi herkese iyi gelir, çünkü o ses güzeldir. İnsana iyi gelen ne varsa güzellikle iyiliği kendinde birleştirmiştir. Taksici iyilik yaptı, çünkü aynı zamanda güzeldi. Fakat iyilik yaptığı kişi tarafından öldürüldü. Çünkü o kişi karanlığa boğulmuştu. O rengarenk güzelliğe karşı kördü.

Bülbül, şarkısını söylerken vuruldu. Artık iyiliğin şarkısını daha güzel söyleyecek olanlar hiç susmasın. Karanlığı delip geçecek iyiliğin o yumuşak kılıcı, göz alıcı şekilde parlasın. Biz buna adalet diyoruz. Kötülüğün karşısında iyiliğin kılıcı olan adalet, iyiliğin canına kastedenlere karşı kısasla uygulansın.

Dr. Öğretim Üyesi Buhari Çetinkaya ile Söyleş-  Söyleşiyi Yapan: Av. Bülent Özdaman

“Bugünün modern devleti, ticari şirketlerin neredeyse tamamen etkisi altına girmiş durumdadır. Bizim gibi gelişmekte olan devletlerde ya da az gelişmiş devletlerde rant hala devletin elindeyken gelişmiş ülkelerde rant dağıtıcısı özel sektördür. Devletler kadar belki de onlardan daha kuvvetli bu şirketler için tüm dünya pazardır. Elbette ki bu ekonomik hareketliliğin, ürün ve insan dolaşımının sağlanabilmesi ekonomik entegrasyona ve hukuk birliğine ihtiyaç duyar. AB gibi pek çok ekonomik birliğin başlıca gayesi de budur.”

“Türkiye’de ve Dünya’da adalet konusundaki en temel problem paylaşım eşitsizliğidir. Paylaşım eşitsizliği elbette pek çok sorunu da beraberinde getirmektedir. Bunun yanında savaşlar ve siyasi bunalımlardan kaynaklı can güvenliğinin ortadan kalktığı coğrafyalarda yaşayan nüfus tüm dünyada barışın ve güvenliğin ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Dünyada var olan ekonomik hacmin aslan payının, dünya nüfusunun neredeyse yüzde onuna tekabül eden bir kesime düştüğü göz önünde bulundurulursa adil bir dünya ancak ütopyalarda kendisine yer bulur.”

Zeki Bulduk – Bu Cehennemde Herkes Öldürür Sevdiğini

“Akran zorbalığı, benden olanın haklılığı, ilaçların her derde deva olabileceği, paranın hükmen galip olması… Günleri sayılı olanların dünyasında normal olanlardı. Anormale yer yoktu cehennemde. Cehennem, İstanbul’da bir metrobüse binmek ve mahremiyetin sıfırlanması kadar normaldi. Cehennem, dolmuş şoförünün ağız dolusu küfürlerle telefonda konuşması ve aracındaki insanları insan olarak görmemesiydi. Cehennem ne kutsal kitaplardaki kadar acı veriyor, ne de İlahi Komedya’daki kadar vicdan azabı veriyordu.”

“Patır patır konuşuyor insanlar. Küfür ede ede hak arıyor, adaletten bahsediyorlar. Aşağılayarak insan hakları savunucusu olduğunu söylüyorlar. Dobra diyorlar dümdüz konuşana. Başkasına sağır olanı övüyorlar. Yıllarca aynı fikirleri söyleyenleri bize dürüst diye yutturmaya çalışıyorlar. Ezberci basmakalıp kulaktan dolma ne varsa önümüze serenleri düşünce insanı diye yutturmaya çalışıyorlar. Neyse… Herkes kadar dobra olacak kadar herkesleşmedim. Herkesleşmeyi hiç sevmedim; herkesleşmek aşırı sevgiden ya da nefretten beslenir. Ve nefretiniz sizi herkes gibi ihanet etmeye sürükler.”

Dünya: Taziye Çadırımız

Acısız günümüz geçmiyor. Her gün ölümler sınıyor bizi. Dünyanın bir köşesinden mutlaka yüreğimize değen ölümlerle sarsılıyoruz. Meral Guguk, “Dünya: Taziye Çadırımız” yazısında ölümlerin insanı sürekli yoklaysan yanını anlatıyor.

“Zalim değirmene su taşıyanlar, hep bir yol bulmak isteyip dışarıya asla bir adım dahi atmamışlar, otlara göz ucuyla bakıp kendine merhamet edilmesini dileyenler… Biz büyüdükçe daralan, daraldıkça ve kısaldıkça moda olan elbiseler, oda numarasından başka hiçbir şeyi olmayanlar, balkonu evin bir parçası sayanlar, bir yokluğun başucunda daimi refakatçi kalanlar, yalnızca tuttukları takımlara sadıklar, önce ben, sadece ben, hep ben diyenler, kargaların bülbül olduğunu düşünenler…”

Ayasofya’dan Şiirler

şehir bozulan sürprizler gibi
teslim etti anahtarını
ilk gün titreyen elleriyle
silah sesinden korkan asker
kolladı suyu, baktı, benzedi kendine
Ayşegül Baytut

Bereket, nar ve avuçlar
Bana sağır seslerle bağırma
Aklım dövüşüyor seninle, sevgim gurbet antikası

