Cins, Sayı: 116
“Kendime diyorum bazen seni buldum” diyerek giriş yapıyor 116. sayısına Cins dergisi.
Konumuz aşk.
“İnsan bir şeyi bir kere başka görür, sonrası hep bakmak… Bakarak anlamak çağının geçtiğini söyleyenler olsa da, hayır, o hâlâ bir göğe çalan kanatlarıyla bir “Deli” gibi bütün gerçeklerin, kanıtların üzerine yürümeye devam ediyor. Bir kere başka gören, -bu başka görmeye hayal kırıklıkları da dahil elbette- o andan itibaren bütün “yenileri” o başka gördüğü ana yaslanarak tartıyor, oradan kuruyor teraziyi… Bütün anlar gelip o anda birleşiyor ya da bütün anlar birleşip o anı yıkmaya çalışıyor. Âşık olmanın ya da gerçekten görmenin iki ucu: Kavuşmak ve anlamak ya da kaybetmek ve unutmak…
Ve elbette: Kırık bir kalpten daha bütün bir şey yoktur.” Yusuf Genç
İnsan, Hafıza, Millet, Tarih Ve Başka Şeyler…
İnsanın büyük servetidir hafızası. Sadece geçmişle bağı değil geleceğinin köprüsünü de hafıza üzerinden kurar insan. Ruhunun yapı taşı gibi bir var oluş mücadelesidir bu. Sadettin Acar, hafıza, millet, tarih ilişkisine dair yazmış.
“Hafızasını yitiren bir insan sadece geçmiş bilgisinden mahrum kalmaz; mesuliyet duygusunu, kimlik bilincini ve geleceğe dair istikametini de kaybeder. Hedefsiz, gayesiz bir insana dönüşür. En basitinden evinin yolunu bulamaz; daha da kötüsü, evin ne olduğunu bile hatırlayamaz hale gelir. Yani hafıza kaybı, insana sadece dününü unutturmaz, onun yarınını da karartır. Bu tür insanların mükellefiyet yükünden azade olması bu yüzden…”
Karakoç Şiiri: Yaşamak Eylemindeki Hiperbol
Hüseyin Atlansoy, Sezai Karakoç üzerine yazmaya devam ediyor.
“Sezai Karakoç yeni gerçekçi akım adını verdiği II. Yeni’nin temelinde yaşamak olduğunu söyler. Öylesine yaşamakla doludur ki bu şiirler fiil-şiir ismi verilse yeridir. Klasik şiirimiz sıfat-şiir özelliğinde idi. Klasik şiirin parabol niteliği yeni gerçekçi akımda değişmiş yeni şiir hiperbolik şiir vasfını kazanmıştır. Turgut Uyar zaman kavramını kaldırmış Akçaburgazlı Yekta, Hz. Davut diliyle konuşmakta ve çareyi tabiata sığınmakta bulmaktadır. Cemal Süreya ise insana ve cinselliğe doğru yol alır. İlhan Berk ise bu şiirin en şairidir. Her ne varsa “en”idir. Galile Denizi’nde gözlemci olarak İstanbul’un en kenarında en az bilinen Rumların hayatlarını “en” somut halleriyle verir. Son bölümde bir “gizli Hristiyan” gibi şiirini sürdürmesi gardını düşürmüştür.”
Ömer Türker’le Kütüphanede Bir Gün
Ömer Türker, kütüphanesine dair Hasan Sayılıoğlu’nun sorularını cevaplamış.
“Kütüphanemi üniversite çağından itibaren oluşturmaya başladım. Lisans döneminde daha ziyade ilahiyat ilimlerini öğrenme çabasında olduğumdan ağırlıklı olarak Türkçe ilahiyat çalışmalarına dayalı birkaç kolilik bir kütüphanem vardı. Sonra yükseklisans ve doktora döneminde ilgilerim belirgin hale geldiğinden yeni bir okuma sürecine girdim ve ilgilerime göre kaynak ve araştırma kitaplarını toplamaya başladım.”
“İnsan kütüphane oluşturma sürecinde kitaplarla ünsiyet kuruyor ve kitaplar zamanla sizden sonra yaşamayı sürdürmesi beklenen canlılara dönüşüyor. Bu sebeple gönlümden, kütüphanemin gün geçtikçe genişlemesi ve benden sonra da varlığını devam ettirmesi geçiyor. Fakat bu, hepimizin bildiği üzere çok az kimseye nasip olan bir şey.”
Cevap Vermek, Laf Yetiştirmek
Savaş Ş. Barkçin kaynakları doğru ve yerinde kullanmaya dair yazmış. Kaynağı nerede aramak ve bulmak üzerine önemli tespitler var yazıda.
“Bizim önceliğimiz laf yetiştirmek değil kendini öğrenmek olmalı. Çünkü bizim asıl sorunumuz kendi geleneğimizi ve birikimimizi bilmemek, ona önem ve değer vermemek. Ama bizimkiler “eleştiriyoruz” diye Batı’nın reklamını tersten yapmaya devam ediyor. Hâlâ dindar kardeşlerimiz Aristo’dan, Kant’tan, Nietzsche’den bahsedip duruyorlar. İbn Haldun, Gazzâlî, Said Halim Paşa, Sezai Karakoç’tan bahseden yok. Bu işte sizce de bir yanlışlık yok mu? Müslüman kendi birikimini öğrenmeye ve bugün için yorumlamaya öncelik verse çok daha faydalı olmaz mı?”
Türkiye’nin Tabusu da Tapusu da İslam’dır
Osman Özbahçe, çok iyi bir şair ve aynı zamanda iyi bir eleştirmen. Ayrıca, o bir Türkiye sevdalısı. Eray Sarıçam’ın şiire dair sorularını cevaplamış Özbahçe.
“Poetika kelimesini Türkçede ilk Necip Fazıl kullanmış. Şiire ilişkin etraflı düşünme biçiminde anlıyorum ben bu kelimeyi. Teori de dahil, pratik eleştiri de dahil. Oysa benim kuşak poetikayı akım yaratma çabası olarak algıladı. Bu nedenle çabaladı da çabaladı. Önüne gelen şiir nasıl yazılır listesi yayımladı. Hatta bu çaba bizden sonraki kuşağın başlangıç yıllarına da sıçradı. Fakat öyle bir hayat dalgası geldi ki bütün dünya teslim bayrağı çekti.”
“İsmet Özel, bütün gücüyle karşı çıktığı İkinci Yeni’nin en önemli şairlerinden birine dönüştü. Şiirindeki sesi de İkinci Yeni’den değil, daha önceden, Türk şiir geleneğinden aldı. Kendine özgü mükemmel bir teknik biçiminde geliştirdi. İkinci Yeni’yi eleştirerek başladı, ama bastığı toprak İkinci Yeni toprağıydı. Bu iş böyledir.”
Yusuf Kaplan’la Söyleşi
Yusuf Kaplan; Türkiye’ye, anlamaya, düşünmeye, dünyaya dair Rıdvan Tulum’un sorularını cevaplamış. Kaplan’ın yaşananlara yorumlayış biçimi önemli. Onun bakış açısı ile kafalardaki birçok soru işaretini gidermek mümkün.