Öfkemi toparlayıp gözlerimi çarpıyorum yüzüne
Kapıyı un ufak etmeden, mahmurca
Bu çıkış kılavuzsuz edilmiş duadır
Sana denk düşüyor göğsüme bastırınca
Ela Toy

Savaşa girdiğimizden beri uyumuyor atlar
terziler durmadan keder dikmekte
bizse nabzına benziyoruz makasların
günler nasıl geçecek kimse bilmiyor

Savaş başladığında yitirdim sesimi
beşiklerin ardındaki karanlıkta
sürekli denizleri düşleyip
kaydını tutuyorum kayıpların
en başa adını yazıyorum
ve adımı adının yanına
yaşarken tanımadık birbirimizi
ölürken nasıl tanırız
sana söyleyeceklerimi
söylemeden gidiyorum
Yunus Karadağ

Bunu sana nasıl anlatacağım bilmiyorum
Kafasını sıraya koyan çocuğun çektiği vicdan azabı
Hiç geçmeyecek bir hastalık gibi, sürekli uykusundan uyandırıyor
Ayağının altındaki bütün karolar bundan habersiz
Beni çağırıyor koridorun ortasına
Parmaklarının ucunda yürüyen bir penguen nasılsa düşmeyecek
Bütün koridor karolardan oluşan bir gemi
Sadece bir tanesi yerinden oynamış
-o da senin gibi kalbinden yaralı
Aykağan Yüce

Özür dilemenin özürlüsü olduğum için
Şerefsizlikte amerika küstahlıkta fransa korkaklıkta Israil gibi
Ve çirkin kadınlar lobisinden kuşattıkları devletlerden
Rahatını kaçırdığınız garsonlardan
Çay bardaklarını satın aldığınız
Tek başına bir evde ağlayan erkeğin sesindeki hüzün kaosu
Mahzun ve kırılgan, yörüngesini kaybetmiş bunu da öğrettiniz
Gerçi biz kusur beyan ederken bile enaniyet sahibi insanlarız
Yatış desen bizde tembellik başıbozukluk miskinlik
Yavaş yavaş azala azala görkemli
Hoşgeldiniz insansız dünya sahası
Abdullah Yalın Karadağ

Siyasi harita üzerine dökülen süt
Meryemden değil

Güncel tekerleme
Bir zalim diğer zalimi zalimlikle

Oysa yeniden galip gelmek içindir İsrafil

Tanklar trafik kurallarından bihaber
Kim düşman kim birader
Oğuz Ertürk

pencereden baktım dünya pembeleşti
döküldü salkımından lokumlar
dilinde güle benzedi

bisküvi arasına sıkıştırdı
ömrünü böyle
lokumlarla ezdi
taştıkça dilinden daha
daha bir güldü
daha vuruldu oklarla
Nurten Yalçın

Ay Vakti, Sayı:209

209. sayısındayız Ay Vakti’nin. Gündeme dair değerlendirme ile başlıyor dergi.

“İslam âlemi, on bir ayın sultanı Ramazan ayını oruç tutarak, Kur’anın indirildiği kadir gecesini barındıran bu mübarek ayda, kelim olan kitabı okuyarak, temennimiz o ki anlayarak, infakla bezeyerek geçirdi. Bir tefekkür ayı olan ramazanda, başta Gazze’de süregelen katliama düçar olan Filistinliler, Doğu Türkistan’da yıllardır Çin zulmüne maruz kalan müslümanlar, dünyanın farklı bölgelerinde açlığa mahkûm edilenler, mülteci kamplarında yarın ne olacağını bilmeden sefalet içinde yaşayanlar, işgal ve savaş sonrası yerlerinden/ yurtlarından olanlar, dağılan aileler, sakat ve çaresiz bırakılanlar.”

Gönül Dili

Dillerin en güzelidir gönül dili. Konuşan için de anlayan için de aynı his kuvvetli bir şekilde hissedilir. Mustafa Özçelik, gönül dilinden bahsediyor. Gönül dilinin ustaları var yazıda. Yunusça bir seslenme, Mevlanaca bir kucaklama var.

“Kendisinin yahut karşısındakinin bir gönlünün olduğu gerçeğini unutan çağımız insanı sadece konuşuyor ama anlaşma gerçekleşmiyor. Her şeyden önce, sözü yani kelâmı ilahi boyutta idrak söz konusu değil. Dil’e kendinden ibaret bir araç gözüyle bakmak dil’i anlamamak demektir. Dil’in de böyle bir durumda vazifesini yapması asla beklenemez. Gerek günlük konuşmalarda gerekse kitaplarda kullanılan dil’in bugün için böylesine kuru olmasının asıl sebebi de budur.”

“Sözün şifa olduğu zamanları idrak etmiş bir kültür coğrafyasında yaşıyoruz. Sözü bu anlamda hiçbir zaman hikmet aracı olarak bilmeyenlerin, kullanmayanların gönül semalarımızı kaplayan kara bulutları yine söz ehliyetine sahip olanların gönül dillerini gündeme getirildiğinde aydınlanabilecektir. Onları okumak, dinlemek mesela Yunus’la sabahlamak, Mevlâna ile akşamlamak gerekiyor. Sohbetin tasavvufta en temel eğitim ve iletişim aracı olarak kullanılması üzerinde düşünmek inanıyorum ki hepimize yeni ufuklar açacaktır.”

Çocukluğumun Ramazanları

Prof. Dr. Mustafa Kara, Çocukluğumun Ramazanları yazısı ile Ay Vakti’nde. Çocukluk güzeldir ama insanın dopdolu geçirdiği vakitleri varsa daha bir anlamlı ve güzeldir çocukluk. Kara, çocukluğunun ramazanlarını anlatıyor. Görüyoruz ki dupduru vakitler çok gerilerde kalmış.

“Köyümüzde kadim bir Kur’an kursu vardı. Gençlerin büyük kısmı hafız idi. Fakat hepsi meslekte olmadıkları için onlar da inşaat ustalığı yapıyorlardı… Ramazan aylarında inşaatı bırakır gelir Ramazanlığa giderdi. Yani Karadeniz sahilinde özellikle Rize ve Samsun’da evlerde, camilerde mukabele okur, teravih kıldırırlardı. Bunun geliri gurbette kazandığından daha çok idi ki bunu tercih ediyorlardı… Kutuz Hoca da çocukluk yıllarında, 1930lu yılların başında böyle yolculuklar yapmıştı. Bulancak’a, Bafra’ya kadar…”

“Şimdi elli seneyi atlayarak –nasıl atlanır? – bugüne gelelim. Bir iki sene evvel tesadüfen seyrettiğim bir televizyon kanalında bir zat konuşurken arada Bayburt kelimesi geçince kulak verdim. Bayburtlu bir şahıs ellili yıllarda gurbete çıkan babasından bahsediyordu. Ekmek parası kazanmak için babasını 1950’li yıllarda ailece nasıl uğurladıklarını, bir yere kadar onunla birlikte nasıl yürüdüklerini sonra nasıl vedalaştıklarını ve nasıl ağlaştıklarını anlatıyordu. Elde var hüzün, yine gurbet, yine Bayburt…”

İletişimde Estetik Deneyim: Divan Şiirinde Manzum Mektup

Mektup kelimesinin ifade ettiği anlam zenginlerini günümüz gençlerine anlatmak oldukça güç. Hız çağındayız. Her şeyi çabuk tüketiyoruz. Hâl böyle olunca bir mektubun sindire sindire yazılmasına, gönderilmesine, mektuba cevap beklenmesine tahammül edeni bulmak neredeyse imkânsız. Dr. Hasan Doğan, Divan Şiirinde Manzum Mektup yazısında bir iletişim güzellemesi yapıyor. Manzum mektupları anlatarak örnek metinleri paylaşıyor.

“Günümüzde gençlerinin yalnızca kimi deyim ve atasözlerinde işittikleri ve elle tutulur gözle görülür örneklerine neredeyse hiç tanık olmadıkları mektubun, teknolojinin henüz günümüzdeki kadar gelişmediği eski toplumlarda yeri ve işlevi hiç şüphesiz çok farklıydı. İslâm medeniyetini oluşturan Arap, Fars ve Türk topluluklarında devlet idarecileri tarafından yazılan yahut yazdırılan resmî mektuplar ile kişisel beğenilere göre kaleme alınan özel mektuplara hayli önem verilmiş ve zamanla mektup geleneği oluşmuştur.”

“Manzum mektupların mizah, biyografi, şehrengiz, şehir şiiri, seyahatname gibi türlerle kesişen noktaları da bulunmaktadır. Örneğin Sâmî Yûnus tarafından kaleme alınan ve Musul’da bulunan Nakibü’l-Eşraf’a gönderilen manzum mektup, hem müstakil bir metin olması hem de seyahatname özelliği taşıması açısından dikkat çekici bir mektuptur.”

Sözün ve Sanatın İzinde Samimi Bir Yolcu: Sabahattin Ali

Necmettin Evci, Sabahattin Ali’yi anlatıyor. Sanatı, eserleri, mücadelesi, hazin sonu ve daha birçok ayrıntısı ile edebiyat dünyamızın en marjinal yazarı var karşımızda.

“Ali, edebiyat dünyamızda ilkin hikâyeleriyle görünür oldu. 1935 ‘de yayınlanan Değirmen adlı kitabındaki hikâyeleri 20’li yaşlarda yazmaya başladı. Bunu kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk izledi. İlk romanı ‘Kuyucaklı Yusuf’ haklı bir takdir topladı. Çağdaş bir destan havasını ustalıkla roman düzlemine taşıyan, roman dili, kurgusuyla anlatan bir eser. İçimizdeki Şeytan’da dönemin insan tipi, sosyal yapısı entelektüel hareketlilikle birlikte ustalıkla kurgulanır.”

“Genç yaşta öyküleriyle edebiyat dünyasında saygın bir yer edinen Sabahattin Ali’nin ilk romanı ‘Kuyucaklı Yusuf’tur. Tam 30 yaşında 1937 yılında yayınlanan bu roman sadece seçtiği konu, anlatım güzelliği, yarattığı tipler yanında yazarın yaşadığı dönemi yansıtması bakımından da fevkalade başarılıdır. Yokluklar, yoksulluklar, yasa tanımazlıklar, cinayetler, iktidara yakın kimi menfaat şebekelerinin gayri ahlakî ilişkilerle tezgâhladıkların tuzakların, gaspların, devlet yetkilerinin istismarı ile ağır bir bunalıma dönüşünü anlatır.”