“Yetmişler, seksenler kuşağı temizdi, tertemiz Müslümanlar. Hiç kimsenin malında, mülkünde gözümüz olmazdı, haram-helal nedir bilirdik. Kimin elinden tutulacaksa imdadına yetişirdik. Hiçbir zaman kendimizi düşünmezdik. Yani önce komşumuz, önce bizim dışımızdaki, ben değil, sen önce. Bu toplumun mayasını karan, ruhunu oluşturan iki sütunun eseri. Tarihte ben bu iki sütunu sadece bu toplumda görüyorum.”
“Kant dâhi bir adam; fakat Kant Avrupa’yı kurmak için modernitenin sığlığına göz yumdu. Dolayısıyla dediği şey şuydu: “Numenleri anlayamayız, onlar görüş alanımızın, idrak kapasitemizin dışında şeyler. Ancak fenomenleri anlayabiliriz.” Bunu diyerek deyim yerindeyse madik atmış oldu.”
“19. yüzyılın sonları. Osmanlı’da dört tane akım var; İslamcılar, Türkçüler, Osmanlıcılar ve Garpçılar. Garpçılar İslam’ın ilerlemeye engel olduğunu düşünüyorlar. Osmanlıcalar, Türkçüler, İslamcılar da bunun böyle olmadığını savunuyor. Ben de üçüncü bir aktör olarak diyorum ki, her iki taraf da aynı şeyi söylüyor.”
İki Arada Bir Necip Fazıl
Ömer Erdem, Sanatlı Türkiye Tarihi’nde bu sayı Necip Fazıl’ı yazmış. Mayıs ayı Üstad’ı anmak için en uygun zamandır. Doğum günü ve ölüm yıldönümü mayısta olan Necip Fazıl’ı şiirleri eşliğinde anlatıyor Erdem.
“Ağaç’tan Büyük Doğu’ya evrilişin kökeni bize şairin uzun erekte tercih edeceği sanat ve yazı yöntemini de imler. Türkçeyi farklı disiplinler içinde tecrübe ederken ona bir gök kubbe de çatar şairler. Ağaç’ın metaforik ve kucaklayıcı sembolizmi ile Büyük Doğu’nun ayrışan çağrışımları sadece onun mizacına indirgenebilir mi? Tek Parti rejiminin insafsız ve kötücül dışlayıcılığı Necip Fazıl kumaşının Türkçe de hakkıyla dokunmasına da engel olmadı mı? 1940’larda Cumhuriyet Halk Partisi Büyük Ödülü’nü, Sabırtaşı piyesiyle kazanırken Cumhuriyet’in derinliğini artırmak istememiş miydi? Bu haklı kazanımı yok sayan jakoben tavır, dolaylı şekilde onu polemik iklimine de çekti. Öfke varoluşsal bir ilahiyata büründü onun şahsında. Görünüşte büyük aydınlık fakat soğukkanlı ve objektif bakışta “aradalık” dokusu, hâlâ düşünme bakirliği taşıyor onun şahsında.”
Sürekli Değişen Harita
Herkesin bir haritası vardır. İçine her şeyi alabildiği bir haritadır bu. Ya da çember. Sınırlar. Yaşadıkça öğrenilen bir muamma.
Ömer Yalçınova, insanın zamanda değişen sınırlarını anlatıyor yazısında.
“Sanki kendi çemberimiz içinde doğar, büyür ve ölürüz. O çembere nelerin, nasıl girdiğini bilmemiz de imkânsız. Yalnızlığın da bu çemberle doğrudan ilgisi var. Yalnızlık duygusu, âdeta bu çemberin kanıtı gibi. Çemberin zorlanması belki aşkla olur. Bir de tabii ki imanla. Diğer türlü başka çemberlerle iletişime geçemeyiz. Akıl da bu konuda yetersiz kalır, ilim de. Belki iman ve aşka bir de şiiri ekleyebiliriz. Üçünün de kaynağı bence aynıdır. Din ile sanatın aynı kaynaktan çıktığını söyleyenleri çok da yabana atmamak gerekir. İkisi de çemberin dışıyla iletişimimizin yolları gibi görünüyor. Dinle kurulan sağlıklı bir ilişki, yani iman, Yaratan’la irtibatımızı sağlıyor ki bu, yaratılmış olan her şeyle irtibata geçtiğimiz anlamına da geliyor.”
Müslümanların Deizmle Teması
Muhammed Yazıcı, deizmi anlatıyor yazısında. Kafalar bu konuda çok karışık. Özellikle sosyal medya yaygınlaştıkça her türlü fikir zihinlere hücum ediyor. Doğruyu yanlıştan ayırmak için sağlam kaynaklara ihtiyaç var.
“Brahmanizm, Tanrı inancını kabul etmekle beraber nübüvvet inancını reddeden, yaratıcının seçtiği, İslami tabirle vehbî olarak makamına oturmuş bir elçiyi, onun o elçi vasıtasıyla gönderdiği vahyi reddeden bir inanç sistemidir. Bu haliyle nübüvvetin kurumsal görüntüsünü reddetseler de Allah’la kulları arasında kulların kesbine dayanan bir münasebeti kabul ederek modern deizmden ayrılmaktadırlar. İnanç sistemlerinin referans metni olan Vedalar’ı kendileri açısından kutsal kılan da bu bilgilerin kesbî olarak kendini yetkinleştirmiş kimseler tarafından alınmasıdır. Brahmanların kurumsal mahiyetiyle nübüvvet kurumunu inkâr edişlerinin üç temel sebebi zikredilir. Bunlar büyük oranda deizmin modern felsefî söyleminde de yer bulan argümanlardır.”
Hece, Sayı; 341
Hece dergisi 341. sayısında Edebiyat Ajansları ve Telif Hakları konusunu dosya olarak işlemiş. Dosya editörü; : Aslıhan Keleş Kurtoğlu.
Editörün Giriş Yazısından…
“Telif hukuku, karmaşık ve çok boyutlu yapısıyla yalnızca eser sahiplerini değil, hukukçuları da yakından ilgilendiren bir alan. Dosyamızda yer alan hukuki değerlendirmeler alan uzmanlarının, akademisyenlerin, hukukçuların katkısıyla oldukça güçlü bir panorama çizdi. Kanunun genel çerçevesinden hareketle, “eser” kavramının hukuki niteliği, özgünlük kriteri, yaratıcı emeğin sınırları ve manevi-maddi hakların kapsamı gibi başlıklar hem akademik hem de pratik yönleriyle ele alındı ve bu bağlamda alandaki bir boşluğu doldurduğumuzu düşünüyoruz.”
Nermin Mollaoğlu ile Söyleşi
Dosya Nermin Mollaoğlu ile yapılan söyleşi ile başlıyor. Mollaoğlu, telif hakları ajansı sahibi. Yani konunun uzmanı bir isim. Şu da bir gerçek ki birçok kişi böyle bir ajansın varlığından bile haberdar olmayabilir. Söyleşide Mollaoğlu, Aslıhan Keleş Kurtoğlu’nun sorularını cevaplamış. Hayatına dair notlardan sonra, ajansın işleyiş şeklini, çalışma alanlarını detaylı olarak anlatıyor Mollaoğlu.