“Sabahattin Ali birçokları, sırtını devlete dayamış kadrolu aydın ve sanatçılardan birçokları gibi ‘Sırça Köşk’lerde yaşamadı. Tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yenip içilen sofralara oturmadı ve galiba sırça köşkte oturanları biraz fazla rahatsız etti. Sen misin bu köşke laf söyleyen taş atan dediler. Bu sebeple rahat vermediler, yetmedi suçladılar, Çok özgürlükçü, çok çağdaş, çok halkçı dokunulmazlara bu da yetmedi, öldürdüler! Başka bir çirkinlik daha yapıyorlar: Varlığında değer vermediler, yokluğunu istismar ediyorlar!”

Vasatın Yükselişi

Her gün biraz daha değer kaybediyoruz. Akla ziyan noktalardan sınanıyoruz. Vasıfsızların hükmü her gün biraz daha artıyor. Salih Uçak bu durumu “Vasatın Yükselişi” olarak nitelendiriyor. Özellikle dünyaya hükmetmeye çalışanların vasat oluşu, yaşadığımız tüm zulümlerin kaynağını da işaret ediyor bize.

“Bugün dünya siyasasında muktedir ve güçlü liderler yerine; gölge ve piyon yöneticilerin hızla çoğaldığına şahit oluruz. Tek merkezden ulvî amaçlar doğrultusunda yetiştirilen, parlatılan ve öne çıkarılan silik karakterlerin ülke yönetimlerine getirilmesi tesadüfi değildir. Mutlak güce itaat eden ve uzaktan kumanda edilebilen bu yöneticiler, kerameti kendinden menkulmüş gibi hareket etmektedirler. Vahimdir ki, çoktan kıvama getirilmiş pasifler ordusu da bu belli belirsiz gölgeler efradında kümelenmektedir. Bütün bir maziyi, yaşanan tecrübeyi, dünün dönüp dönüp okunması gereken derslerini unutanlar, hiç unutamayacakları bir ders aldıklarında ne yazık ki herkes için çok geç olacaktır.”

Ay Vakti’nden Bir Öykü

Ebubekir Koçak – Ne Yapmalı?

“Eciği cücüğü seferber olmuştu yangını söndürmek için. Yılların emeği evler, bağ bahçeler tehlike altındaydı. Beli bükük ihtiyarlar kendilerinden beklenmedik bir çevikliğe bürünmüş, canhıraş bir halde yangınla mücadele ediyorlardı. İhtiyarların ölümü umursamadan kendilerini alevlerin içine atmalarını hayranlıkla seyrediyordum. Aklımın bir ucunda harman yerine yakın su basar bahçe vardı. Seneye evleneceğim. Babam bu bahçeyi nişanlıma mehir olarak verme niyetindeydi. Bu bahçede babam daha çocukken dedemle ektikleri ceviz ağaçları, üzüm bağları var. Öyle bereketli bir bahçe ki hiç başka işe ihtiyaç duymama, ağız kokusu çekmeme gerek olmayacak. Gidip bahçeye su salmayı düşünmedim değil. Yangın buraya ulaşsa bile atadan miras kalacak bu bahçeye zarar veremez düşüncesindeydim.”

“Başıma bir şimşek vurmuş gibi cayır cayır yanıyorum. Çırılçıplak olmuş bahçede gözlerim bir dal olsun yeşillik arıyor. Oysa şimdi bahçe, karşımda onulmaz derde düşmüş bir hasta gibi inim inim inliyor. Yüreğim dayanmıyor daha fazlasına, başımı göklere çeviriyorum.”

Ay Vakti’nden Şiirler

biliyorum neşen uzak bir akşamın güneşi battı batacak şimdi
kalkacak trenler garlardan ayrılacak gemiler limanlardan
ıslak bir mektup kalacak yalnız mavi gömleğimin sol cebinde

belli ki çok eğmişim başımı aşka çok eğilmişim âşıklara
gitmiş ve hiç gelmemiş gülüşün dudaklarıma heyhat
söyledim çiçeklere açmayın onu bir kere görmeden bile
Selami Şimşek

Sustun ya,
Anıların üstünü bir kefen gibi örterek
Şimdi hangi rüzgârda dağılır saçların
Rüzgâr hangi şarkıyı söyleyerek geçer
Kaç ülke kurulur baktığın yerde
Bir hüznün ellerinden tutup gidersin
Ay ışığıyla yıkanır ellerin
Ellerin yorgun başaklar gibi düşer toprağa

Sustun ya,
Yaralı atların dizginine yapışarak
Şimdi bir tren geçer ıssız istasyonlardan
Bir çocuk annesini düşünür öksüzler yurdunda
Bir tırtıl kelebeğe dönüşür
Şehre apansız yağmurlar yağar
Islatır gecenin saçlarını
Alnında sabahı çağırır ayetler
Avutulmamış bir çocuktur artık kalbim
Bir ateş denizinde mumlar gibi eriyen
Mehmet Baş

Yitiksöz’de Ali Haydar Haksal Dosyası

Yitiksöz dergisi 22. sayısında yine bizlere birbirinden kıymetli çalışmaları sunuyor. Şiir, deneme, öykü, dosya konusu, kitap yazıları ile baharı selamlayan dergide Ali Haydar Haksal dosyası ve Haksal ile yapılan bir söyleşi yer alıyor.

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.

Arif Ay- Gül Işığına Tutulmuş Şiirler

“Ali Haydar Haksal’ın şiirlerini, bir şairin kaleminden çıkmış şiirler olarak değil de bir öykücünün yazdığı şiirler olarak okumak durumunda kaldım ister istemez. Bu okuyuşta onun öykücülüğünün baskın oluşunun payı büyüktür. Ne ki, kitabı okuyup bitirdiğimde onun öykücü kimliğinden bağımsız, şair kimliğinin de öne çıktığını gördüm. Öykünün belkemiği olan tahkiye unsuruna şiirlerde yok denecek kadar az yer verilmesi, öykücülüğünden ayrı olarak şair kimliğini de öne çıkaran önemli bir husustur.”

Osman Koca- Çağın Münzevi Anlatısı Ali Haydar Haksal Öykücülüğü

“Ali Haydar Haksal, modern öykücülüğün gösterge ve çağrışımlarını kullanmakla kalmamış, çağdaş öykücülüğü geleneksel motiflerle bezeyerek nevi şahsına münhasır “öykü formatı ile dili” geliştirebilmiş nadir öykücülerden biridir. Hikâyeciliğinin yanı sıra romancılığı ile de tanınan yazarın, ilk ürünlerinden son yapıtlarına değin kullandığı dil ve üslup şaşılası derecede tutarlılık göstermektedir. Dilin olası çağrışımları ile göstergeleri arasında gelenek ile geleceği birleştirmeye çalışan Ali Haydar Haksal, bu bağlamda kendini hem aksiyoner hem de reaksiyoner bir yazar olarak görmektedir.”

“Bu dünyada mutluluk zor, Müslüman için haniyse imkânsızdır. Şükür ki ahiret vardır. Önce emek, sonra yemek; önce zahmet, sonra rahmet hükümlerinin kol gezdiği şu tecimsel bezirgânda yazarın kargaşa hâli kadar doğal bir şey bulamazsınız. Ali Haydar Haksal da bunun şuuruyla duyarlılığını kuşanıp bir kuyumcu titizliliği içinde işler öykülerini. Dili sade, açık, anlaşılır, akıcıdır. Olayları ardılar, durumları öteler, kişileri kendi ben’inde gizler.”

Osman Bayraktar – Ali Haydar Haksal’ın Batı Edebiyatındaki Din ve İslam Algısını Yoklama Çabaları

“Ali Haydar Haksal Doğu Işığı serisinde, kendi yerinden emin olarak Batı edebiyatındaki din ve İslam algılarını sorgulamaktadır. Cervantes ve Goytisolo hariç tutulursa incelenen yazarların hemen hepsi 19. yüzyılda yaşamış romancılardır. Bu nedenle, Haksal’ın çalışmasının içeriğini, 19. yüzyılda Batı romanında din ve İslam algısı olarak sınırlamak mümkün görünmektedir.”

“Haksal, Fransız romancı Andre Gide ile İrlanda asıllı İngiliz romancı Oscar Wilde’ı karşılaştırmalı olarak değerlendiriyor. İki yazarın da ortak yönleri, kurumsal Hristiyanlık inancı ve uygulamasını kuşkuyla karşılamaları. Hristiyanlığın ortaya koyduğu teslis inancı iki yazarı da tatmin etmiyor. Arayış içindeler. Tanrı kavramları yer yer, tevhide, İslam inancına yaklaşıyor. Haksal, yazarların bu anlayışa gelmelerini İslam düşünürlerinin eserleri ile ilişki kurmuş olmalarına bağlıyor.”

Mehmet Özger – Ali Haydar Haksal Romancılığı

“Uzun yıllar öykü yazan Haksal, öyküyü bırakmadan romana da yönelir. Beş roman bir de anlatı olarak da nitelendirebileceğimiz biyografik roman tarzında bir eser kaleme alan yazar, Yedi İklim dergisinde parça parça yayımladığı yedinci romanı Süleyman ile Belkıs’ı da bitirmek üzere.”

“2017 yılında İz Yayıncılık tarafından basılan Kör Kuyu, günümüzün önemli bir sorunu olan sosyal medya ile yerinden edilen değerleri odağa almıştır. İletişimsizlik, yaşama alışkanlıklarının değişimi, gelenek ve modernlik arasındaki çatışma, ahlaki yozlaşma, insanların böyle bir ortamda içine düştükleri ruhsal buhranlar, romanda belirgin bir şekilde göze çarpan izleklerdir.”

“Haksal, romanlarında kalabalık bir şahıs kadrosu yer almaz. Genelde birkaç kişiden oluşan şahıs kadrosundaki kahramanlar, yalınkat değil boyutlu kişilerdir. Roman kişileri genel olarak entelektüel birikim sahibi, kitap okuyan, hatta bazıları yazar olan kişilerdir. Bu kişilerin psikolojik derinliği/çatışmaları da hâliyle aydın sorunlarını ve bunalımlarını barındırır.”

Ömer Hatunoğlu – Güncelden Büyük Gündeme Ali Haydar Haksal’ın Düşünsel Tutumu

“Ali Haydar Haksal; öykü, deneme, şiir, inceleme gibi edebî türlerde kırk senedir eser vermekle birlikte gerek gazete yazıları ve gerekse dergilerdeki yazılarıyla günceli takip etmekten, güncel hakkında fikir beyan etmekten çekinmiyor. Güncel, esasında çok riskli bir alandır. Savrulmalara çok müsaittir. Zemin kaygan olduğundan eğer elinizde sağlam bir programınız, ölçünüz, referans kaynaklarınız yoksa güncelin etkisiyle bir baştan bir başa savrulmanız mukadderdir. Ali Haydar Haksal, güncelin güncelliğinin farkında olarak ve aslında günceli sağlam referansların yol göstericiliğiyle yorumladığından hem bu günü cesaretle analiz edip hem de geleceği aydınlatacak tahlillerde, tespitlerde bulunuyor.”