“Evet, sonra ayrılıp Kalem Ajans’ı kurdum. Bizden öncesinde başka ajanslar da vardı Türkiye’de. 50 yıllık geçmişi olan ajanslar vardı ve onların işi daha çok yabancı dillerden Türkçeye kitap getirmekti. O dönemde Türkçe kitapların yurt dışına satılabileceğini düşünmüyorlardı.”
“Bizim, ticaretini yaptığımız şey daha çok bilgi. Özenli olmak gerekiyor. Hem söylediğinizin doğru olduğuna güven duymaları gerekiyor hem de sizin “network”ünüzün ne kadar olduğunu görmeleri gerekiyor.”
“İşleme haklarında e-kitap Türkiye’yi biraz teğet geçti çünkü o dönemde, yani bundan 15 yıl öncesinden bahsediyorum dünyada çok büyük büyümeye başladığında. Amerika’da bir dönem yüzde 15’lere kadar çıktı e-kitap kullanımı ama bizde hiç öyle yükselmedi çünkü bir sektörün oluşması için bunun bir rafta olması gerekiyor. Yani, eğer siz onu arz edemiyorsanız, talep de gelmiyor.”
Cahit Suluk – Yapay Zekânın Telif Hakları İle İmtihanı
“Bugünlerde teknolojik meydan okumalar karşısında yapay zekânın eğitimi ve yapay zekâ ürünleri bağlamında telif hakları, ilgili çevrelerde yoğun olarak tartışılmakta ve âdeta elbisenin kaç beden olacağına karar verilmeye çalışılmaktadır. Bu süreçte yapay zekâ, telif haklarıyla sınanırken, telif sahipleri de yapay zekâ teknolojisiyle imtihan edilmektedir.”
Dinçer Ateş- Fikrî Mülkiyete Madalyonunun Öteki Yüzü
“Yeni telif hakları yasası stratejik bir bakış açısıyla ele alınmalı. Yerel üretimin kalitesi ve gelişimi korunmalı. Uluslararası yasalara uyumluluk bahanesiyle, vatandaşlarımızın uluslararası fikir ve sanat eserlerine erişimi kısıtlayacak, küresel firmaların kurduğu tekeli ve hegemonyayı koruyacak düzenlemelerden uzak durulmalı.”
Tutku Mavi Erkılıç – Edebî Eserlerden Uyarlanan Sinema Filmlerinin Eser Niteliği
“Aynı veya farklı türden mevcut bir eserin sinema filmine dönüştürülmesiyle ortaya çıkan yeni eserin, sinema eseri olarak mı yoksa işlenme eser olarak mı korunması tartışma konumuzun esasını oluşturur. Bu sorunun cevabını ararken sinema eserleri özelinde öncelikle filme esas teşkil eden senaryonun sinema eserinden bağımsız bir eser niteliği taşıyıp taşımadığı tespit edilmelidir.”
Şu Sanat Dedikleri
Başka Bakış’ta Mehmet Solak, sanattan bahsediyor. Sanata, sanatın hallerine, sanat algısının çağrışımlarına dair yazmış.
“Sanatsal algılarımızı ve yönsemelerimizi önerme görünümlü dayatmalarla, indirgeyen ve ayrıştıran her türlü karşıtlamacı tasnifi reddetmek gerek öncelikle. Daha sarih bir sanat tanımlaması için bu elzem. O vakit, kişisel amaçları referans alan birtakım tanımlamalar kendiliğinden boşa çıkacaktır.”
Eşyanın Fısıldadığında Ayna Var
Tuba Dere bu sayı; “Âyine-i Pür- Tâb-ı Mücellâda Nihânız” diyerek aynalardan geçen bir yazı kaleme almış. Aynanın her haliyle yüzleşiyoruz.
“İsmini, cismini aşarak devleşmesi uzun sürmemiş zaten; estetik mana ve felsefi derinlikler yüklenmiş ayna. Hem uhrevi hem büyülü sayılan bu nesne, önce müspet ve menfi anlamlarla halk inanışlarına yerleşmiş, sonra mit, destan ve masallarda bir motif olarak yer almış. Hâlâ modern öykü ve romanda işlek bir metafor hatta leit motif; şiirde imge olarak kullanılır.”
Yakın Bakış’ta Mehmet Aycı Söyleşisi
Nuray Alper’in sorularını cevaplamış Mehmet Aycı. Söyleşinin merkezinde Aycı’nın Eş ve Karşı kitabı var.
Kitabın temel tezi şu: Türkçe, hiçbir ayrımcılığa meydan vermeyen bir evren inşa ediyor; ayrımcılığa müsaade etmeyen bir toplumsal bilinç imkânı sunuyor. Biz farkında olmasak da öyle. Son on yıldır düşündüğüm bir çalışmaydı bu. Okuduklarım, gözlemlediklerim, düşündüklerim kısa sürede kitaba dönüştü. Türkçeye çok vefa borcum var; Eş ve Karşı bu borçlardan birini ödeme denemesi. Bu yönüyle de “tezli” bir çalışma.
Şiirin Amacına Dair
Yunus Emre Altuntaş, şiirin amacına dair düşünmeye ve yazmaya devam ediyor.
“İkinci Yeni’nin kurucu isimlerinden Sezai Karakoç ise şiir anlayışını metafizikle yoğurur ve kuramsallaştırırken elbette şairi de bundan ayrı bir çerçevede düşünmez. Şairin arayışı çağlardan beri hakikat ve ebedilik üzerinedir. Şairin amacı -tıpkı Necip Fazıl’da olduğu gibi- Tanrı’yı aramaktır. André Gide, Rilke, Oscar Wilde, Rimbaud, Claudel, Tolstoy, Camus, Beckett, Materlinck gibi modern Batı edebiyatını inşa etmiş isimlerin devamlı surette metafizikle ilgilendikleri kanaatinde olan Karakoç, eserlerindeki ironik ve kaotik durumlarla ilgi çekmeyi başarmış olan Kafka’nın bile negatif bir metafizik içinde bulunduğu görüşündedir.”
İsmet Özel’in Şiirinde Savaş Gerçekten Bitti mi?
Abdurrahman Ekin, İsmet Özel’in Savaş Bitti şiirini detaylı olarak işlemiş. Özel şiirini okumak, anlamak, incelemek oldukça güç bir uğraştır. Ekin, bu işin üstesinden hakkıyla gelmiş.
“İsmet Özel’in “Savaş Bitti” şiiri, savaş sonrası dünyada birey ve toplumdan izler sunar. Hangi savaş sonrasında şairin dokunduğu meseleler yaşanmamıştır ki? Yıkım, kaos ve güvensizliğin sebep olduğu onca şey belki bir savaştan bile ağırdır insanoğlu için. Bu yüzden şiir, barış propagandasından uzak durur. Dizeler, savaşın yarattığı belirsizliği ve bu belirsizliğin birey üzerindeki etkisini farklı bir düzleme taşır.”
Ve finalde gelen o büyük soru: “saklı kim biz sırlı kim biz kimdir sığıntı biziz” Şair, insanın kendini tanıma çabasının hem cevapsız hem de sonu gelmez olduğunu haykırıyor âdeta. İnsan bir misafir gibi, bu dünyada kendi varlığına ait hiçbir kesinlik bulamayan birine dönüşüyor. Kendi gerçekliğini çözememe ve aidiyet arayışı bir sonuçtan çok, yolda kalmışlığın sürekli yinelenen bir deneyimi… “sığıntı biziz”.