Necip Evlice -Ali Haydar Haksal ve Nuri Pakdil Mektuplaşması

“Yedi İklim dergisinin doksanlı yıllarda Üsküdar Meydanı’na yakın bir cadde üzerinde küçük bir kitabevi vardır. Bu küçük kitapevinin camlarında Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in kitapları sergilenir. Sık sık bu küçük kitabevinde bir araya gelinerek sohbetler edilir. Yeni çıkan kitaplar okuyucuyla buluşturulur.”

Ali Haydar Haksal’la Öykücünün Dünyası Üzerine

Sorular: Ümit Zeynep Kayabaş

“İnsan, hayatta nasıl bir yola düşeceğini ve nasıl bir sona ulaşacağını bilemez. Yolculuk bir başlangıçtır, gelecek ise her insan için bilinmezliktir. Saat mekaniktir, kurulmuştur, gideceği yön, zaman ve durakları bellidir. İnsan bir niyetle yola çıkar, ilk adımını atacağı yer ve nasıllık belirsizdir. Adımların ölçüsü yoktur, kendindenliği vardır ve sadece gideceği yön niyete bağlıdır. Yolculuk süresince bir amaca ulaşılır ya da ulaşılamaz, bu da bir takdirdir. Benim hayatım bir bakıma böyledir.”

“Dünya edebiyatına açıldım. Dönemimiz çok karmaşıktı, hatta belli dayatmalar bile vardı. Edebiyat dünyasında materyalist bir zihniyetin bölümlediği insanlar ve onların oluşturduğu ortamlar baskındı. Toplumcu gerçekçi köy, ağa, maraba, işçi, patron gibi birbirinden kopmayan insanların uçurumu arasında bir yerdi bu. Bu kesimde metafizik yoktu.”

“Üstat Sezai Karakoç’u ben, imam hatip okulu sıralarında kitaplarını okuyarak tanıdım. Vazgeçilmezim oldu. Okulu bitirdikten sonra beş aylığına Bolu’da Diyanet Eğitim Merkezi’nde eğitim kursuna katıldım, orada panayır düzenleniyordu. Panayırda bir tezgâh açtık, Büyük Doğu, Diriliş dergisini ve üstatların kitaplarını getirttik hem sattık hem okuduk. Derginin arka ve iç kapaklarına şiirler yazdım. Necati Yılmaz adında bir arkadaşım vardı, elimizden kitap düşmezdi. Kente doğru yürürken de kitap okurduk. İnsanlar dönüp bize bakıyorlardı.”

“Taşra kentlerinde uzun yıllar yaşamamış olsam da oralardaki manevi ruh baskındır bende. Yirmi beş yaşıma kadar köy ile bağlantım devam etti. Elâzığ’da yedi yıl, Erzurum’da dört yıl, sonra İstanbul. İstanbul’a yerleştikten sonra köy ile ilişkim bitti. Ve hep İstanbul Üsküdarlı oldum.”

“Öykü benim ana merkezim oldu. Bugüne değin de daha çok öykü yazarı olarak anılır ve bilinirim. Benim ana kapım öyküye açıldığından orada yol aldım. Bundan hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Bu anlamda Cahit ve Rasim Bey’lere müteşekkirim. Ayrıca Âlim Kahraman ile olan sıkı birlikteliğimiz öyküm açısından değerli olmuştur.”

Enformatif Denetim Çağında Edebiyatta Başlangıç Kavramına Yaklaşmak

Başlamak önemlidir. İyi bir başlangıç için bitirmenin yarısı da denir. Yaşadığımız çağ birçok hassas noktayı kendine benzettiği gibi başlamak da artık çok soyut bir hal aldı. Hareketsiz bir başlangıçlar evreninde yüzüyoruz denebilir. Ali Galip Yener, Enformatif Denetim Çağında Edebiyatta Başlangıç Kavramına Yaklaşmak yazısında birçok yazarın düşüncelerinden hareketle başlangıç konusuna açıklık getiriyor. Edward Said’in Başlangıçlar ve Oryantalizm kitaplarına da özel olarak değiniyor Yener.

“Başlanacak husus ne olursa olsun insanın bir işe başlaması zordur. Edebiyat sahasında bir romana, şiire vb başlamak yazarlar için hemen her vakit güçlükler ihtiva eder. Hele yukarıda ana hatları resmedilen, enformasyonun bolluğu içinde dijital denetimin mutlaklaştığı bir Big Data ortamında, yapay zekâ uygulamalarının yazmak da dâhil, hayatın her sahasında gittikçe aktif hâle geldiği günümüzde bir yazıya başlamak daha büyük zorluklar ihtiva eder demek mümkündür.”