Hece’den Şiirler
saracenler diyor haçlılar o vakitler inanç zırhını kuşanıp
meydanları ölümüne dolduran müminlere – şimdi ise
adanmışlıkları ile nuri pakdil ve sezai karakoç ne kadar
benziyorlar değil mi yahya sinvar ve ismail haniyeye
bizse döndük kıyamet koparken seyir terası seyircisine
Hüseyin Atlansoy
Göğe kalkan ellerle birlikte göğse düşen başları
Göğü orada görenleri gördükçe sohbeti uzatırım
Kır çiçeklerinden müzikler çalan
Allah’tan başkasından yağmur
Beklemeyenlerden müzikler çalan
İşte onların şarkılarından dinledikçe sohbeti uzatırım.
Said Yavuz
Bak! güneşimiz vardı göğsümüze bastırıp
kuruturduk günleri, yani güneşimiz işte
müteahhitler istimlak etmeden önce
Salça ömrün bahanesi bu ocak hep tütsün
başka ne isteriz, bir ateş yakarız ısınır
bir ülkenin haritada görünmeyen yerleri.
Ahmet Edip Başaran
Bazı anlar vardır an’ların içinde bazen
Haksızlık sandığın, kendinle karşılaşmak
Pişmanlık uğultusuna teslim olur sesin
Don Herold’a daha çok papatya ve rüyalar
Suçsuzluğumuzu kim bağışlayacak dersin?
O şiir Borges’in değil, o ses ve o mesafeler
Güven Adıgüzel
insan dediğin bölünmüş saatlere ertelenir
sinir ihlali sayıldığında doğum günleri
şiirin ateşkesi olarak geçilirken kayda
paraflanmış tebessümler biyometrik iyikiler
zaman aşımından düşülür gözden insan dediğin
SinanDavulcu
bir pelitin son nefesi duman olur tüter bacalardan
ağaç motorlarının sesi soğuk bir türkü gibi uzaktan
erkenden tüner kadınların hayallerine ayaz
solmuş tülbentlerle örtülmüş omuzlarına
haber bültenlerinde yer verilmeyen gözlerine
tüner yuvasını terk etmiş tüm kuşlar
M. Ali Özdoğan
Cebine gizlediğin bir çift güvercin başıyla
bir madalya düşlüyorsun zeytin dallarından.
Çünkü uğruna yaşanacak yığınla sıfırın,
çarpışmaya değmez onda dokuzların,
heybende seni yurttaş kılacak belgeler var
ve semiz atlar dehleyen ağır konukların.
Rıdvan Kadir Yeşil
Hararet, 7. Sayı
Hararet, demini almış bir hâlde yoluna devam ediyor. Baharı 7. sayısı ile karşılayan dergi ne söylediğini bilen kimin yanında durması gerektiğinin idrakinde olan bir derdi. Derginin toplamına baktığımızda derdi olan bir dergi olduğunu anlamak mümkün.
Editörün Takdim’inden…
“Fakat asıl değinmemiz gereken konuya gelelim. Sınır kavramı, son dönemlerde o kadar ayağa düştü ki, bunun sebebi aslında bu kavramın değersizleşmiş olmasından kaynaklı. Dünya genelinde bütün yayın organları sınırların öneminden bahsederken, aslında bunun bir değersizleştirme gayreti olduğunu görüyoruz. Gerek sürekli korunması gerektiği vurgulanan ancak yıkılması için her türlü oyun oynanan ülkeler arası siyasi sınırlar, gerekse de toplumları ayakta tutan ve adeta iskeleti oluşturan kişisel sınırların her geçen gün yıkılmaya çalışıldığını, tüm bu değersizleştirme politikalarına rağmen görüyoruz. Erkek ve kadın arasında önce eşitlikten bahsedip, ardından bunu eşitliğin de ötesine taşımaya kalkmak en hafif tabirle ahlaksızlıktır.”
Çocukların ve Delilerin Hatırına Dönen Dünyada
Dünyanın iki güzel ve sahih yüzüdür deliler ve çocuklar. Gerçekten seven, kötülük nedir bilmeyen, kendi gibi yaşamanın ustası… Dünya iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor denir ta tam da o noktada duran iki derviş yürek… Hatice Tuğçe Kaval, çocuklara ve delilere dair yazmış.
“Küçük ihtiyaçların büyüdüğü yaşlılık dönemindeydi artık… Büyük kötülüklere yol açan iyilik arayışlarından vazgeçmişti. Bir evin penceresi olma hayalini de geride bırakmıştı. Susmak, en büyük şarkıydı aslında. Çocukların küçük kurşunlarla öldürülmediği bir dünya dilemişti yıllarca. Kararlıydı, elini vicdanına koyduğunda iz bırakanlardandı Çünkü her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olamazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dilde, bakışların yüzde birer izi vardı… Bu dünya, çocukların ve delilerin hatırına dönüyordu aslında. Bilmediği renklerle doluydu dünya ve ne tarafa dönse bu renklerin nereden geldiğini bulamıyordu. Onun hikâyesinin önünü, ondan evvel kaleme alınmış hikâyeler tıkıyordu. Ama inançla, olanca ağırlığıyla okumaya, dilsiz kelimelerin dili olmaya devam ediyordu.”
Yağız Gönüler ile Hasbihal
Hararet, Yağız Gönüler ile yeni kitabı Çocuklar İçin İstanbul Tasavvuf Atlası hakkında hasbihal etmiş. Her satırında İstanbul sevdasını hissedebileceğiniz özgün bir çalışma ortaya koymuş Gönüler. Çocukların kalbine dokunan her cümle kıymetlidir. İstanbul ve tasavvuf bağlamında çocukları merkeze almak da oldukça kıymetli bir bakış açısı. Hasbihalin soruları Tuğba Karademir ve Meryem Büyükekiz’den.
“İstanbul’u merkeze alan bir kitap yazmak, bu şehre âşık olduğumu tam manasıyla hissettiğim yıllardan itibaren hep vardı. Ama bunu çocuklar üzerinden hayal etmemiştim. Biraz zaman, biraz da ansızın gelişen şeylere olan hürmetimiz, bu kitabı ortaya çıkardı. Her zaman gittiğim, soluklandığım, nefes aldığım, ziyaret etmekle safa bulduğum mekanları çocuklara anlatmak düşüncesi başlarda büyük heyecan verdi. Yazarken zorlanacağımı düşünmedim desem, o da yalan olur.”
“Ruhun gizemini çözmek mümkün değil. Ama âlem-insanAllah dairesini bir nebze anlayabilmek için pek çok ilimden yararlanmak gerekiyor. Sanatı da yoldaş edinmek lâzım, es geçmeyelim. Psikoloji de insanı, ruhu, bedeni ele alan yapısıyla her zaman ilgimi çekmiştir, her zaman okuduğum bir alan olmuştur.”
Ayçin Kantoğlu ile Dile ve Filistin’e Dair Hasbihal
Derginin ikinci söyleşisi dil ve tercüme çalışmaları ve mazlum coğrafyalara verdiği yürekten destek ile tanıdığımız Ayçin Kantoğlu. Dilin ve tercümenin inceliklerini dersi hassasiyetinde ele almış Kantoğlu. Elbette mazlum coğrafyalara da içten bir selamı var.
“Edebiyatla ilişki kurmaya çalışan yazar adaylarına, dilin gücünü ve önemini anlatmak çok kıymetli bir sorudur. Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir düşünce şekli, bir kültürün taşıyıcısı, duyguların, düşüncelerin ve hayal gücünün ifadesidir. Dilin doğru ve etkili kullanımı, bir yazarın en önemli araçlarından biridir.”
“Filistin meselesi, bir halkın var olma mücadelesi değil yalnızca, aynı zamanda bir insanlık mücadelesidir. Buna göz yummak, susmak, ya da başımı başka yöne çevirmek, duyarsızlık içinde “benim meselem değil” demek, bir insan olarak varoluşumu küçümsemek gibi geliyor. Toplumsal sorumluluk sadece bazılarının değil, herkesin meselesi.”
Bir Uyanış Münadisidir Akif
Mehmet Akif’ten bahsetmenin zamanı, şartı, kuralı olmaz. Her şart ve zamanda Akif’i anlatmak gerek. Anlattıkça daha iyi anlaşılacak bir yüreği vardır çünkü onun. İbrahim Gürel, Akif’i anlatıyor yazısında.
“Geride bir isim bırakmak güzeldir. Silinmeyecek bir iz bırakmak daha da güzeldir. Temiz Tahir’in oğluydu o, paktı. Fani âleme ötelerden baktı. Sancılı çağda kıvranan kadim coğrafyanın sesi, soluğu oldu Mehmet Akif. Nicedir uyuyan, uykuya kanmayan milletine ışık oldu karanlık şafaklarda titreyen ruhuyla. Topyekûn direnişin çerağı, rengini şehitlerin mukaddes kanından alan şanlı sancağın yaldızı oldu. Yalnız istiklâl şairi değil, istikbalin kılavuzu oldu Akif.”
Ömer Erinç Şiiri İçin 12 Başlık
Ömer Erinç’in toplu şiirleri nihayet okur ile buluştu. Ben de Erinç’in bu beklenen kitabı hakkında Şiraze dergisinde yazmıştım. Şiiri ciddiye alan, şiirini bir iç dökme mekânı olarak gören, titiz ve özverili bir şairdir Erinç. Son yıllarda yeni şiirlerine rastlayamasak da Yitiksöz dergisi ile gönüllere dokunmaya devam ediyor. Fatih Demirdöğen, Erinç şiirini on iki başlıkta ele almış.
“Ömer Erinç şiirinin köklerini, öz olarak Sezai Karakoç’ta, biçim olarak Nuri Pakdil’de aramak gerekir. Bu iki yol göstericinin geleceğe bırakılmış mirasından başlar Ömer Erinç’te şiir. Mirasın ortak kavramlarından ikisi inanç ve insan ise ortak kaygı da memleket insanı ile inanç arasında açılan büyük aralığı sanatın, edebiyatın imkânı ile kapatmaktır.”
“Karanfil, başak, gelincik, ceviz, reyhan, çınar, gürgen, zambak, şebboy, gül, reyhan gibi çiçek ve ağaç isimleri ile hayrete çağrılan benliğe nefes aldırır şair. Böylece güzelliği idrak ederiz. Dizelerle derinleşen bu imgeler tutunacak taze bir sürgün dalıdır.”
“Aksa, Kudüs, Filistin bize kendimizi gösteren birer aynadır. Aksa’yı, Kudüs’ü, Filistin’i savunmak kendimiz olmaya çalışmaktır. Savunma hattından kaçmak ise kendimize yabancılaşmaktır. İnancımıza yönelik hakikilik düşüncesi için tutkulu bir savunmanın mekânıdır Aksa, Kudüs ve Filistin. Bu savunma en azından bir tefekkür hâli olarak mütemadiyen zihinde tutulmalıdır.”
“Türk” Algısı ve Sınırlar
Türk kavramını sıradan bir millet adı olarak görmek yanlış kurulacak tüm cümlelerin başlangıcıdır. Türk, özü ve sözüyle, geçmişi ve inşa edeceği geleceği ile dünyaya karşı takınılan tavrın da adıdır. Faruk Sarıkavak, Türk algısı ve sınırlar üzerine yazmış. İçi dolu, temeli sağlam ifadeler var yazıda.
“Dış güçler, önce sizde bulunan ve kendilerine muhalif gördüğü şeyi zorla almak ister. Fakat başaramazsa, o şeyi, sizin gözünüzde değersizleştirir. Tıpkı Türkçe gibi, Türklük gibi, Müslüman olmak gibi…”
“Deist ya da ateist olduğunu söyleyen bu güruhu incelediğimizde, kendilerine gerekçe olarak belli başlı ayetlerin yahut hadislerin (ama en çok o ayetlerin) “kusurlu” olduğunu söylerler. Ve ne hikmettir ki yıllardır aynı safsataları savunurlar. Birçok din alimi tarafından bu soruların cevabı verilmesine rağmen, ateist ya da deist olmak, Müslüman olmaktan daha “cool” ya da daha “marjinal” olduğu için bu yolu tercih ederler.”
Hararet’ten Öyküler
Mahmut Can Bebek- Vargit Ölüm
“O kadar ayazdı ki hava abisine uğramayı ertelemeyi düşündü Kemal. Bir an önce eve gidip sobayı yakmayı tahayyül ediyordu. Sıcacık evde uyumanın hayali. Emine’yi düşündü yine. O olmadan eksikti, yarımdı. Ne vardı onla beraber inseydi, çocuk daha küçüktü, illa her dediğini de yapmak mı lazımdı yahu… Burundan derin bir nefes verip yol ayrımına geldi. Abisine mi gitmeli, evine mi? Eve gitmeli. Emine fiziken orada olmasa da ruhen oradaydı. Çok özlemişti.”
Yunus Kemal Aydoğan – Gölgeler
“Soluk soluğa koşuyordu. Bir eli sancıyan böğründe, her dönemeçte arkasına bakıyordu. Gölgeler… Atlatamıyordu bir türlü onları. İstanbul’un en izbe sokaklarında bile kurtulamıyordu onlardan. Durdu. Bir sokak lambasının direğine dayadı sırtını. Düşündü. Kimi rüyalarda muhakeme yeteneğini kaybetmez insan. O da pek âlâ bunun bir rüya olduğunu kavrayabiliyor, mânâ sına varmaya çalışıyordu. Hâlâ körük gibi inip kalkerken ciğeri, düşündü: Peşimdekiler kim? Gölgeler. Evet. Kara kara siluetler. Nedir bunlar? Benden ne istiyorlar?”
Melek Ninovaoğlu- Sekiz Buçuk
“Hey, hey çocuklar üzerime düşeceksiniz ve neredeyse devrilmeye hazırım çoktan. Biliyorum, gölgeleri birbirine değse savaşmaya hazırlar. Yolun aşağısı dere her bir iç çekişimle ruhumda biriktirdiklerimi parçalar halinde kimsenin tanıyabileceği anılara rastlamaması için bulmaca gibi karmaşık halde dağıttım. Durduğum kapıda biri öldüyse iyi birer anımı, durduğum başka bir kapıda iyi biri yaşıyorsa ona da kötü bir anımı anlatıp geçtim. Ömrümü aşan anılar böylelikle silinir, umuyorum. Cümlelerle tamir işi bilirim boşuna demiyorum.”
Fatmagül Erol – Gözler
“Her gece gördüğü bu yüzde onu ürküten bir şeyler vardı. Aynaya ne kadar bakarsa baksın alışamadığı bir şeydi… Aynaya biraz daha yaklaştı; gökyüzü kadar berrak bu mavi gözler yüzyıllar önce ölen bir tanıdığına aitti ve hâlâ aynı suçlayıcı bakışlara sahipti. Korkuyla bir şeyler mırıldanarak geriye çekildi… Hayır, onu öldürmemişti.”
Hararet’ten Şiirler
Bazen olmaz
Salâsı dahi okunmaz gidenlerin
Bir gece ekspresinde
Dönüşü olmayan biletlerle
Hiç yaşamamış farz edilir
Unutmanın faziletiyle büyülenir âlem
Yok saymak, en büyük cezadır oysa ki…
Zaman Yolcu
çemberi daralıyor insanlığın
umudu çağıran bütün gözlerden yoksun şehirler
kim bilir hangi sofra babasızlığın ardına kuruldu
yada hangi yakup yusuf korkusuna tutuldu
ben bu şiiri yazarken
Samed Kablan
dua gören türbelerde başladı nisan hazırlığı
sen geldin yaşımı üstüme alındım bu yıl
suya adını veriyor sabahı bekleyen ezan
göğsümde merhamet Türkçe çiçek demeti
ve yalnız Allah’a anlatınca geçen ağrılar
Cengizhan Konuş
Yediiklim, Sayı: 422
Yediiklim dergisi 422. sayısına güzel haberlerle, rivayetlerin gönüllere dokunan yanı ile giriyor. Aslında her şey umut etmekte ve gül aydınlığının bereketini diri tutmakta. Güzel günler gördüğümüzü unutmamak ve o günleri tekrar yaşamanın isteği ve azmiyle yaşamaktır esas olan.
“Anlatısını kaybeden geçmişini yani belleğini, geleceğini ve yönsüzlük problemi belirdiği için de istikametini ve şimdisini kaybeder. Tarih kelimesinin etimolojik kökenini inceleyen kimi teorisyenlere göre tarih (history), onun hikâyesi (his story) kelimesinden gelmektedir. Bazı tarih felsefecileri tarihin de edebiyat gibi kurgusal bir metin olduğunu söyler. Bu açıdan tarih de bir anlatıdır, onun hikâyesidir. Onun hikâyesi ise genel olarak kazananların hikâyesidir elbette.”
Romana İçten Bakış
Roman, Türk ve dünya edebiyatın en çok rağbet gören türü. Okuma eylemini roman okumak olarak algılayanlar o kadar çok ki. İsmail Kıllıoğlu, romanın tarihini geniş bir yazı ile ele almış.
“Dünya edebiyatının ilk büyük romanı sayılan Cervantes’in Don Ouijote’si (1605), eski romansların yapısına bağlı görünse de, aslında bunların bir eleştirisidir. Dolayısıyla şövalyelik çağının çoktan bittiğini, sıradanlık çağının başladığını bildirir.”
“Roman, belli bir tarihi veya coğrafi çevre içindeki bir küme insanın başından geçenleri, bunların iç ve dış yaşantılarını belli kronolojik, mantıki veya sanatsal ilişkiyi gözeterek tahkiye eden ve belli bir uzunluğu aşan anlatılar için kullanılır. Edebi türler arasında en yenisi olan roman, matbaanın bulunması ve görece en geniş bir kentli okur kitlesinin ortaya çıkmasından sonra gelişmiştir.”
Roni Margulies’in Siyonizm Eleştirileri
Mahmut Babacan, Roni Margulies’in Siyonizm Eleştirileri isimli yazısı ile Yediiklim’de. Bir Yahudi’nin Siyonizm eleştirisi oldukça dikkat çekici bir konu. Birçok yazarın görüşleri ışığında Margulies’in İsrail eleştirilerine şahitlik ediyoruz.
“Margulies’in İslamcılıkla ilgili değerlendirmeleri zaman içinde mutedil bir konuma gelmiştir. 1993’de yazdığı Malcom X’in Paylaşılamayan Mirası başlıklı yazısında Malcom X’in devrimci, Müslüman, siyah bir Amerikalı olarak tanımlanabileceğini belirtir. Malcom X’in mirasına ayrılıkçı siyahların, sosyalistlerin ve radikal Müslümanların sahiplenişinin anlamlı olduğunu vurgular. Türkiye’deki İslamcıların Malcom X’i İslam şehitleri arasında anmasının tutarsızlık olduğunu belirten Margulies’in bu yargısı, kapitalizme karşı direnmeyi, ezilen kitlelerin özgürlük ve eşitlik taleplerini sosyalizme has kılma cimriliğinden kaynaklanır.”
Bir Tür Güç Fetişizmi Olarak Glasyatör Dövüşleri
Ömer Hatunoğlu, gladyatör döğüşlerini farklı bir perspektiften ele almış yazısında. Yapılanların sadece bir döğüş olmadığı muhakkak. Yazıda, hayatın her alanında karşımıza çıkan güç gösterilerine de göndermeler var.
“İnsanlık o kadar farklı süreçlerden geçerek bugüne geldi ki yer yer artık geriye dönüş olmaz diyoruz. Ama acaba yanılıyor muyuz? Gerek Batı’nın gerek insanlığın insanlık adına önemli adımlar attığı, medenileştiği, egosantrik alışkanlıklarını sorguladığı kesin. Ama zaman zaman öyle acılar yaşıyoruz ki bazen ümitsizliğe de düşmüyor değiliz. Batı en azından kendisi, kendi halkı için birtakım insani standartları yakalamış durumda. Ama Batı-dışı toplumlara sıra gelince geleneksel kodlar tekrar devreye giriyor. Dün Japonya, Vietnam, Bosna, Afganistan ve Irak’ta yaşananlar, bugün Filistin’de yaşananlar Batı’nın kendi dışındakilere eşit ve insancıl bir bakış açısıyla yaklaşmadığını net bir şekilde gösteriyor. Maalesef ki bugün Gazze bir arena ve bütün insanlık da seyirci konumunda. Bu vahşete alkış tutanlar var; fakat güzel olan şu ki Roma’da güç fetişizmine gönüllüce yahut korkuyla ortak olan halk bugün için daha insani bir düzlemde duruyor ve muktedirlerin yüzüne yapılan zulümleri dünyanın her yerinde yüksek sesle haykırıyor. Bu da bizleri insanlık adına az da olsa ümitlendiriyor.”
Haris El- Muhsâsibîye Göre Akıl ve Ahlak
Mustafa Harun Şahin, Haris el-Muhsâsibîye Göre Akıl ve Âhlak isimli yazısı ile dergide.
“Özetlemek gerekirse başlangıçta Muhasibi aklı bir gariza saymış ve onu teakküle indirgenmiş bir şekilde tanımlamıştır. Bu onu akıl ve nübüvvet ilişkisinde meşai gelenekten ayırmakta ve ehli sünnete muvafık kılmaktadır. Bir diğer önemli husus akıl ve ahlak arasında bir ilişki sağlanması sonucu tasavvufun diğer ilimlerden ayrılmasıdır. Aklın yetkinliği ahlaki yetkinliğe bağlıdır. Allah’ı akletmek meselesiyle tasavvufun iman-amel ile ilgili görüşünü belirlemiştir. Sonuç olarak Muhasibi bir akıl risalesi yazarak ve aklın ne olduğunu ne olmadığını ve ne işe yaradığını tespit ederek önemli bir şey yapmıştır. Zira bu risale Müslüman düşüncenin hicaz sonrası dönemde karşılaştığı kriz sürecinin bir parçasıdır.”
Yediiklim’den Öyküler
Mukadder Uçar Beyoğlu – Bir sivri Sinek Bir Yeşil Kurbağa
“-Biliyor musunuz Suat Hanım, ben hiç deli görmedim! Ne devlet başkanlan ne seçilmişler ne peygamberler hatta kendini tanrı ilan edenler gördüm ama hiç deli görmedim. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Bize çoğunlukla gerçek hastalar gelmez, gerçek hastaların hasta ettikleri gelir. Ayrıca unutmayın ki, siz onu nasıl anormal görüyorsanız o da sizi normal bulmuyor. Ne yapın ne edin onu ikna edin. Ah, buraya bir gelse ne güzel olurdu! Şöyle karşıma konforla oturup bir kurulsa! Onun istemesi gerekir; onda bu farkındalığın oluşması ve bir şeylerin ters gittiğine onun inanması gerekir. Biz ne biliyorsak ne konuşuyorsak bu düğümün çözülmesinde ana damara ulaşamıyoruz.”
İbrahim Ateş – Turuncu Bisikletim
“Kimi anlar kaybolmak istiyordum. 0 anlarda yer yarılsa da içine girsem diyordum. Yer yarılmıyor, akşamlar yerini serin sabahlara bırakmıyordu. Arkadaşlarımın alaycı bakışları, dağ kayalıklarına değen su tanesi gibiydi. Ağır ağır akan ama kalıcı hasar bırakan bir serçe ürkekliğinde atan kalbimde.”
“Yine de yeni hayatımda nedense her şey yapay geliyor. Geçmişin izlerini bir türlü atamıyorum üzerimden. Bir yumru olup kalıyor boğazımda geçmişim. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilememenin telaşı içindeyim. Bitmez bir kavganın güreşe doymayan mağlubuyum. Değişmez bir kaderin libası üzerimde. Zevahiri bambaşka olsa da, ruhunu tanıyanlar için bedeni aynı kalan küçük bir çocuktum. Tıpkı çalınıp değiştirilmeye çalışılan turuncu bisikletim gibi.”
Ayşe Koç- Bir Adam
“Kanımın hareketini kendi gözlerimle gördüm. Ya ölü ya yaralı, birine karşı kazanmış hissetmek için bekledim. Öyle iğrenç bir şeydi ve bunu öyle sevdim ki. Kendimden utandım. Dudaklarımı ısırdığımı fark edince hemen bir adım geri attım. Sanki biri beni görmüş ve ne kadar vahşi olduğumu anlamış gibi çekindim. Yüzümün bir kısmını ceketimle kapattım. Çember daha çok daraldı. “İki yüz metre ötede bir bedene ulaşmışlar.” Telsizden haber geldi. Kanım hoplayıp durdu. Gözlerimi ovuşturdum. Avını bekleyen aslan gibi omuzlarım dikleşti. Tüylerim diken diken oldu.”
Yediiklim’den Şiirler
gözlerimizle konuştuk
dilin kifayetsizliğinden değil
hep uzaklara bakmaktan
eskidi uzaklıklar yoruldu zaman
bana çokça umut gönder
Arif Ay
Gözle görünenin ardına
Düşeyim diyeceğim ama
Söyler misin can kuşum
Gizemli tarlasında dünyanın
Gelinciklerden haberin var mı?
Nurettin Durman
Bir ceylanın yüzünde dinlenirken gözlerim
Çoğalırım yüzlerce
Yeni sayfalar açılır yüzünde
Abıhayat olur içtiğim son damla su
Yükün ağır, yollar taşıyamaz demiştim
Ağır bir yalnızlık bırakırsın geride
Her gidişinde
Bedri Mermutlu
Bilmesine bilirdim yetişemeyeceğini
Baharın ilk haftasına
İllet öyle böyle değil ya
Fakat nedir bana bu kadar tesir eden
Kasımpatılar mineler yeşermiş
Ben onları seyrederken?
Abdurrahim Cavit Özcan
Yıldızların arasına dokunduğun bir nefes,
Aşk dediğin Levh-i Mahfuz’un mühürlediği sırdır.
On üçüncü geceye benzer ruhunda her heves,
Ve o gece parlayan, gönülden akan ışıktır.
Bir gün bu ışık solar, Ay da çekilir sessizce,
Geriye bir gölge, bir Nergis kalır, bir yankı.
Kimi üçü beklerken, on üçü taşır gece,
Ve her sevda göğünde saklar bu ince akı.
Zeynep Afra Çalışkan
Bir Nokta, Sayı: 280
İnsanın bir muamma olduğuna dair Mürsel Sönmez’in notları ile başlıyor 280. sayısına Bir Nokta dergisi.
“Her şey ve yerde tecellîger olan Hakk’ı bilip inanma yetisi, temiz kalp ve akıl, merhamet ve sevgi, dostluk ve dayanışma, Hakk’ın belirlediği hak ve doğruda sebat, yanlışa direniş, hakikate sadakat ve sabır, ahlâkî çizgi ve o yönde bir hayat tarzı ve tüm bunları benliğinde dupduru yansıtan bir güzellik. Bir de bu noktadan daha ilerisi var ki, o da; insan ruh köküne yakınlaşma, beşerî çeperi aşıp sonsuza katılma düzeyi. Tam tersi olarak sanatsal yaratıyı iblis’le koalisyon kurmak olarak algılayanların hali ise fecaat.”
Karakter Atlasımız ve Tekâmül Sınırları
İnsanın dünyadaki varlığı bir oluşumun tamamlanma aşamalarını gösterir bizlere. İnsanın gelişimi ile dünyanın geldiği nokta arasında sıkı bir bağ vardır. Hayrettin Taylan bu bağı tekâmül sınırları içinde ele alıyor.
“Yaşadığımız her olay, karşılaştığın her insan, öğrendiğimiz her şey, gördüğümüz, izlediğimiz, hissettiğimiz, yaydığın frekansın karşılığıdır. Her insan bu özel yaratımla duygularıyla, ruhlarıyla, zihinleri arasında bir bağ kurar. Allah her şeyi bir sistemle yaratmıştır. Bu sistemin kullanma kılavuzu da insanın içinde gizlenmiştir. İnsan; kendisini, özünü, derinliklerinin farkında olmalıdır. Çevremizden oldukça fazla etkileniyoruz. Küçük bir etkileşim bile domino taşı etkisi yapar. Birçok çevremiz var. Sosyolojik çevre, aile çevresi, toplumsal çevre, dinsel çevre, algısal çevre, öğretisel çevre gibi uzayıp giden çevrelerimiz vardır.”
İnsanın Kimlik Arayışı
İnsan için belki de bir ömür süren bir mücadeledir kimlik arayışı. “Ben kimim?” sorusunun cevabını bulmak insanın kendini bulması demektir. Yavuz Osmanoğlu, insanın kimlik arayışını anlatıyor yazısında.
“İnsanın varoluşsal kimlik arayışındaki yönelimi toplum içinde var olan kavramsal kalıplarla beslenerek olgunlaşır. Bu beslenme sonucunda, insan sadece kendisini çevreye göre konumlandırmaz, aynı zamanda doğayla ve diğer insanlarla kurduğu ilişkiyi de belirler. Sorumluluk bilincini esas alan bir bakış açısı, dünyayı daha yaşanabilir kılarken, yalnızca fayda odaklı bir anlayış, kaçınılmaz olarak bireyi, kültürü ve toplumu tükenişe sürükler.”
Sızılarını Yazmak
İnsan, acıyan yanlarının çok da farkında olmadan yaşar. Bunun farkına vardığında sızılarının daha da depreştiğine şahit olur. Bu büyük bir arayıştır. Lamia Mizaç, sızılarını yazmış.
“Gönlümün soğuk duvarları kararsız kuşlar kasabasıydı. Yine karar veremiyordu ve üşüyordu. Hayallerini gerçekleştirmek için daha fazla gayret göstermeli miydi yoksa, çoğu defa yaptığı gibi gösterdiği gayreti saklamak için sıkı sıkıya kapatmalı mıydı kalın perdeleri arada havalandırmayı ihmal etmeden.”
“Diyar diyar dolandım, gidemedim kendimden, diye söylendi.
Dağsızım diye hayıflandı sırtını dayamaktan yana.
IrmakSIZIM diye acıdı içi, sudan sebepten yana
Şiirsizim diye inledi kelimelerin varlığına şükür, nazlı olanı sabır diyerek, gözleyerek yolunu, geç kalanların.”
Bir Nokta’dan Öyküler
İbrahim Yarış- Kar Kış Kaçış
“Yollar kapanmış, belki yaza anca açılacak. Telefon yok, telgraf yok, mektup yazsan kiminle göndereceksin? Sizin anlayacağınız bekleyip dua etmekten başka bir çare yok. Bir gün iki gün haber yok. Kasabada kaldıysa ne ala zaten yola çıkmamıştır ve hayattadır. Ancak yola çıktılarsa mutlaka yolda kalmıştır. Gelebilmesi imkânsız.”
“Çocuklar bu maceralı kaçış planıyla hayatlarına gelen heyecanlı saatlerin etkisiyle şaşkınlığa düştüler. Bu kadarını onlar da beklemiyordu. Fakat onlara çok iyi gelmişti bu firar. İlk gençliğin ihtiyacı olan o adrenalin salgılanmıştı. Büfelerden yükselen tost ve döner kokuları arasından geçerek ilerlediler.”
Mustafa Alagöz – Yuva Oteli
“Rahat bir nefes aldım, kamburumu düzelttim, sırtımı sandalyeye serbestçe yasladım. Sonra neden banyo yapmadığıma hayıflandım. Lobide hal böyleyken, tekmil esnaf çay içip sohbette dalmışken diğer tarafta müdüriyetin duvarındaki Tebriz halısında bir atlı terkisine aldığı kızı kaçırmaya devam ediyordu. Menzilindeki dağlar çok uzak olacak ki atın ayakları yerden kesilmiş, uçtuğu halde yol bitmemiş, saray muhafızlarından henüz kurtulmamışlardı.”
Bir Nokta’dan Şiirler
yeni cumhuriyetçiler, balo severler, modern ve ılıman …cılar
bakın ne güzel dünya: makam araçları, riba ve şuh kadınlar…
geceleri siyah tülden elbiseleriyle çekici,
etten kemikten ve cesetlerden geçerken bir buldozer
ilişkisi yok ve ruh durumu müsait,
elinde sagarla sosyalleşerek yaş günlerini kutlayanlar,
çağın rengine ne kadar uyuyor!
ve gözleri tamamen kapalı, kalpleri saf pırlanta
bu cephe çökmüş hedonist hazların gösterişiyle
burası yenilginin başkenti bu dünya hayatı tatlı sahiden, ümit sizsiniz
Ercan Ata
bu işletilmemiş yalnızlık, sabahta ısrarcı kırağı
biraz yürüsek mermer koleksiyoncusu adımlar da gelecek
parmaklarımız harfleri ha öptü
ha öpecek, kronik klavyeler korkutuyor beni
elbisene dokunan ter güllerinden ürküyorum
sorular alıp da başını gideli cevaplar sorgulanıyor
Sinan Davulcu
Elimde bir balta ile bitpazarında incili kaftandım, yandım
Ağaçlar saksağanların uğultusuyla uykudan hayırlı uykuydu
Güvercin imsakiyle bin yıl ömür dilerim, küstüm yastığı çile
Kâbe’mi yıktı ejderhalar, son dakika ilk elden gülümsemeler
Yasemin Kuloğlu
Bahanemdir en derin kuyularda tül tül aynalardan bu uyku nemi
O zeytin dalından, pencerenden, bir gölge ceviz ağacından
Bir hazırlık bu başka yüzlerde suyu tutmak gibi
İçimde bir ceylan dağların rahminden bir taştan bir taşa
Unutulmuş bir yaz için suya batıyor yüzümün gölgesi
Beni büyüten sır çocuk dizlerimdeki yara
Bu suyun alnı üzerinde ay batmış evin manası
Ahengine kandığım ırmak saçların değildi öncesi Allah
Burhan Tuz
Altın tepside sunulmuyor hayat herkese
Kimine dağ tepe meşakkat kimine dikensiz gül bahçesi
Şükür duraklarında dura dura varılan kavî sabır kalesi
Öğretir bu beldenin hiçliğini rağmen mebzul tantanaya
Sürülecek yol odur ki, ulaştıra emaneti sâlimen karşı yakaya
Erol Yılmaz
getirmiş
dünyanın döndüğünü
ama neyin etrafında kim bilir
arkadaşlarımın acemi gençliğini
vurduğumuz yumruğu grinin morarmış gözünü
tüfek borcumuz olan duvarları
veremli öksürmelerin mendilini
henüz okunmamış mektupları
sabah alnından öptüğümüz düşleri
yokuşlara inat koşan balıkları
ağladığımız türküleri
Kazım Gök
Bana bir şeyler kat ekmeğime katık, sesime nefes
Issız bir adaya düşersem ya da ıssızlığına hayatın yanıma
alabildiğim üç şeye gerek kalmadan yaşamak ol bana
Sesime heves kat, çoğul cıvıltıları duyur kuşlara karışayım
Kelimelerin çağıltısında tekil çağrışımı unuttur işte
Özlem Eylül Öz