“Said’in iki temel eserinde Başlangıçlar’da ve Oryantalizm’de karşımıza çıkan din ve özellikle İslâmiyet karşıtı tutumun analizi -ki yazarın Oryantalizm’de içkin Arapmerkezci tutumu onun İslâm’ın değerini fark ettiğini göstermezyazarın edebiyat teorisine yaklaşımını bütünüyle eleştirmek bakımından önemlidir.”

“Said, eylem ve eylemin başlangıcını ele alırken yine köken kavramına döner. Dil, köken, başlangıç arasındaki ilişkileri inceler. Eylemin başlangıcını düşündüğümüzde başlangıcı dil yoluyla telaffuz etmemizin gerektiğini söyler. Dilin başlangıca göstermelik bir taviz verdiğini, düşünce ve dil kategorilerinin özdeş olduğunu ve kökenin eylem başlangıçlarının içinden çıktığı bir durum olduğunu iddia eder.”

Atıf Bedir’den Kâmil Aydoğan Yazısı

Eğitim ve edebiyat dünyanızın önemli isimlerindendi Kâmil Aydoğan. Olaylara bakış açısı ve yön vermesi Anadolu gibi saf ve tertemizdi. Yazdıkları da öyle.  Âtıf Bedir, Aydoğan hakkında yazmış. Anılar, dostluklar ve özlem dolu satırlar var yazıda. Rahmet dileklerimle…

“Onu yakından tanıyanlar bilir: dost canlısıdır, vefalıdır, iyi yüreklidir, haza âşıktır, şairdir, romancıdır, denemecidir, eğitimcidir, bürokrattır.”

“Kâmil Aydoğan’ın Andırın’a gelmesiyle yıllar öncesinden edindiği dostluklar tazelenmiştir. Bu dostlar Andırın Postası adlı gazeteyi çıkaran Nedim Ali Zengin ve Hayber Kitabevi sahibi Bilal Öksüz’dür. Üç arkadaş her akşam küçük iskemleli çayevlerinde buluşarak, hayaller kurarlar. Edebiyat dergisi kapanınca Kâmil Aydoğan’ın yazacağı bir dergi kalmamıştır. Nedim Ali Zengin ise birkaç yıl önce Maraş’ta arkadaşlarıyla Esra Yazıları adlı dört sayılık bir dergi çıkarmış ve tekrar Andırın’a dönmüştür.”

“Kamil Aydoğan yazarlığının yanında eğitimciliği, sendikacılığı ve eğitim yöneticiliği ile de önemli görevler üstlendi. Kurtuluş Lisesi, İzmir ve Ankara İl Millî Eğitim Müdürlükleri görevlerinden sonra Almanya’da Nürnberg Eğitim Ataşesi olarak görev yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra 09 Mayıs 2018 tarihinde vefat etti. Kabri Ankara Bağlum Mezarlığı’nda bulunmaktadır.”

Yitiksöz’den Öyküler

Cihan Aktaş- Kar Gibi Patiskalar

“Marketin yeni kasiyeri Eda, karşıdaki parmaklıklara asılı çamaşırları gördüğünde onun geldiğini anladı. Çamaşırlar rüzgârın önünde dalgalanıyorlardı. Aynı büyüklükteydiler ve bir bahçedeki ipe özenle asılmış gibi düzenli görünüyorlardı.”

“Miyase’yi görme umuduyla kapının önüne çıktı. Kasımın başı. Öğleye doğru güneş vuruyorsa da serin bir esinti varlığını koruyordu. O da esintiye uyan bezler ve afiş artıkları gibi, ince atkısı rüzgârın yönünde savrularak bir o yana gidiyordu bir bu yana. Kılık kıyafeti düzgün, hem de nasılsa tertemizdi.”

“Balkonu yokmuş evin sözde, dedi simitçi. Çok da kulak asmayın ha… Kocasından maaşı var bunun ama para istemez de istemeye getirir, âdeti böyle. Ama Allah’ı var, yiğit. Oğluyla gelinini aha bu kadın geçindiriyor.”

“Delik paketten akıp kasanın etrafına yayılan yulaf tanelerini süpürürken dikkat etti Eda: Meydanın her karışında kendini gösteren yeşil atkı, bir süredir mordu.”

“Bildiği, tanıdığı o kadar çok insan karıştı ki enkaza, geceleri bir kara deliğe savuruyor onu kâbusları. Annesi öldüğünde anneannesine götürmüştü onu babası. Telefonda, üniversiteyi İstanbul’da okursun, deyip dururdu. Anneannem ne olacak o zaman, diye sorduğunda, sessiz kalırdı.”

Hasan Keklikci- Merve’nin Altnları

“Emre’nin babasıyla, Merve’nin babası Celal Abi tanıştırmıştı bizi. El sıkışırken de tekrar isimlerimizi söylemiştik. Mersinliymiş. Tarsus’tan. Fatih. Ana yol kenarındaymış köyleri. Oralara yolumuz düşerse mutlaka uğramamızı, uğramadan geçmememizi döne döne tembihlemişti. Hatta yolumuz düşmeden de hususi olarak arabalara doluşup gelmemizi istemişti, Emre’nin babası. Yazın biraz sıcak olurmuş ama insanı rahatsız etmezmiş o sıcak. Tarsus’un sıcağı! Bilmem mi?”

“İki kişiyi, iki kulpundan tuttukları bir çorba kazanı ile yanımda gördüğüm anda daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Aslında bir şey düşündüğüm yok, geçirdiğimiz son bir haftaya takılıp kalmışım, o kadar. Şu, paslanmaz sacdan yapılmış, hangi daireden yere düştüğü belirsiz tarhana fıçısının içinde yanan ateşin başında oturan kimsenin de bir şey düşündüğü yok.”

“Bugün sekizinci gün. Elbistan depreminin üzerinden yedi buçuk gün geçti. Bir fırtına çıkmış gibi ağaçların dalları sağa sola savrulmuştu. Bulunduğumuz yerde ağaç gövdelerine sarılarak ayakta durabilmiştik. Bugün sekizinci gün. Sabahın erken saatleri. Gönülsüz bir güneş bulutların arasında yükselmeye çalışıyor. Ne bulutlar güneşi kapatmak için ne de güneş bulutlardan kurtulmak için çaba harcamıyor. Öylesine. Kadere kısmet.”

Ahmet Şevki Şakalar- Stepne Kraliçesi

“Yarım cumartesiler yıllardan beri en verimli zamanlarım olmuştur. Neden mi yarım cumartesi? Artık çocukların da büyümesiyle hafta sonları erkenden kalkıp güzel bir kahvaltıyla güne başlamak mümkün olmuyor. Yıllardan beri haftanın her günü oldum olası erken uyanırım. Evdekiler uyanmadan vakti değerlendirmeli. Haftalar öncesinden gelen edebiyat dergileri ve sipariş edildiği günden beri beni madem okumayacaksın, niye aldın der gibi gözlerini üzerime dikmiş bir kitabı alırım, okuyabildiğim kadar okurum, dergilerden bir dosyayı bitireyim diye çabalarım.”

“Boş verin patronu şimdi. Ben yarım cumartesilerime trende okuyacağım bir kitap, dergi; geriye kalan zamanda da birkaç eş dost, çay simit muhabbeti, kaçırırsam üzüleceğim bir konferans, konser, sinema filmi sığdırmak isterim. Mümkün olur mu bunlar? Her zaman olmaz elbette.”

“Pasajın öbür ucundan bir adam yaklaşıyor yanımıza. Kısa ve hızlı adımların sesi gittikçe yükseliyor. Michael Douglas sanki hergele. Beyaz saçları arkaya taranmış, yaşına göre genç gösteren bir gözlük çerçevesi. Sinekkaydıyla ortaya çıkan kumral yanaklar ve özgüvenli bakışlar. Yakalı ve iki düğmeli bir tişört, altta ütüsü zor bozulan gri pantolon, ayakkabılar yeni boyanmış parlıyor.”

“İki kalbim var dedi İbrahim Bey. Biri yapay diğeri organik. Lazım olanı alıyorum her sabah. Birbirimize bakıyoruz: Hangisi yapay hangisi organik? Berat Hoca, merakını yenemeyip soruyor: Hacı annemiz üzülmüyor mu? İbrahim Bey, tüm soğukkanlılığıyla cevap veriyor: Üzülmesine imkân yok.”

Yitiksöz’den Şiirler

Güçlü delillerim yok kimseyi ikna etmeye
sözün bittiği yerden başlıyorum bu sefer
bu sefer dilimin ucunda kan ve besmele
ve iki de güzel yalan: dünya ve şiir diye
Mustafa Köneçoğlu

Pazar için üretilmiş bilim,
Pazar için üretilmiş sanat,
Pazar için felsefe,
Pazar için kültür,
Bilgi, zekâ, tecrübe!

Pazar için incelik,
Güzellik, görgü!
Pazar için gelenek
Pazar için töre ve töresizlik,
Koşun burada, koşun burada!

Pazar için ülkü, pazar için erdem
Pazar için bilgelik, irfan, etik,
Denge, duyarlılık, incelik!
Koşun, koşun, herkese her istediği,
Herkese her eksikliği!
Cahit Koytak

Turnayı gözünden vurmak da ıska
Kim bilsin, kaç göz var kapalı, açık
Gözlerin içinden kapıları aç
Gözlerin içinden kapılara çık
Mehmet Aycı

işte yine
hayat eğrisiyle
çıkıyorsun merdivenleri
çıktıkça taş gibi nefessiz kalıyorsun

oysa

insandın ve
o kaskatı kâbusun
içinden çıkmalıydın
tamamlamalıydın güneş gören rüyanı
Yasin Mortaş

Eğildim ve toprağı dinledim yağmurdan sonra
Yorgun bir ırmakta avuçlarıma sardım seni
Ayrılıkları kim doldurdu kalbimizin o derin yırtıklarına
Küçücük şeyler diyorum ellerini anlatırken
Henüz ıslak metruk kelimelerim
Çiçek açmayı bilmez pencereler içim sıra
Hatırı vardı bende her gülüşünün
Nasıl kapanır şimdi bu obruk haritalarda
Hüseyin Çolak

Alın damarını çatlatan emeklerden geliyorum
Bir sevginin göğsünde yatarken kimsesiz
Gözyaşlarını öpüyorum yanaklarından
Şiirlerin mühürlü kapısından geçiyorum
Baharlar dökülürken avuçlarımdan
Kimseler bilmiyor
Kahkahaların dudaklarında bekleşen acıları
Bir ırmak gibi seviyorum
Kalbime yatak açan sancıları
Elbet gecelere de gelir uyanmak sırası
Daha sormadan anlatıyor derdini o
Kalem yarası
İnci Okumuş

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir