Muhit’te Gökhan Özcan Söyleşisi

52. sayısıyla karşımızda Muhit dergisi. Bu sayı dergide Gökhan Özcan söyleşisi öne çıkıyor. Söylediği her cümleden ayrı bir hisse alacağımız isimlerdendir Özcan. Bu söyleşide de öyle.“Denizi Yutan Balık” kitabından hareketle Mustafa Özel’in sorularını cevaplamış Özcan.

“Bende bazı çağrışımları var yan yana duran bu kelimelerin, ancak tam da zihinlerde böyle sorular bıraksın diye düşündüğüm, açık uçlu bırakmayı tercih ettiğim bir ifade bu. İstedim ki herkes bu ne demek diye üstünde biraz düşünsün. Söylediğiniz gibi kitaptaki bir yazının içinden çıktı. Ben doğaçlama yazan biriyim, bu oyunu seviyorum; zihninize birtakım ifadeler düşüyor ve bazen siz de dönüp üstünde düşünme ihtiyacı duyuyorsunuz.”

“Hiçbir hadise, hiçbir söz, hiçbir insan, yaşanan hiçbir şey, hissedilen, akla gelen, dile dökülen hiçbir mana asıl büyük hikâyenin bir parçası… Bir fotoğrafın pikselleri gibiyiz âdeta. Tek fark, Allah’ın sınırsız kadrajında ölü piksellere yer yok. Hiçbir şey sebepsiz, boş yere olmuyor. İnsan tek boyutlu bir varlık değil, bugün pek çoğumuz artık farkında olmasak da bir yüzümüz manevi âleme açık.”

“Hangimizin ana meselesi hakikat değildir ki! Yeryüzünde yaşayan bütün insanları bir meydana toplasak, mahşer meydanı gibi bir meydanda bir araya getirsek ve onlardan hayatları boyunca peşine düştükleri soruları ortaya koymalarını söylesek… Sonra o soru dağlarını vazgeçilebilirlik sırasına göre eksiltmelerini ve buna ellerinde tek bir soru, yani en vazgeçilmez soru kalıncaya kadar devam etmelerini istesek… Nasıl bir tablo çıkar ortaya?”

“Çoğu zaman boş bir zihinle, boş beyaz kâğıt gibi bir zihinle oturuyorum klavyenin başına. Yazılacak çok önemli, zamanla kayıtlı bir şey varsa durum değişebiliyor ama bu istisnai bir şey oluyor. Yazıyı başlatacak bir fikir, bir ifade, pencereden gördüğüm bir şey, hafızamda uyanıveren bir hatıra, bir iz… Bir ipucu gibi beliriyor o başlangıç noktası zihnimde, o ipi yavaş yavaş kendime doğru çekip ne getirdiğine bakıyorum.”

Kıtlık Üzerine

Kıtlık kavramının çağışımı ne olursa olsun insanın içine derin bir yoksunluk bırakıyor. Bir şey eksiliyor birden bire içimizde. Nelerin kıtlığını yaşar insan? Sadece gıda mı akla gelmeli? Kemal Sayar, insanlığın yaşadığı kıtlığı tüm boyutlarıyla ele alıyor.

“Kıtlık basit anlamda bir yoksunluk ve yoksulluk olmanın ötesinde, insanların kitleler hâlinde asli ihtiyaçlarına erişemeyeceği bir duruma sürülmesi hâli; yiyecek ve su kadar düşünce ve sevgi gibi asli ihtiyaçlar. Dünyanın dönem dönem iklim krizlerine girdiği, doğanın kurak veya donmuş toprağından bereketin esirgendiği döngülerin varlığı elbette bir gerçeklik.”

“Bu dünyadaki maddi yoksunlukların çoğu, somut bir şeyin yokluğundan değil, paranın yokluğundan kaynaklanır; kıtlığın yapaylığı belki de hiçbir alanda, parada olduğu kadar apaçık değil. Zira para ironik bir şekilde sınırsız miktarda üretebileceğimiz bir şey: Bir kâğıttan yahut dijital sistemlerde işlem gördüğünde sadece bitlerden ibaret.”

“Kıtlık ruhunun bir gözbağı olduğunu fark etmemiz ve bolluk bilincini büyük hikâyelerimizin odağına tekrar buyur etmemiz gerekiyor. Bu paradigma değişimi sayesinde korkudan itminana, yalnızlıktan bağlar kurmaya, istismardan hakkaniyete ve tahakkümden karşılıklılığa bizleri taşıyan bir iklime yürüyeceğiz: İnsanlık idealinin tam yüreğine.”

Öze Yolculuk

Muzaffer Serkan Aydın, İbrahim Kalın’ın  Öze Dönüş kitabından hareketle tafsilatlı bir yazı kaleme almış. Kalın’ıdahayakından tanımak için kaynak niteliğinde bir yazı olmuş Aydın’ın metni.

“Öze Yolculuk, sadece ismiyle dahi, Kalın külliyatını özetleyen bir eser. Çünkü Kalın külliyatı, aynı zamanda uzun bir yolculuk külliyatıdır. İslâm ve Batı’dan Ben, Öteki ve Ötesine… Açık Ufuk’tan Öze…”

“Yolculuğu esnasında sıkça kelimelerin kökenlerini de ziyaret eder: Özlemenin özle, özümüzle ilgisi, hırs kelimesinin kökeni olan harese dikeninin öyküsü, mantık ve nutuk, vücud; var olmak, bulmak ve bulunmak ilişkisi, insanın unutmak haricinde ünsiyet, bağ kurmak anlam kökeni…”

“Yöntemden, usûlden taviz vermiyor ama akıcı ve anlaşılır bir dil kullanıyor. Didaktik, üstten ya da bilmiş değil bilgece. Eser boyunca vurguladığı sehl-i mümteni hususunda mühim örnekler veriyor.”

Bir Erdem Olarak Vazifenin Hâlleri

“Vazifeyi erdem bilmek” insanlık vasfının en kıymetlilerinden olsa gerek. Bu erdemi kuşanan kişinin elinden çıkacak her iş hakkaniyeti de baş tacı eder. Muhammet Enes Kala, vazifenin hallerini erdem perspektifini de gözeterek ele almış.

“Vazifeyi bir erdem olarak düşünmek mümkündür. Şuur, vicdan ve irade bir araya gelir, insana yapması gerekeni hatırlatır ve insan, kendisinden bekleneni yerine getirir. Böylesi bir hâl, kör, amaçsız ve nizamsız bir vazifeyi dışlar.”

“Kişinin kendisine karşı vazifelerini ise Pufendorf kendi içinde ikiye ayırır. Bunlar ruhun vazifeleri ve bedenin vazifeleri olarak karşımıza çıkar. Ruhun vazifelerinden kişinin ilahi inayeti kazanabilmesi için yeteneklerini ve becerilerini geliştirmesini; bedenin vazifelerinden ise ona zarar vermemeyi ve onu ortadan kaldırmamayı anlar. Kişinin başkalarına karşı vazifelerine de işaret eder Pufendorf. Bunları evrensel ve konumsal olarak ayırır.”

“İnsanın vazifesi bir şuur ve irade varlığı olarak yöneldiği ne varsa onun karşısında belirmeli ve gerçekleşmelidir. Var olan her şeyin, en az bir var olma nedenini ihtiva ettiği düşünüldüğünde, o şeyin var olma gayesine muvafık bir şekilde insanın onun karşısında bulunduğu dikkate alındığında bu husus daha net anlaşılabilir. Varlığın bir kaynağı vardır. Bu kaynak Allah’tır.”

Altıncı Duyu Organı: Eleştiri

Aynur Dilber, eleştiri üzerine yazmış. Eleştiriyi eleştirmek de diyebiliriz buna. Eleştirinin de eleştirildiği ya da eleştirilerin ardında kocaman bir soru işaretinin olduğu zamanları yaşıyoruz. Bir de her şeyi eleştirmek gibi bir hastalığa düçar olanlar var ki onların bu dertten kurtulmaları çok da kolay görünmüyor.

“Eleştirmek bazılarımızın altıncı duyu organı olmuş olabilir. Eleştirmese soluk borusuna yabancı bir cisim kaçmış da nefes alamıyormuş gibi hissediyor olabilir. Velhasıl eleştirinin gayesi olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılabilir.”

“Eleştiriler hakkaniyet içermiyor. Kaldı ki ortada bir eleştiri yok. Eleştiri özgürlüğü diye yakınanlar aslında ortada bir eleştiri olmadığını anlayacak kadar akli meleke sahibi değiller sanırım.”

“İnsanlar kendi zekâlarını, duygularını eğitmek konusunda her zaman çok daha tembeldir. İyilik zor, kötülük kolaydır. Anlamak da ahlâk ister her şeyden önce. Anlayamasan bile anlama gayretini gösterebilme ahlâkını ister. “akademisyenanne” elbette eleştirilemez değildir. Varsa çanağında balın, Yemen’den arı gelir. Varsa çanağında hakkaniyetli eleştirin muhatabını bulur.”

Orta Doğu’yu Dönüştüren İdeoloji: Baas

Baas  rejimi Ortadoğu ile birlikte anılan bir oluşum. En yoğun şekilde hüküm sürdüğü zamanlarda da eleştiri oklarını hep üzerine çeken bir etkiye sahipti. Hasan Mert Kaya, Bass rejimini anlatıyor tarihçesi ile birlikte.

“Baas fikrinin üç fikir babası vardı: Hristiyan Ortodoks Arap Mişel Eflâk, Sünni Arap Salah el-Bitar ve Nusayri Arap Zeki el-Arsuzi. Baas, “yeniden doğuş” anlamına geliyor ve Arap ulusunun tek bir sosyalist devlet çatısı altında birleşmesini hedefleyen milliyetçi-sol bir hareket olarak tanımlıyor kendisini. Arap dünyasında birlik (vahdet), özgürlük (hürriyet) ve Sosyalizmi (iştirakiye) amaçlayan hareket laik ama dini dışlamayan bir yapıydı. Diğer bir deyişle sosyalizmin Arap yorumuydu.”

“İsminde geçen sosyalizm ifadesine rağmen Baas partileri veya rejimleri, bilimsel sosyalizmin savunuculuğunu yapmadığı gibi güçlü bir işçi sınıfı tabanına da yaslanmadı. Gelişen sanayiyle ortaya çıkmaya başlayan orta-alt sınıftan destek gördü. Devlet mekanizmasını hızla parti devleti hâline dönüşecek bir biçimde yeniden organize etti. Feodal düzenin unsurlarına karşı ülke içinde mücadele yürüttü. Baasçılık temel olarak sömürülmüş ve geri kalmış Arap ülkelerinde ortaya çıkmış bir ulusal solculuk olarak kendini gösterdi. Baas, Suriye’de Hafız Esad’ın ölümünden sonra da iktidarını korudu.”

Üsküp’ün Ötesindeki Üsküp

Adını duyduğumuzda içimizdeki tüm iyi duyguların harekete geçtiği bir şehirdir Üsküp. Tarih, edebiyat, gelenek, görenek fark etmez. Hepsinde bizim dediğimiz paydalarımız vardır Üsküp ile. Halil İbrahim İzgi, Üsküp’ü anlatıyor her hali ile.

“Üsküp güzeldir, o kadar güzeldir ki ötesine bakamaz çoğu defa insan. Ama Üsküp’ün hikâyesi Rumeli’nin tamamındadır. Vardar Nehri boyu, Şar dağları ve ötesi. Dağların arasına serpiştirilmiş Yörük köyleri. Manastır ve aşağısındaki Selanik, diğer yandan Kalkandelen ya da Tetova, Sadece bugünkü Makedonya sınırları içinde değil, Arnavutluk’ta da devam eder veya Prizren’de. Üsküp, sadece Üsküp değildir. Bir model olarak kurulmuş ve âdeta tüm Rumeli’yi mayalamıştır.”

“Üsküp defterini açmak, Balkanların tamamını açmaktır. İshak Beyoğlu İsa Bey, hem Üsküp’ü imar etmiş hem de Saraybosna’yı kurmuştur. Bugün Boşnaklar şehrin kurucusu İsa Bey’in ismini başköşelerine yerleştirmişler ve pek çok eserde anmaya devam ediyorlar. Uçakla gittiğimizde belki daha farklı yerlere iniyoruz ama gönül yoluyla gittiğimizde Balkanların bir fikriyatla örüldüğünü ve birbiriyle hâlâ kopmaz bağlara sahip olduğunu fark ediyoruz.”

Ekmeğe Sıçrayan Kan

Ümmet coğrafyası denince akla gelen ilk isimlerdendir dava ve gönül insanı Süleyman Ceran. Gazze’deki soykırımı tüm boyutları ile yazıyor, anlatıyor, olup bitenin daha iyi anlaşılması için çaba gösteriyor. Muhit’te bu kez açlıkla baş başa kalan kardeşlerimizi anlatıyor. Boğazımız düğümlenerek okuyoruz her cümleyi.

“Aylardır devam eden saldırılar Gazzeli kardeşlerimizi katlanılmaz açlık, hastalık ve yokluk girdabına soktu. 70 bin ton bombanın atıldığı, güvenli hiçbir yerin kalmadığı Gazze’de halkın büyük kısmı bölgenin güney sınırına yığıldı ve âdeta preslenmiş durumda kaldı. Sahil ve sınır koridorunda yüz binlerce kişi ölümle karşı karşıya bırakıldı. İşte tam bu vakitlerde yardım geleceği söylentisi bile binlerce kişinin aynı noktaya koşması için yeterli bir gerekçeydi.”

“Bir serçenin can verişi gibi ölüyor çocuklar. Pıt pıt atarken kalpleri, sessizce üflüyorlar son nefeslerini. Sessizce, öylece kalıyorlar, bir muşambanın kenarında, üç çocuğun uzandığı bir sedyenin ayakucunda yahut yerde boyu kadar bir kartonun üzerinde. Artık onları saklayacak dondurma araçları da yok. Kucakta gidiyor tüm cenazeler, omza alacak kadar kimsenin vakti yok. Öylece defnediliyorlar çarşı içlerine, yol kenarlarına, çocuk parklarında salıncakların altına. İşgalciler sabi sübyan öldürme peşinde, bir nesli kurutmanın hayaliyle çocuklara savaş açmış durumdalar.”

Zeki Oğuz’u Anımsamak

Her zaman yaptığı gibi bir değerin daha unutulmaması için kolları sıvamış Abdullah Harmancı. Zeki Oğuz’u anlatıyor öyküleri eşliğinde. Hayatından kesitler, öykülerine değiniler var yazıda.

“Zeki Oğuz, 1950 yılında Konya Tatköy’de doğmuş, hayatının büyük bir bölümünü bu şehirde geçirmiş, 1981-2016 yılları arasında sekiz öykü kitabı yayımlamış, bu kitaplarda Konya’nın taşra ve şehir hayatını, yerelliği ve yerliliği, kendi gözlem ve tecrübelerinden hareketle, usta bir ayrıntıcılıkla aktarmış. 2023 Ağustosunda memleketinde vefat eden Zeki Oğuz’un öyküleri onu keşfettiğim ilk senelerde beni çok etkilemişti. İşin gerçeği, bu öyküleri hâlâ çok seviyorum.”

“Okulunu yarım bırakan yazar, Konya’nın mahalli gazetelerinde çalışmaya başlar ve edebi ürünlerini de bu gazetelerde yayımlar. 1970 ve sonrasında ise Zeki Oğuz adı edebiyat dergilerinde görünmeye başlayacaktır. Yaba Öykü, Eşik, Varlık, Edebiyat 81, İnsancıl, Gerçek Sanat, Somut, Berfin Bahar gibi edebiyat dergilerinde eserlerini yayımlar.”

“Zeki Oğuz’un öykü kitapları dışında şiirleri; Konya’nın çevresini, folklorik özelliklerini, doğasını yansıtan gezi yazıları, bütün bu uğraşları çerçevesinde kaleme aldığı gazete yazıları da bulunmaktadır. 1989’dan beri fotoğraf sanatıyla ilgilenmiş, kişisel ve karma fotoğraf sergileri açmıştır.”

Aşkın Aşamaları ve Bitişi

Başlayan her şey biter; aşk bile. Erol Göka, bu sayı aşkın aşamalarını anlatıyor Aile ve Aşk Yazıları’nın 15. bölümünde. Aşkın oluşum aşamaları, her aşamada yaşananlar ve nihayetinde aşkın bitişi. Bitmeyen aşklara ulaşmak dileğiyle…

“Birinci aşamadaki fark ediş ve dikkat yoğunlaşması, hayal dünyamızı uyararak bizi aşkın ikinci aşaması olan “hayal kurma”ya getirir. Dikkatimizi tek bir yöne, tek bir insana yoğunlaştırmaktan, fazla ışıktan kaynaklanan göz kamaşmasını düzeltmek isteriz, ondan topladığımız imgelerden tam hayalini kurduğumuz, düşlediğimiz gibi bir sevgili yaratmaya girişiriz. Tıpkı taştan heykel oyan heykeltıraş gibiyizdir bu aşamada.”

“Aslında her insanın kendisiyle ilgili bir algılaması, bir fikri vardır. Kendimizi algılamamız, o zamana kadarki yaşantılarımız sırasında özellikle yakınlarımız olmak üzere, çevremizdeki insanların bizimle ilgili söylediklerinden, davranışlarımız hakkındaki geri bildirimlerinden yola çıkılarak sentezlenir. Üç aşağı beş yukarı karşımızdaki insanda nasıl bir etki bırakacağımızı tahmin edebiliriz.”

“Aşkın gidişini görmemek için kendimizi uçurumdan aşağı bırakırız. Aşkın bitmesine yakın ortaya çıkan bu son aşamaya bu iki yol nedeniyle “derinleşme veya düşme” aşaması demek doğru olacaktır. Aşkı sağlıklı biçimde yaşayamayanların son aşamada derinlere dalabilmesi çok zordur.”

Muhit’ten Öyküler

Muhsin Macit – Günler Eskidikçe

“Kapağında köpek resmi var diye bu kitabı sana aldım. Yalnızlığın kâşifi olduğunu zanneden yazar, benim bir başınalığımdan ve senin ismiyle müsemma köpeğinin sefaletinden haberdar olmadığı için sanal kimlikler yaratıp kurmaca öyküleri sıralayarak birer yaşantı klasiği yazdığını sanıyordur eminim. Sen de haklısın Bengi, elini uzatsa dokunacak kadar yakınımızda olanların bile dinleme gereksinimi duymadığı ahvalimizi elin Amerikalısı nerden bilsin! Kaldı ki bilse de öykülerimi yeterince dokunaklı bulmayan Çiğdem Hanım’ın “Bunlar ne ki! Hele benim çektiğim acıları yazsan roman olur” dediğinde onu küçümseyip kurmacanın inceliklerine dair bilgiçlik taslayışıma benzer bir aşağılanmaya maruz kalmayacağımızdan nasıl emin olabiliriz ki!”

“Üniversite yıllarında hiçbir toplu fotoğraf karesine girmemişim. Kendi kendime bu bir bilinçli tercih mi diye sorduğumda içimden bir ses evet diyor. Yok sayıldığım yerlerde var olmak için çabalamadım, diyerek kendimi avutuyorum. Oysa sebebi başka. Dar çevremde ne kadar içten ve sıcaksam genişleyen muhitlerde o denli çekingen ve hatta silik.”

“Bitmeyen işler yüzünden zorunlu askerliğimi, bedel ödeyecek imkânım da olmadığı için kısa dönem er olarak yaptım. Orada da mecbur kalmadıkça hiçbir toplu fotoğraf karesine girmemeye özen gösterdim. Tek tip kıyafetlerin silikleştirdiği kalabalık arasında kendimi tanımakta zorlandığım birkaç fotoğrafı da yırtıp attım. Bir fotoğraf kalmış nasılsa. Çavuş rütbesi alıp revir yazıcısı olduğum evrede biri doktor, diğeri psikolog; iki yedek subayla çekildiğimiz fotoğrafa, muhtemelen ruhumda açtığı yarayı daha da derinleştireceği kaygısıyla dokunmayı bile ertelemişim.”

Mustafa Nezihi Pesen – Fırat İle Dicle’nin Kavuşması

“Çiçekçiler kapalıydı. Yokuşu tırmanırken geçmişin saldırısına uğradım. Yanımdan geçen araçtan rap müzik çınlıyordu. Adam ha bire söylüyordu. Hiçbir şey umurunda değildi. Kendi derdi hariç. Durmadan aynı tempoyla yakınıyordu, haykırıyordu. Geceydi. Berat gecesi. Bir yokuşu tırmanırken kendime rastlıyordum her adımda. Kendime çarpıyordum. Bilmem nerden çıkıp gelen sarsıcı darbelere maruz kalıyordum. Sorguluyordum. Kendimi ve bütün hikâyemi. Kimdim ben? Kimdim ve neden bu yalnızlık duygusu gelip çatıyordu bana? Çatıp çatıpyıkayazıyordu. Neden? Kaç yıldan beri kurtulamamıştım ondan. Neden? “Böyle anlatılmaz bir hikâye” dedi tam burda içimden bir ses.”

“Ahirette tamamlanacak mükemmelen her şey. Aşk mükemmelen. Bahar mükemmelen. Ve ben mükemmelen. İnşallah. Cennete gidersek seninle, derim. Gitmeliyiz. Gidelim.”

Eyyüp Akyüz- Aşk

Hayli kalabalık bir şehrin meydanında bir adam haykırıyordu: “Aşk, aşk, aşk!” Etrafı insanlarla çevrili olduğundan adamın yüzü görünmüyor, yalnızca sesi duyuluyordu. Aralıksız devam ediyordu ses: “Aşk, aşk, aşk!”

“Meydan tıklım tıklımdı. Kimseyi umursamadan ulu orta bağıran bir adamın, tüm dikkatleri üzerine çekmesi işten bile değildi. Aşk diyordu adam, aşk. Daha ne desindi, ne ünlesindi? Aşk nelere kadir diye düşündü vezir. “Aşk imiş her ne var âlemde” dizesi gezindi zihninin tüm caddelerinde. Vezir hayran hayran aşk erini seyrederken olanlar oldu. Birisi yaklaştı aşkı terennüm eden adama.”

Muhit’ten Şiirler

İsminde incelik buluyor kalbim
Eskiden öncesin, yeniden önde
Hayatta olmak varmış seninle,
Rüyanı anlattın rüyamda bana
Yüksek bir yerde sustuk sadece,
Halden anlayan dağlar mı bunlar?
Kitaplar bilmez, taşlar söylemez.
Kavuşmak yetimdir demiştim yeni,
Geçtim günlerden ellerim şaşkın
Yanından ayırmıyor yalnızlık beni.
İbrahim Tenekeci

dar dünyanın dar gününde dar vaktindeyim
dünyanın bütün başkentlerinden seslen bana ben duyarım
bütün deniz kıyılarından erişilmez dağ başlarından seslen
viraneliklerinden harabelerinden terkedilmiş kurumuş kuyularından
fısılda ya da haykır ben duyarım dünyanın dar gününde dar vaktindeyim
Hüseyin Atlansoy

Unut çıplak ellerle ezberlediklerini
Sür kendini isteksiz, evlere
Kayboldu izler niyetlenirken dönmeye
Gördüğün rüyayı anlattın yol boyu şaşkın
Sustular durmadan, ölmek koyunlarında
Güldüler oyulmuş yerlerine, geldiğin yere
Yetim kalmışsın, en çok da buna
Doğmadığı bir ölümdür insan, unutma
Gökhan Ergür

dördüncü kat uykusunda gördü ki
bütün renkler yokmuş aslında
hepsi küskün bir mavi imiş
bütün acılar yokmuş aslında
hepsi bir melek vuruşu imiş
bütün ayrılıklar yokmuş aslında
hepsi mesafenin unutulmasıymış
bütün günahlar yokmuş aslında
hepsi dilenmemiş bir bağışlanma imiş
Mehmet Narlı

hep içine büyümüş bir ormandım eskiden
yolunu şaşıranın bulandan çok olduğu
oysa bekleme sözü vermiştim sana
hiç gelmedin
şimdi bedenimin ortasında
bir çeşit keşiş, bir bakıma inanmış çaresizlik gibi
yani ben kurtarılmayan!
el yazım yok, kimseye bağışlanmamışım
babamın sesinden dökülmüşüm
suyun düşme kuvveti diye bir şey var çünkü
benden ne yapmayı diledinse olmadı
ben geç çukurunda çürümeye meyilli
kaldığım yerden kendime katılamıyorum
sonrası kül ve endişe, dün ve hiç
Cengizhan Konuş

Gürül gürül akmayan ırmaklardan bıktım
Sicim gibi yağmayan yağmurdan
Derin bir arzuyla dönmeyen başlardan
Açılmayan gözlerden artık illallah
Artık çatmak istiyorum silahımla gülü
Domurmuş yanılgımın üstünü çizmek
Canlanmak istiyorum ölmek için şehrin tam ortasında
Soğumasın istiyorum silahımın namlusu
Sevdiklerimin kalbinde sıcak bir hatıra
Leviathanların midesinde şarapnel ve bomba
Harun Yakarer

Tüfeğimi astım ve terk ettim ava çıkmayı.
Güneşte izi kaldı bukleli saçlarının.
Yalnız zencilerin sattığı gastelerde geçiyor adın,
bir yanda yüzün ve hüznün diğer yandan.

Sana karaşın şarkılar getirdim,
kimi külden kimi kumdan.
Rıdvan Kadir Yeşil

Bu devran geceden alır siyahı
Sürer yalnızlığın dudaklarına
O duvarlar hangi şarkıyı söyler
O köşe taşında ağlayan zaman
Neden hâlâ bekler kahramanları
Nurullah Genç

Hece 328’te Post-Truth Dosyası

Hece dergisi hazırladığı dosyalar ile artık edebiyat dünyasının ötesine de uzanan bir çizgiyi takip ediyor. Olması gereken de bu. Edebiyatın alanını ne kadar geniş tutarsak anlam zenginliğimiz de o derece artacaktır. Dergi bu sayı: “post-truth”  kavramını ele alıyor.  Ahmet Melih Karauğuz editörlüğünde hazırlanan dosyada post-truth, her yönüyle masaya yatırılıyor. Dosyayı okuduğunuzda post-truth kavramıyla ilgili kafanızdaki soru işaretlerinin gittiğini göreceksiniz.

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.

Ahmet Melih Karauğuz’un Sunuş Yazısından

“Post-truth dönem, postmodern felsefenin hakikatle olan kavgasının yeni bir sahnesi olarak görülebileceği gibi başlı başına yeni bir mücadele alanı olarak da ele alınabilecek bir kavram ve olgular bütünü olarak karşımızda duruyor. Bugün, kavram dünyada hâlâ geniş ölçekli bir şekilde tartışılsa da genellikle siyasi alandaki etkileri üzerinden okunmaya çalışılıyor. Ancak kavramın uzandığı yerler ve etki alanları göz önüne alındığında, bilginin yeniden üretiminden ve çok hızlı bir şekilde dolaşıma sokulması nedeniyle artık “hakikat” olarak bildiğimiz her şeyin büyük oranda aşındığına da şahit oluyoruz.”

“Post-truth kavramı, 21. yüzyılın başlarında, özellikle sosyal ve politik diskursta hakikat kavramının giderek öznel ve manipüle edilebilir bir hale geldiği gözlemiyle ortaya çıkmıştır. Bu dönemde hakikat, somut veriler ve gerçeklerden ziyade, bireylerin inançları ve duygularına hitap eden anlatılar tarafından şekillendirilmektedir. Posttruth felsefesi, modern ve postmodern düşüncenin evriminin bir sonraki aşaması olarak, hakikat kavramının bireysel ve kolektif düzeyde nasıl algılandığına ve üretildiğine dair derinlemesine bir sorgulama sunar.”

Osman Süreyya – Tarihin Bükülmesi Yahut İhtiyaç Olunan Gerçeklik

“Her ne kadar kendi umutlarını ve görüşlerini yazdıklarının dışında tutmaya çalışsalar da tarihçiler de diğerleri gibi geçmişte bir anlam arayışı içindedir. Kendileri için bir anlam bulduklarında da bunu başkalarıyla -öğrencileriyle, okurlarıyla ve izleyicileriyle- paylaşmak isterler. Geçmişin tarihçilerin yorumuyla şekillenmesinin nedeni de budur aslında. Örneğin tarihçi, demokrasi tarihi yazmak istediğinde -şayet demokrasiye dair görüşleri olumlu isegeçmişin tezgâhından demokrasiyi pozitif gösteren numunelerin altını daha kalın çizgilerle çizecektir. Zamanla kendi yorumlarını revize etmektedir tarihçiler.”

Peyami Safa Gülay -Doksa’dan Ekrana: Kandırıldık mı, Kandık mı?

“Post-truth denilen şeyin klasik tanımlanışına bakarak, tabloyu, söylemek istediğimiz şeyi netleştirebiliriz: Post-truth, duygu ve kişisel kanaatlerin rasyonel gerçeklerden daha belirleyici olması demektir. Garipliğe bakın: Batı kültürü, kendi orta çağ tecrübesinden kurtulmak için bir rasyonalizm imparatorluğu kurmuştur. Ama kendi mensuplarını, Nietzsche, Heidegger ve zaten bahsetmiş olduğumuz Baudrillard gibi modernizm eleştirmenlerini takip ederek ve bu takibi tarihsel gerçekliklerle paralel değerlendirerek, şu sonuca rahatlıkla varabiliyoruz: Rasyonalist imparatorluğun bizi getirdiği yer, duygu ve kanaatlerin gerçeklerden daha belirleyici olduğu, irrasyonel ve boğucu bir atmosferdir.”

Ali Necip Erdoğan – Hakikat Sonrasında Adalet

“Geleneksel dünyada ‘hakikat’ inanca, inancın şekillendirdiği kurumlara, kurumlar etrafında biçimlenmiş bir yaşama yani olgusal gerçekliğe dayanıyordu. Kapitalist dünya bu gerçekliği taklit ederek yeniden üretti ve adına modern dünya dedi. Bir süre sonra anlaşıldı ki üretilen bu modern dünya aslında bir yalanmış. Hakikat sonrası dünya yalanlar üzerine kuruludur ve şimdi söylenen/söylenecek bu yalanlar zaten yalan olan bir yapıyı (modernizmi) aşmayı hedeflemektedir.”

‘Hakikat’ ile ‘hakikat olmayan’ arasındaki ilişkinin de ‘adaletsizlik’ ve ‘adalet’ arasındaki ilişki gibi açığa çıkarılması gerekli, çünkü ‘hakikat sonrası’ ifadesinden ‘hakikat olmayanın’ kast edilme biçimi önem kazanıyor. Hakikat sonrası, bir hakikatin varlığını, şimdi hakikat olmadığı için sonrasına geçildiğini işaret etmekte.

Lee Mcıntyre ile Post-Truth Kavramının Seyri ve Dünyadaki Yansımaları Üzerine Söyleşi

Sorular: Ahmet Melih Karauğuz

“2018’deki kitabım Post-Truth’ta, bu kavramı “gerçekliğin politik olarak alt sıralara itilmesi” olarak tanımlıyorum. İnsanların “post-truth” terimini yanlış anlaması ve gerçeğin önemli olmadığı fikrini bir şekilde onaylıyor gibi düşünmesi kolaydır, ancak durum böyle değildir. Bunun yerine “posttruth” terimi, gerçek kavramının tehdit altında olduğu bir dönemde yaşadığımızı belirtmek için kullanılmaktadır.”

“Neden post-truth çağı son birkaç on yılda bu kadar aniden ortaya çıktı? Cevap, başka bir faktörden kaynaklanıyor ki bu da sosyal medyanın yükselişi, yanlış bilgileri yükseltme işlevi görüyor. Bu, mevcut bilişsel yanlılıklardan yararlanmak için mükemmel bir ortam yaratıyor. İşte bu, bilişsel yanlılık kıvılcımını ateşleyen kibrit.”

“Post-truth propagandist bilgi kontrolü ile otoriter yönetim arasındaki bağlantı yüzyıldan fazla bir süredir kesin olarak kurulmuştur. 1950’lerde HannahArendt’in çalışmalarına dayanan ve bugün STRONGMEN ve HOW DEMOCRACIES DIE gibi eserlerle doruğa ulaşan çalışmalarda, bilgi kontrolünün nasıl nüfus kontrolüne yol açtığı hakkında bilgiler bulunmaktadır.”

“Teknoloji ilerledikçe, daha karmaşık dezenformasyon kampanyaları göreceğimize inanıyorum ve gerçeği yanlıştan ayırt etmek giderek daha zor hale gelecek. Deepfake’lerle, bu ses ve video için zaten başarıldı. Yapay zekâ ile şimdi yazılı metinlerde de başarılmakta.”

Hatice Bildirici – Post-Truth Sinemalarda

“Post-truth ruhun hâkimiyetine katkı veren son dönemin en rağbet gören sinema türlerinden biri de tarihî filmlerdir. Bilhassa son yüzyılda erkin yitimine karşı bir başkaldırı niteliği de olan bu filmlerde tarihe mal olmuş bir figürün, bugünün arzulanan kurtarıcısının temsili olduğunu görürüz. Aşil’den Sultan Süleyman’a, Oppenheimer’dan Ertuğrul’a bu tarihî şahsiyetler özlediğimiz erdemli ve güçlü kurtarıcı oluverirler.”

“Bu filmlerin, izleyicinin hakikatle bağlantı kurmasını sağlayan bir köprü görevini görmesi de gayet olasıdır. Bir bakıma felsefe yaptığını söyleyebileceğimiz, “düşünen film” olarak adlandırabileceğimiz bu eserler kendine has bir anlatım tekniği ve yaratıcı bir kurgu ile toplumun içinde kol gezen yalanı can evinden yakalarlar. İzleyicisi ile kurduğu bu düşünsel dolayısıyla entelektüel bağ, yüzleşmenin yolunu açarak toplumun iç dinamiklerini âdeta kılcal damarlarından ince ince tedavi edebilme kabiliyetini haizdir. Olgusal söylemi içeren mesajlar ihtiva etmemekle birlikte, düşünmeye teşvik edebilme özelliğine sahiptirler.”

Bülent Özçelik ile Yürü Bir Gerçeğe Kitabı Odağında Post-Truth Kavramı Üzerine

Konuşan: Ahmet Melih Karauğuz

“Hakikat meselesi siyasal düşünce, felsefe ve inanç bağlamında farklı içeriklere sahip olabilir. Ancak hakikat sonrası meselesi bakımından ele aldığımızda, konunun doğrudan medyayla, olgularla ve kamusal tartışmayla ilişkisi olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda hakikat, somut, nesnel koşullara bağlı olarak ortaya çıkan şeyin ifade edilişinde eşyanın kendisine en uygun hal olurken, hakikat sonrası da olayların ve diğer gelişmelerin ifadesinde, buna artık bağlı kalmamanın normalleşmesi olarak düşünülebilir.”

“Toplum, belirli konularda belirli tartışmaların yapılabilmesini zorunlu kılar. Pek çok farklılığı olduğu kadar, bazı konularda iletişim ortamlarını da zorunlu kılar. Burada hem iletişim ortamlarının ortadan kalkması hem de var olan kamuoyunun hakikat ve yaşananların tabiatı, gerçekliği üzerinden oluşmaması büyük bir sorun yaratmaktadır. Yani bir sorun konusunda hakikate dayanmayan bir kamuoyu oluşuyorsa ve toplum da buna göre reaksiyon gösteriyorsa, gerçekliğini yitirecektir. Bu kendini yitirmeye doğru gider. Ta ki yeniden, hakikat geçer akçe olsun!”

Edebiyat Gündemi

Feyza Demir, edebiyat gündeminde son günlerde yaşanan gelişmeleri derlemiş. Kısa birkaç notu buraya alıyorum.

Gabo lakabıyla da anılan Kolombiyalı ünlü yazar GabrielGarcíaMárquez’in son romanı Mart ayında okuyucusuyla buluşuyor. Nobel Ödüllü yazarın ölümünden kısa bir süre önce imha edilmesini istediği Ağustos’ta Buluşuruz kitabını yayımlama kararı alan oğulları kendi hareketlerini “ihanet” olarak değerlendirseler de kararlarından pişman görünmüyor.”

“Türk ve Koreli ebeveynlerinin İngiltere’ye göç etmesiyle Londra’da büyüyen genç yazar/avukat Ela Lee, pandemi döneminde çıkış romanı Jaded üzerine çalışmaya başladı. Kimlik, ırk ve rıza temalarının izini sürdüğünü belirttiği kurgu yapıtı 2024’ün ses getiren eserleri arasına girmeyi başarmış durumda.”

Ali Haydar Haksal ile Şiiri Üzerine

Ali Haydar Haksal öykücülüğünün yanında şairliğine de önem vererek yazı çalışmalarını sürdürüyor. Şiir kitabı Gül Mayıs Gülü, Hece Yayınları arasında çıktı. Haksal, şiiri ve kitabı üzerine Ayşe Altıntaş’ın sorularını cevaplamış.

“Yoğunluğum öyküye dönük olduğunda az da olsa şiir yazıyordum. Öykülerimin şiirselliği bundandır. Kimi zaman anımsatırım kitaplarımın isimleri bir dize gibidir. Metinlerimde de bu durum gözlemlenebilir.”

“Sürekli okudum. Okuduğum şairlerin bütün şiirlerini, edebiyat dergilerindeki şiirleri sıkı okudum. Üstad Sezai Karakoç ile Cahit Zarifoğlu şiirde yönümü belirledi. 1975 yılında İstanbul’a geldim, ondan sonra her yaz gelmeye devam ettim. O sırada Düşünce dergisi çıkma hazırlığı içindeydi. İlk şiirim orada yayımlandı. Şimdi dönüp o şiirime baktığımda Üstad Sezai Karakoç etkisini görüyorum.”

“Dedemi görmedim, dedem şiir yazmış. Çok güzel Kur’an okur, naatler, ilahiler ve kasideler söylermiş. Ben de kendimi bildiğim andan itibaren onun odasında, evinde ve köyümde yüksek sesle şiirler okudum. Babam öğretmenimdi, ben daha çok sözel alana eğilimliydim. Babam sürekli İstanbul’dan gelen gazete ve elinin altında bulunan kitapları okuturdu.”

Aziz Kağan Güneş ile Gök Yankısı Üzerine

Aziz Kağan Güneş, şiir kitabı Gök Yankısı üzerine Bilal Can’ın sorularını cevaplamış.

“Kitabım yayımlandığında hissettiklerimi şöyle ifade edebilirim: içinde biraz hüzün de barındıran mutluluk ve tatlı bir yorgunluk, huzurun altında gölgelenmeye başladı. Sırrını açık etmenin verdiği bir utanma hâli de oldu. Şairler sırlarının bir kısmını pervasızca açık eder çünkü. Şiirin gizlemeye, samimiyetsizliğe tahammülü yoktur bence.”

“Mühendis oluşumun şairliğime katkı sunduğunu düşünüyorum. Tabii ki bunun çok ciddi bir katkısının olduğunu söylemek iddialı olur. Çünkü şairi olumlu, olumsuz anlamda etkileyen sayısız faktör vardır.”

“Serbest vezinde yazdığım şiirlere gelince, orada da iç kafiyeyi önemsiyorum. Serbest yapıda kaleme aldığım şiirlerde kafiyeyi bir zorunluluk olarak değil; ritme, ahenge katkı sunsun diye kullanıyorum.”

“Şair, beş duyusunun yanına, soyut duyumları da alabilecek, sezgi gücü yüksek ve daha çok metafizik alanda hareket edebilen kişidir. Şiirimde önceki sorumda da ifade ettiğim gibi daha çok kendimle uğraşıyorum. Kalbime karşı mahcubiyetim birçok şiirimin omurgasını oluşturuyor.”

Tuba Dere ile Söyleşi

Tuba Dere, Aslıhan Keleş Kurtoğlu’nun sorularını cevaplamış. Dere’nin “Emret Güzelim İstediğim Şarkıyı Emret” kitabını merkeze alan bir söyleşi bu. Kitap hakkında oldukça merak uyandıracak notlar var söyleşide.

“Müzik, kültür endüstrisinin de ürünü olduğu için bazı eserler, bazı sanatçılar zaman içerisinde tüketilip unutuluyor. Zeki Müren, Emel Sayın, Müzeyyen Senar gibi büyük sanatçıların dünyamda yerleri ayrı ama saz ve ses olarak müziğimizin iyi icracılarına daima meftunum. Hep bahsediyorum, müzik ruhumu kanatlandırıyor, onun ulaştırdığı ufuklara bizi götürecek başka bir sanat dalı daha bilmiyorum. Bu nedenle sesin söze dönüşümü yok, diyorum Emret Güzelim’in başında.”

“Yozlaşmaya müsait yerlerdi gazinolar. İzleyici olarak kadınların o muhitlerden el ayak çekmesi hızla kirliliğe neden oldu sanırım. Bugünkü pavyonların o gazinolarla ilgisi yok, müzik dinlemenin hatta eğlenmenin dışında, başka amaçlarla gidilen yerler artık ne yazık ki oralar.”

“Kitaplarımın yayımlanması olgunluk dönemime rastladı gerçekten. Yıllardır çok söz biriktirmişim. Artık çekmecelerden, dolaplardan taşan giysiler gibi içime sığmaz oldular sanırım.”

Özlem Metin’in Yazıya Başlama Serüveni

“Yazıya Niçin ve Nasıl Başladınız?” bölümünün bu sayıdaki konuğu Özlem Metin. Öykülerini büyük bir keyifle okuyorum Metin’in. Hayatın eğlenceli ve gülerken düşündüren yanını öykülerine büyük bir ustalıkla yansıtan bir yazar var karşımızda. Keyifle okunacak bir yazma serüveni Hece okurlarını bekliyor.

“Yazarak kendi hikâyemi yeniden kuruyorum, sonunu bilmediğim bir hikâyeyi. Elimde, bastığım yeri zar zor aydınlatan bir fenerle gece yürüyüşündeyim. Nereye gittiğim meçhul ama yürümenin tadı bambaşka. Yol kenarında ara ara puslu aynalar çıkıyor karşıma ve gördüklerime çok şaşırıyorum. Çoğunlukla üzülüyorum.”

“Yüzmeye yakın bir tecrübe yaşıyorum yazarken. Suya dalmak için derin bir nefes alırsınız ve o nefes boyunca su altında gidebilirsiniz. Ben de yazarken derin nefesler alıyorum, gerçek hayata döndüğümde içime çektiğim bu nefesle idare etmeye çalışıyorum. Gündelik hayattan çıkıp tekrar yazıya dönmezsem nefessiz kalırım. Yaşamsal enerji kaynağım yazmak. Hayatıma ruh, düşünceme imkân, hayallerime vücut, bilinçdışıma canlılık, muhayyileme sonsuz özgürlük, ruhuma neşe ve şükür duygusu veren yegâne zevkiselimim.”

Şiir Nerelidir?

Şiirin ya da şairin bir yeri yurdu var mıdır? Mehmet Solak soruyor bu soruyu. Şiiri şairden ayrı düşünmek mümkün müdür? Cevabı yazıda.

“Şair nerelidir, diye de sorabilirsiniz soruyu. Hiç fark etmez. Ha şiir ha şair… Ne şiiri şairden ne şairi şiirden ayrı düşünebiliriz. Biri ötekisiz konuşulamaz yani. Hem de hiç…”

“Her ne kadar özellikle kimi metin odaklı eleştiri kuramlarının etkisiyle tersi bir yaklaşım son zamanlarda çokça dillendirilse de, etkile(n)me ötesinde bir anlam taşıdığını düşünmüyorum doğrusu. Benzer şeyleri pek çok kişi farklı ortamlarda konuşup duruyor: Bağlamsız, önkabulcü, tekrarcı, derinliksiz…”

“Şiir, buralıdır; dünyalı yani. Çünkü şair buralı; bir zamana ve mekâna bağımlı. Ancak herhangi bir zamana ve mekâna değil; kendisi için tanımlanmış ve ayrılmış bir zamana ve mekâna… O yüzden kendi zamanına ve mekânına tanıklık etmekle yükümlü şair. Eylediği (politik) ve söylediği (poetik) her şeyin kendisine dâhil olması bundandır. Şiirin şairine dâhil olması yani. Yahut şairin şiirine dâhil olması…”

“Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini”

“Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini”dizesini duyunca aklımıza Oscar Wilde’den önce Ramiz Dayı’nın gelmesi çok normal. Çünkü televizyon edebiyattan birkaç adım öndedir her zaman. Buradaki asıl konu, “sevdiğini öldürmek.” Mesut Bilginer, bu konuyu detaylı olarak işliyor yazısında.

“Seven sevdiğine nasıl kıyar? Seven sevdiğini nasıl öldürür? Oscar’ın kastettiği mânâ, sevdiğimizi sevgi seliyle boğarak ve havasız bırakarak öldürmek midir? Ya da mâşukun âşığı kendine lâyık görmemesi midir? Eğer öyleyse cinayet silahı nedir; mesela, güzelliğine mağrur olan bir güzelin bencilliği midir?”

Her iddia ispat ister, sevgi de bir iddiadır; ispat ister. O halde, sevmenin ölçüsü nedir? Seven sevdiğine “Benim için ne yapacaksın?” demez; bunu söyleyen seni değil, kendi nefsini seviyordur. Kişisel gelişememiş sosyal medya guruları tam da bunları söyler: “Sen herkesten önemlisin; kendini şımart, kendini ödüllendir; sen, sen, sen…”

Mehmet Aycı’dan Alev Alatlı Portresi

Mehmet Aycı bu sayı Alev Alatlı’yı yazmış. Rahmet dileklerimizi defalarca tekrarlıyorum Aycı’nın her cümlesinden sonra.

“Kimin ne diyeceğine, kimin garipseyeceğine, kimin kınayacağına bakmadan hak bildiği yolda yalnız yürümeyi varlık nedeni gören bir “delikanlı” …

Tek başına Akademi olan bir akademisyen…

Sözün hallerinin, en çok da ağrılığının farkında olan, yazmayı, yazarak var olmayı başat kaygı edinen bir kurmaca ustası…”

“Yeryüzündeki hikâyemizin kurgulanma, yazılma, yayılma ve anonimleşme dönemlerini hayretle ve kendini inşa ederek öğrendiğinden olacak, o hikâyenin içinde kendisini de görmenin bahtiyarlığını yaşayan bir hikâye kahramanı…”

Hece’den Şiirler

Bütün sirenler sustu. Belediye
susmadı! Tıpkı 6 Şubat sonrası..
Tıpkı 6 Şubat sonrası Ramazanı gibi..
Kalbini paraya yatırmış soytarılar..
Eğlendirdiler henüz kırkı geçmeyen
ölümlerin ardından halkı.
Sakin, sessiz bir Ramazan.. Hayır,
olmadı!
İhsan Deniz

yeri gelmişken O’nun adını ululayalım
O ki Mahmut’dur Muhammed’dir Ahmed’dir
üstünde hep bir bulut oluptur rahmetten
bir sözü Ahit’ten öteki sözü sevgiden merhametten
yağmurların altında yürüse ıslanmaz
ne söylesek sözümüz Süleyman Çelebi’yi geçebilmez.
Faruk Uysal

Hasarı azaltmak ve atlatmak bir günü daha
bunun adı ölümcül hastaya acil bir can aramak
bu taşrayı başkent diye göğsüne kim bıraktı
artık telafi eder mi senin için yaşamak
Mustafa Köneçoğlu

Sen erimiş kemiklerime bakarak beni hor görme
Beni ateşle azarlama, beni sonsuzun suyu kıl
Bilirsin ki şair sözü aslında bir ceylanın gözü.

Benim evim toprağa ve yağmura yakındır
Bu beni ürkütür: çünkü büyür içimde bir kan ağacı.
Ahmet Edip Başaran

ne çok şubat ne çok soğuk
ikna için süslenmiş onca oda
elleri başında nedense kızlar
kamera önünde taahhütler, imzalar

dinlemiyor kimse haberleri
bültenleri ikna etmemişse
güzel rüyalar nasıl da razı
çirkin insanlara görünmeye
Eyyüp Akyüz

Alnıma yazılmış bir şiir vardı benimle akan
Şimdi nerde o avuçlar; buz gibi soğutan beni
Nerde pınarlardan taşıra taşıra
Yasin okur gibi su içen dudaklar.

Gül yaprağı tutan o eller bilirdi tutmasını kılıçları
Bilirdi suyun içtiği insanlar bunu.
Said Yavuz

bir masal yontucusuyum uzun anlatılar heykelcisi
belirteçler uydurmuşum ıslıklardan
çatıları yazlık tabelalara bozdurmuşum
muğlak sesler, mutlak kapı zili, mutlaka baba
perde değiştirir gibi usulca kayıverirken ışıklar
camları milim milim işleyip
retinalar açıyorum padişah sofralarına
sofralarda kuruluyor çocukluğun mutena evleri
Sinan Davulcu

Bir adın ve bir adım daha beklerken harfin orta yerinde
Akar geçilmez denen nehirlere kırık nehirlerin uykusu
Vardım böyle elbet vardır suyu ve kiri derin acıda
Herkesin bir ismi oyduğu vakitlerde
Ben böyle bağışlanma günlerinde yorgun
Sen bağışla beni eksik düğmelerimden
Burhan Tuz

Türk Edebiyatı’nda Edebiyat ve Yapay Zekâ Dosyası

Türk Edebiyatı dergisi, 606. sayısında hazırladığı “edebiyat ve yapay zekâ” dosyası ile yapay zekânın edebiyat üzerindeki etkisini ayrıntılı olarak ele almış. Ortaya çıkan sonuçlara bakınca buna sevinmeli miyiz yoksa tedirgin mi olmalıyız ayrımında yapaylığın kol gezdiği cümlelerin istilasının düşününce tedirgin olmamız gereken birçok nokta olduğu aşikâr.

Dosyadan paylaşımlar yapacağım.

Serkan Can Hatıpoğlu – Yapay Zekâ, Sanat ve Atmosfer

“Dijitalleşen eserin çözümlenmesine dair hesaplamalı yöntemlerde genellikle uzaktan izleme veya yakın okuma yaklaşımını kullanılmaktadır. Yakın okuma (görsel stilometri ve hesaplamalı sanatçı kimlik doğrulaması gibi işlemler ile) bir çalışmanın belirli yönlerine odaklanmayı gerektirmektedir.”

“Mevcut durumda satışı yapılan yapay zekâ tabanlı eserlerin sahipliği yapay zekâ tekniklerini kullanarak üreten sanatçıya atfedilmektedir. Bir fotoğrafta atıfın fotoğraf makinesine verilmesi anlamlı bulunmasa da yapay zekâ süreçlerinde durum, fotoğraf makinesinin salt araç olmasına kıyasla daha karmaşıktır. Yapay zekâ eserinin eğitildiği verilerin bir kısmı telif hakkıyla korunan görselleri içeriyor olabilir.”

Hakan Demir – Sanat 3.0

“Kendimizi sanatsal olarak ifade etmenin benzersiz bir yolu olarak ortaya çıkan yaratıcılık, insanın makinelere karşı avantajlı olduğu alandır. En büyük varlığımız olan ve olagelenden kopabilen (genellikle ilk aşamalarında mantıksızlık olarak görülen) hayal gücümüz, bizi ilerletecek olan hasletimizdir. Düşüncede otoriterlik ve konformizm yerine gerçek yaratıcılığa yönelik talep, yalnızca sanat camiasının değil, aynı zamanda genel olarak insanlığın da -eğitim sistemi ve yaşamın farklı ifade biçimleri aracılığıyla- takip etmesi gereken önemli bir konudur. Geçmişte koyduğumuz veya benimsediğimiz kurallara uymanın rahatlığından vazgeçmeli ve sürekli olarak yeni ve yenilikçi iş yapma yolları aramalıyız.”

Enver Aykol – Düş Kurmaktan Kodlamaya Yapay Zekâ Edebiyatı

“İnsanoğlu, kendisini yalnızca yapay bir şekilde anlatabilir. Yazar, ne kadar realist de olsa kalemine sarıldığı an sahte bir dünya ve sahte personalar inşa eder. Sanatçı, anlatısı için kendi içindeki parçalardan en tutarlı olanları seçerek sahte bir kişilik, yapay bir persona oluşturur. Bu personayı içimizdeki bütün parçaları bir araya getirerek oluştursak bile gerçek benliğimizle karşılaştırdığımızda inşa ettiğimiz bu persona hep eksik kalacaktır. Biz yalnızca içimizdeki parçalardan, sadece “ben” zamirinden müteşekkil değiliz. Toplum ile olan ilişkilerimiz doğrultusunda kimi zaman “sen” kimi zaman “o” kimi zamansa bu zamirlerin çoğulu oluruz. Bahsettiğim zamirler, bize dışarıdan verildiği için sanatçı tüm parçaları birleştirmeye muktedir değildir. Bu nedenle insan anlatısı hep eksik kalır ve hakikati ıskalar.”

Soruşturma

Yapay zekânın edebiyat özelinde günümüzdeki ve olası etkilerini nasıl yorumluyorsunuz?

Necip Tosun

“Yapay zekâya işimizi kolaylaştıracak bir imkân olarak bakarken akıldan çıkarmamamız gereken temel olgu her şeyden önce insan olmamızdır. Dolayısıyla bize hangi imkânları sağlıyor yanında bizden ne götürdüğü de hesaba katılmalıdır. Bu yanıyla da her teknolojik imkân karşısında sevinç yanında kaygı da duymalıyız. Yapay zekânın akıl küpü bir varlık olarak inşa edildiği dolayısıyla bizim aklımızla yaptığımız şeyleri hatta insanın yapamayacağı pek çok karmaşık olayı, olguyu hızla, eksiksiz ve doğru yapacağı bilgisine sahibiz. Bu elbette insanlık için bir kazanımdır.”

Bâki Ayhan T.

“Yapay zekâ çok yeni bir olgu gibi konuşuluyor, oysa yapay zekâ dediğimiz ve bugün tartışmaların merkezine koyduğumuz “düzenek”in kökeni çok eskilere dayanır. Bir başka ifadeyle yapay zekâ aniden ortaya koyulmuş bir güç olmayıp elektrikten elektroniğe, manyetik rezonanstan temizlik veya hizmet robotlarına hemen her şey bunun içindedir, yapay zekânın altyapısını oluşturur. Özetle, konuyu bağlamından kopuk, âdeta gökten zembille inivermiş bir olgu gibi tartışırsak yanlış çıkarımlara gitmek kaçınılmazdır. Meseleye kökten başlamak gerekir.”

A.Ali Ural

“Tasannu edebiyatın en büyük düşmanıdır. Bir metin samimiyetini kaybettiğinde etkisini de kaybeder. Yapay zekâ şöyle dursun normal zekâ dahi yapaylığa meylettiğinde plastikleşir cümleler. Yazıyı değerli kılan şey teknik açıdan iyi olmasından çok bir ruhu olmasıdır. Yapay zekâ aklın sınırlı alanında faaliyet gösteriyor. Verilerle tahdit edilmiş bir akılsa eksik bir akıldır. Ne kadar gelişmiş olursa olsun yapay zekâ insanı geçemez. İnsan, kendini geçecek bir şey icat edemez çünkü. Kendi sınırlarını tam olarak keşfedememiş bir varlıktan bunu bekleyemeyiz.”

Ahmet Melih Karauğuz

“Teknolojinin üretim sürecine katkı sağlamayıp, son ürünle muhatap olan ülkelerde teknolojik ilerleme genelde yıkıcı bir etki gerçekleştirecek gibi ele alınıyor ve bu da teknolojik gelişmenin aslında bir süreç sonucunda geliştiği ve her adımda zaten bir şeyleri dönüştürdüğü gerçeğini bizlere unutturabiliyor. Hâl böyle olunca da özellikle bugünlerde fazlaca gündem olan üretken yapay zekâ araçlarının genelde spekülatif ele alınmasına sebebiyet verebiliyor. Konuyu sağlıklı bir zeminde tartışma ve hatta teknolojiyi sanatımıza eklemleme şansımızı azaltıyoruz.”

Üç Anma Yazısı

Türk Edebiyatı’nın nisan sayısı üç anma yazısı ile her zaman yaptığı gibi vefayı öne çıkaran bir dergi olduğunu gösterdi. Alev Alatlı, Orhan Türkdoğan ve Erol Güngör hakkında yazılarla bu üç kıymetli ismi anmış oluyoruz.

Alev Alatlı Romanı Neyi, Nasıl Anlatır?

2 Şubat 2024’te aramızdan ayrıldı Alev Alatlı. Ardında bıraktığı eserleri ve Anadolu nefesli duruşu ile o daima hayırla yâd edilecek bir isim olarak düşünce dünyamızda yerini muhafaza edecektir. Oktay Yivli, romanlarından hareketle Alatlı hakkında bir anma yazısı kaleme almış. Romanlarından örnekler, işlenen temalar, Alatlı romanının çerçevesi gibi birçok konu detaylı olarak işlenmiş. Bu konuda kaynak arayanlar Yivli’nin yazısını mutlaka not etmeleri gerekiyor.

“Alev Alatlı romanlarının tarihsel kapsamı -fütüristik olanları dışarıda bırakırsak- 1940’lı yıllardan 1990’ların sonuna kadar süren yaklaşık elli yıllık bir zaman dilimidir. Bu aynı zamanda yazarın da bizzat yaşamış olduğu kişisel bir zamandır. Çok partili hayata geçişimizden günümüze kadar ülkemiz ve bölgemizde olup biten önemli pek çok toplumsal-siyasal olay bu romanlara konu olmuştur. Kıbrıs sorunu, ülkemizde geçmişten bugüne yaşanmış olan işkence ve şiddet olgusu, askerî darbeler, Türkçülük ve Kürtçülük hareketleri, sosyalizm, Batı’nın sömürgeci karakteri, oryantalizm, Doğu-Batı sorunu, Türk toplumunda yaşanan değer ve söz yitimi, kadınların sorunları, eğitim sistemi, yabancılaşma, yozlaşma, aydın sorunu bu romanlarda yeniden ve yeniden irdelenmiştir.”

Bir Asırlık Çınar: Orhan Türkdoğan

1 Şubat 2024’te kaybettik Orhan Türkdoğan’ı. Vatan millet sevdalısı ve milli duruşundan taviz vermeden yaşamış değerli bir ilim adamıydı Türkdoğan. Süleyman Doğan, anılar eşliğinde anlatıyor Türkdoğan’ı.

“Orhan Hocam ile son görüşmemiz vefatından birkaç ay önce Ekim (2023) ayının son günlerindeydi. Rahatsızlıkları vardı. Ancak ayakta ve kendi işini kendi görüyordu. Sonbahar ayının güneşli bir gününde Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ve Dr. Zafer Gündüz ile Orhan Hocamızın ziyaretine gittik. Bu ziyaretimizin sebebi, Orhan Hocamızın büyük emek vererek kaleme aldığı, Aydın Sınıfın Anatomisi isimle eserini esas alarak Zafer Gündüz’ün yüksek lisans tez yapma istediğini bildirmek idi. Bu durumdan son derece memnun oldu. Türkdoğan Hocam, sosyoloji alanıyla ilgili olarak 46 kitabının olduğunu ve artık bu eserlere bizlerin sahip çıkması gerektiğinin altını çizdi.”

“Türkdoğan’a göre Asyatik Türk toplumlarının yapısal niteliği merkez-çevre modelini temsil etmektedir. Horasan merkez olmak üzere İran coğrafyası üzerinde kurulan Büyük Selçuklu Devleti, Türkçeyi geri plana iterek Farsçayı resmî dil olarak kabul etmiş, yönetimi de İran’dan getirdiği aydın kadrolara bırakmıştır. Benzeri yöntemi Anadolu Selçuklu Devleti de benimsemiştir.”

“Türkdoğan’a göre, Osmanlı Devleti, Orhun Anıtları’nda yer alan Türk kimliğinidışlayarak, devlet yapısını patrimonyal bir sisteme dönüş- türmüş ve yönetimi yabancı soylulara teslim etmiştir. Bu durum, günümüzdeki toplumsal yapımızdaki birçok sorunun kaynağı olarak göze çarpmaktadır.”

İlim Semasından Vakitsiz Kayan Yıldız Erol Güngör

İsmail Hakkı anma Tanrıverdi, Erol Güngör hakkında yazmış.

“Erol Güngör, fikir dünyamızda yüce bir dağdır. Müfekkirdir, düşünürdür, bilgindir, tarihten kopup gelen anlı şanlı bilgedir. Söylediklerine dikkat eden, düşünmeden kalem oynatmayan bir yüceler yücesi insandır. Milletimizin dertlerini tam bilen, tarihi ve bugünü iyi tanıyan bilim adamlarından biridir. Çeyrek asra varmayan kısa ömrünü dolu dolu yaşayan, aldığı nefeslerin, solukların teker teker hesabını milletine veren bir ermiş ve çağdaş modern aydınımızdır.”

“Şeyma Güngör’le tanışmaları ve evlenme hikâyeleri de dillerin sustuğu, gönüllerin konuştuğu güzel hâller buketleri gibiydi. Şeyma, hocası Nihat Banarlı’ya “Hocam bana Erol Güngör’le tanış diyorlar.” deyince Banarlı “Sen Erol’la tanışma, evlen evlen.” demiş. Mehmet Kaplan bir zaman Şeyma’ya okuması için bir kitap vermiş, Şeyma o kitabı okuyunca bunu yazan insanın çok yaşlı başlı bir insan olduğunu hayal etmiş. Bu olaylardan sonra kitabın yazarının Erol olduğunu anlayınca Erol’a karşı olan duyguları bir kat daha artmış.”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Haydi! Yürü gidelim, belki hayat can bulur.
Yaşamak hüner değil, nerde bulunur huzur?

Yolları yürümeden bu akıl durulmuyor.
İnsan, akrep misali soktukça tutulmuyor.
Tarık Özcan

benim yerim bir şarkıdır
yaralı kuşların ağzında
uçurtmaların başını döndüren uzaklıkta
yağmurda, çatıda, günün yapraklarında
nasıl kabuk bağlıyorsa zamanla keder
iyileşir onlar da bir gün bakarsın
belki çarpan son bir kanat içimde
kendini toprağa sıcacık salıveren
birkaç damla kan

yerim unutulmak benim
mevsim şölenlerinde binemediğim bir tren
giderken geride bıraktığı ağaçlar
şehirler, anılar ve evler derken
bildiklerimden yalnızca bir karanlık gül kalır
avcumda bir dağdan arta kalan kül
Şadi Oğuzhan

İzlerine tutunduğum yerlerde
Piyan çiçekleri açıyor şimdi
Damlada deryayı bulsa da gönlüm
Kime yâr olur ki fersûde ömrüm
Senden kalan gül kokulu mendili
Yıkadım içimin ırmaklarında
Yıldızlara asarak gidiyorum

Kalemimi yosunlara bıraktım
Defterimi mürekkep balığına
Bulamadım harflerimi; varım yok
Heceler tükendi; âh ü zârım yok
Kelimeler benden uzakta şimdi
Dilsizlere derman olan lügatim
Alevlendi; susarak gidiyorum
Nurullah Genç

Ona kırk, yirmi bin ah, sekiz milyarlık tanık
Ona kırk, iki bin yıl mazlum bekleyen çarmıh
Ona kırk, Akdeniz’de bütün bir insanlığın
Küllerini sessizce biriktirdiği sandık

Ayağa kalk, vicdanının uyuşması çözülsün
Çelik bakirelerde iğnelendikçe insan
Yıkmak için başına katilin kubbesini
İnanmış kelimeler fırlasın kursağından!
M. Sadi Kandemir

Mahalle Mektebi; Sayı: 40

Baharın tüm renklerini bir selama sığdırarak 76. sayısıyla çıkageldi Mahalle Mektebi. dergide her sayı olduğu gibi öykülerden sonra bir söyleşi karşılıyor bizi. Dünyadan sesler diyebiliriz bu bölüme. Bu sayı savaşın gölgesindeki Ukrayna edebiyatı konuşuluyor Tamara Hundorova ile. Sorular Zeynep Arslan’dan. Ukraynacadan çeviren: Ali Karakaya.

“Evet, şu an yalnızca Ukrayna toprakları değil, aynı zamanda edebiyatı da işgal altında. Peki ya savaş ve kayıplar her zaman insanı hüzün ve sessizliğe mi götürür, ümit de bunlara rağmen mi doğar? Rusya’nın Ukrayna’ya karşı olan mevcut savaşından yaşama arzusu doğuyor. Zira eğer hüzün içerisinde sessiz kalsaydık var olmaya devam edemezdik. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı olan savaşı yıkım üzerine kurulu, bir ulusun, tarihin, kültürün var olma hakkı üzerine. İşgal edilmiş bölgelerde Rus hükûmeti sansür uygulamakta, güvenli bulmadıkları kitapları ortadan kaldırıp, okullarda Ukrayna karşıtı, açıkça politikleştirilmiş ders kitapları dağıtmakta.”

“Bence savaş esnasında ağıttan ziyade, nefret, acı ve hüzün konuşuyor. İlk aylarda her şeyi yakıp kavuran ve sadece geriye küller bırakan öfke hâkimdi. Gerekli sözleri bulmanın ne kadar zor olduğunu anımsıyorum. İşte tam da o zaman klasik edebiyat bizi ve bizim adımıza konuştu.”

“Evet, yakın zamanda Ukrayna’nın 2023’te 50’den fazla uluslararası kültürel etkinliğe katıldığını okudum. Savaş sırasında Ukrayna’da kültürel yaşam donmadı, hatta daha da hareketli bir hâl aldı. Elbette büyük kültürel etkinlikler düzenlemek daha zor ve tehlikeli hâle geldi, ancak her şeye rağmen Kiev’deki Uluslararası Arsenal Kitap Festivali gibi etkinlikler gerçekleşiyor. Festival, Ruslar için bir hedef hâline gelebilirdi ve oraya gidenler de bunun farkındaydı.”

“Gogol uğruna verilen mücadele oldukça eskidir. Hatta yazarın yaşamı sırasında başladığını söyleyebilirim. Gogol, Rusya’da hiçbir zaman «doğru» ve tamamen «Rusya’ya ait» bir yazar olarak kabul görmedi. Ukraynaca kelimeleri ve “hatalı” Rus dili konusundaki “cehaleti” eleştirildi, «Müfettiş» eserinde Rusya’yı hicvettiği söylendi. Gerçekten de Gogol, Rus imparatorluğunu dokunulmaz ve kutsal bir diyar, yeni fırsatların ülkesi olarak tasvir etmek yerine imparatorluğun düzenbazlığını, canavarlığını ve şeytani yönünü gösterir.”

Biz de Sonra İçeriz

Hayatımızda her zaman bir boykot var. Farklı zamanlarda farklı boykotlarla tepkimizi ortaya koymaya çalışıyoruz. Tabi ki bu eylemi gerekli görenler kadar gereksiz görenler de yok değil. Ne olursa olsun boykot bir duruş şeklidir. Kişinin dünyaya karşı, olup bitene karşı tavrını en net gösteren bir eylemdir. Hüseyin Hakan, boykotu işliyor yazısında. Biz de sonra içeriz diyerek konuya farklı bir bakış açısı getiriyor.

“Yüz on yedi gündür orantısız, insafsız, adaletsiz, merhametsiz, vicdansız, şuursuz bir kıyım sürüyor. Yüz on yedi gün. Üç ay yirmi beş gündür… Her ne kadar şımarıklığı ve mızmız oluşu suretinden ve tarihinden anlaşılan, paçasından insafsızlık akan bir güruhla karşı karşıya olsak da ne meselenin failleri bu kadarla sınırlı ne de tarihi bu kadar taze. Kendisini ırki olarak İsrail, dinen Yahudi olarak ifade eden ve dünyanın başına musallat olan bir tarihten söz ediyoruz.”

“Gezmediğimiz tozmadığımız köy, artık bizim köyümüz olmamalı. Gezdiğimiz, tozduğumuz köy köyümüz; duyduğumuz ses sesimiz ve dönüp vardığımız yol, yolumuz olmalı. Orada, bir avuç insanın haysiyet ve şahsiyet mücadelesi verdiği topraklara kulak kabartmalı, insanlık onuru için verdikleri mücadeleyi evimiz, sesimiz, köyümüz, dağımız ve yolumuz bellemek zorundayız. Boykotsa boykot.

Biz de sonra içeriz.”

Terakki Düşüncesinin Yansımaları

İsmail Demirel, “terakki” kavramını ele alıyor yazısında.II. Meşrutiyetle başlayan fikri mülahazalara terakki üzerinden değerlendirmeler var yazıda. Modernleşme meselesine İslamcı aydınların fikirleri ile açıklamalar getiriyor Demirel.

“İslamcı aydınların terakki fikrine en belirgin şerhleri, terakkinin Müslüman kalmak şartıyla mümkün/caiz olabileceğine işaret etmeleridir. Dönem itibariyle bir hayli büyülü ve büyüleyici olan terakki fikrine itiraz eden neredeyse çıkmamıştır. Bugün “çevre”, “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramlara itiraz edenin yok denecek kadar az olması gibi. Belki terakki fikri ve kisvesi altında yapılan yanlış uygulamalara karşı çıkan yazılara rastlamak mümkündür.”

“Terakki fikrinin bir heyula gibi dönemin düşünce hareketlerini esir aldığı söylenebilir. Meselenin üzerinde bu kadar durulmasının altında savunmacı zihniyetin yattığı görülecektir. Savunmacı zihniyet dönemin aydınlarının karakteristik özelliğidir. Zira İslam dünyası, İslam’ı temsil eden devlet [İslam’ın son ordusu] Osmanlı yeniktir, mağluptur.”

“Dönemin aydınları arasında son tahlilde modernleşmenin Batılı yüzüne yani Batıcılığa, pozitivizme, materyalizme doğru giden terakki anlayışı ve bu çerçevede yapılan ıslah çalışmaları, adeta sessiz bir kabullenişin adı olmuştur: “Milli ve yerli pozitivizm”. İslamcısı, Türküçüsü ve Batıcısı arasındaki fark, bu kabullenişin ve bunun uğrunda dile getirilen düşüncelerin sıklet ve hıffeti mesabesi ve meyanındadır.”

Necip Fazıl’ın İnsanlığa Seslendiği Kürsü: Tiyatro Oyunları

Necip Fazıl, tam tekmil bir edebiyat ve dava adamıdır. Eline aldığı her işi hakkıyla yerine getirmiş ve Üstad payesini sonuna kadar hak etmiş bir edebiyat adamıdır. Elbette en başta şairdir o. Fakat yazarlığı da şairliği kadar güçlüdür. Bir de tiyatro yazarlığı kimliği vardır ki sağ-sol fark etmez herkesin kabul ettiği bir yönüdür bu. Kendi adıma söyleyecek olursam; Reis Bey her şeyiyle mükemmel bir baş yapıttır.

Yıldız Ramazanoğlu, Necip Fazıl’ın İnsanlığa Seslendiği Kürsü: Tiyatro Oyunları isimli yazısında Üstad’ın tiyatrolarını ele almış. Uzun soluklu, kaynak niteliğinde detayların olduğu bir yazı bu.

“Büyük Doğu Yayınları tarafından yayınlanan hemen bütün tiyatro eserlerinde, Necip Fazıl’ın bizzat kaleme aldığı ‘tiyatro’ başlıklı kısa bir yazı var. Burada özlü biçimde bu edebi türe neden bu kadar önem atfettiğini açıklıyor yazar. Buna göre tiyatro ön tarafı açılıp kapanır bir mikap(küp) içinde hayatı kapana kıstırır gibi yakalamaktadır. Yeri sanat hisarının en yüksek burcudur.”

“Necip Fazıl 1948’den sonra tiyatro yazmaya 15 yıl ara verir. Bunda yazarın Künye, Sabır Taşı ve Nam-ı Diğer Parmaksız Salih piyeslerinin sahnelenmesinde ve CHP piyes yarışmasında yaşadığı sıkıntılar etkili olmuştur.”

“Necip Fazıl’ın tiyatro temalarında bireysel ve toplumsa iç içedir ve karşıtlıklar belirleyicidir. ‘ruhmadde’, ‘taşra-İstanbul’, ‘doğu-batı’, ‘nefis-ruh’, ‘şeytan-insan’, iyi-kötü’, ‘yabancılaşma-Türklük, İslamlık’, ‘eski-yeni’ ikilemleri kurgunun çatışma eksenini oluşturur. Zamanın doğrusal ve helozonik akışına tanık oluruz. İyilerin ve kötülerin belirgin olduğu karakter diziliminde, zamanla birbirine dönüşme potansiyeli de taşıyan kahramanlar yaratmıştır. İnsanın bir duygu durumunda sabitlenememesi eserlerine değer katan bir unsur olarak beliriyor. Kadın kahramanlara sahneleme yaşanacak olası problemler yüzünden yeterince yer vermediği söylenmektedir. Bunun zamanın hayatta da daima yan rolde olan kimliği tebarüz etmemiş kadın telakkisiyle de alakası olduğunu düşünmek gerekir. Yarattığı atmosferlerin etkisini artırmak üzere dekor tasvirlerinde ayrıntıya inmesi de değerli. Çünkü tiyatroda ışık ve dekor sözler kadar etkilidir.”

Hatıraları Neden Hatırlarız?

Hatıraların hatırlanabilir ve gönle dokunan bir yanı vardır. İnsan unutsa da zihninin bir yerinde saklanır durur hatıralar. Vakti gelince de çıkar ortaya. Mustafa Furkan Özren, Hatıraları Neden Hatırlarız? Diye soruyor ve bu sorunun cevabını arıyor yazısında.

“Geçmiş günler geri gelir mi? Eğer gelmeyeceklerse neden onları aklımızda tutarız? Çocukça bir inançla onları geri çağırırız. Ne de olsa hatıraları hatırlamamızın sebepleri vardır. Hatıralar çelişkilerle dolu bir labirenti andıran hayat ormanının içerisinde arkamızda bıraktığımız işaretler gibidir. Hatta bazen tıpkı masaldaki gibi geriye dönmeye çalıştığımızda onları yerinde bulamadığımız zamanlar olur.”

“Hatıraların işlevi de bir bakıma bize atalarımızdan kalan ve hiç kaybetmek istemediğimiz bir köstekli saat veyahut bizden hiç ayrılmasını istemediğimiz bir dostumuzun konumu gibidir. Ancak hatıraların eşyalara veya hayatımıza girmiş insanlara kıyasla farkı onlardan ayrılabilme ihtimalimizin daha düşük oluşudur. Nereye gidersek gidelim bizimle beraber gelir, bizi takip ederler.”

“Hatıraları hatırlamanın o muayyen döngüsünün mahiyetine dair bu fikirlere inandıkça çocukluğa dair derinliklere dalmanın bir bakıma dünyanın süslerine dalmak olduğu aklıma gelir Böylelikle tekinsiz arzularımın çeşitliliği, bütün o zengin temaslar içimi ürpertmeye başlar. Bilhassa o zamanlarda; nereye götüreceği belli olmayan bu dalgalı sulara benliğimin derinliklerine doğru kapıldığımı söyleyebilirim.”

Söyleşiler Geçidi

Bu sayıda da yeni kitabı çıkan yazarlarla söyleşiler var. Ömer Vural, Ervan Kara, M. Şeref Özsoy ve Fatma İçyer ile yapılan söyleşilerden paylaşımlar yapacağım.

Ömer Vural Söyleşisi- Sorular: Aydın Hız

“Hikâyeleri de şiir gibi yazıyorum. Başlangıçta elimde sadece ilham olan ana madde var. Sonra onu nasıl işleyeceğimi düşünüyorum. Soyut, şiirsel/ imgesel bir dille mi anlatmak istiyorum yoksa mesel diliyle mi, ona karar veriyorum. Eğer şiirsel bir dil kullanıyorsam hikâyeyi kısa tutuyorum. Çünkü muhatabımın zihninde yankı bulmasını istiyorum. O biçimdeki bir hikâyeyi uzatırsam bunaltırım kabulü var bende.”

“Öncelikle masamda her zaman önceliğin şiire ait olduğunu söylemeliyim. Er ya da geç şiirler iki kapak arasına girecektir ama bununla ilgili bir çabam yok. Yani şiir kitabı tamamen kendi akışında ortaya çıkacaktır. Diğer yandan hikâye de var. İkinci hikâye kitabını düşünüyorum hatta tasarlıyorum. İkinci kitapta birden çok uzun hikâye olmasını tasarlıyorum. Uzun hikâye denilebilecek kadar olmasa da kısa hikâyelerin dışına çıkmak istiyorum.”

Erva Kara ile Söyleşi- Sorular: Abdullah Kasay

“Dosyaya dahil etmeye karar verdiğim öykülere dönüp baktığımda bazı öyküler arasında bağlantılar olduğunu fark ettim. Öncelikle mekânı ortak olan öyküler Kara Dağ’ın Eteklerinde toplandılar. Kahramanları kadın olan öyküleri bir araya topladıktan sonra fark ettim ki geriye kalan beş öykü de insanlığın ortak dertleri etrafında toplanmış. Yani üç bölüm biraz da kendiliğinden ortaya çıktı.”

“Yazar olmadan önce çok iyi bir okur oldum. Özellikle kurmaca konusunda kadim metinlerden modern metinlere kadar yoğun okumalar yaptım. Yakınlık kurduğum kaynaklar yalnızca bir döneme veya birkaç yazara ait olmadı. Öykülerin akışındaki diyalogları, dalıp gittiğimiz anlarda birinin dünyaya dönmemizi sağlayan seslenişi olarak görebiliriz.”

M. Şeref Özsoy ile Söyleşi- Sorular: Şeyma Subaşı

“Kitap Hikâyeleri’ni aslında önceden başka bir formatta yazıyordum. “Kahraman Okur Süper Editöre Karşı”ydı adı da. Bir gün bir süper editör, bir eleştiri yazıma karşılık bana “Kahraman okurlara çok şey borçluyuz” diye verdiği yanıtla aklıma bu fikir geldi. Böylece kitaplardaki hatalar ya da olaylar çemberinde bir şeyler toplamaya başladım.”

“Sahaflar; kitap, belge, efemera gibi konularla ilgileniyorsanız derya denizdir. Kitap Hikayeleri temelinde düşünecek olursak, karşılaştırabilmek için ilk baskıları, kimi zaman ikinci baskıları ya da özel nüshaları edinmem gerekiyordu ki pek çoğu kütüphanelerde bile olmayan kitaplar bunlar. Örneğin Garbis Cancikyan ile Haygazun Kalustyan’ın 1942 tarihli ortak şiir kitapları Balkıs bir tek Ankara’da Milli Kütüphane’de var ama, 250 adet basılan bu kitabı size ancak bir sahaf ulaştırabiliyor.”

Fatma İçyer ile Söyleşi- Sorular: Zeynep Sayman

Boşluk karakterlerimin hayatında önemli bir yer tutuyor. Boşluğun çeşitleri var. Kendi ellerimizle yarattığımız boşluklar varlığın anlamını öne çıkarırken maruz kaldığımız boşluklar yaralar. Bir duvarda birkaç tane tablo varsa, yanındaki duvar boş olmalıdır ki astıklarımız ön plana çıkabilsin. Yemek yerken bile doymadan sofradan çekildiğimizde yani midemizde biraz boşluk bıraktığımızda sağlığımızı ve enerjimizi daha iyi muhafaza ederiz.”

“Yazmak için planladığım gün masama oturduğumda çekmece kendiliğinden açılıyor ve içinden öyküye başlamamı sağlayan o ilk ilham çıkıyor. Kulaklarımda çınlayan bir ses, gözümün önünden gitmeyen bir görüntü, bir tablo, bir müzede karşılaştığım bir sanat eseri, izlediğim ama adını dahi unuttuğum bir filmin sahnesi, dokunduğum bir şey, unutamadığım bir olay, sabah uyandığımda dilime pelesenk olan bir cümle, bazen bir rüya, bir his ya da herhangi bir şey… Önemli olan gerçekten bir şekilde bana dokunmuş bir şey olması. Beni bir insan ve okur olarak etkilemeyen hiçbir şeyi yazmadım, yazar olarak böyle bir kişiselleştirmenin hakkımız olduğuna inanıyorum.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Ali Necip Erdoğan – İbrahim’in Saf Fiili

“Hey hey hey, dedi İbrahim, susun biraz. Kimse etmedi bana, sizin ettiklerinizi… İşiniz gücünüz tiyatro, gösteri. Şov yapıyorsunuz durmadan. Susun, susun biraz…”

“Kendi gündemine dönen evin kalabalığından yükselen uğultu sızamadı İbrahim’in zihnine. Yeniden dolan çay bardaklarının şıngırtıları eşliğinde annesi, iki ablası ve iki gelin heyecanla tartışıyorlardı bu bahar yeni bir eve taşınmak gerektiğini, evin hangi semtte olacağı, nasıl bir ev olacağı, kaç odalı olacağı, nasıl döşeneceği…”

“Zihnindeki İbrahimlerden ilki, geciktiriyorsun dedi, oyalanıyorsun. Diğeri, hayır dedi bu zevk. Tıpkı kalemin kâğıda teması gibi. Bahane bulmakta uzmansın dedi ilki. Ne alakası var dedi diğeri, böyle saldırılara karnım tok. Bak hazırım işte. Sen zevkten ne anlarsın. Dünyevi bir şey değil bu. İlki bıyık altından güldü, göreceğim seni şimdi dedi, dünyevi mi değil mi? Hadi saymadan yürü o zaman. Olmaz dedi ikincisi, saymadan olmaz. Bahçe kapısından çıktı.”

Murat Yüksel – Salıyı Çarşambaya Bağlayan Gece

“Dışarda göz gözü görmez bir sis var. Başımı koltuğa yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Az sonra gözümün önüne eski evimizdeki duvarda duran büyük saat geliyor. Saatin tik taklarını duyuyorum. Annemin dizinde yatıyorum. Gözüm duvarda. Saçlarımı usul usul okşarken ben saate bakarak dosdoğru uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Gözümü açtığımda odada mis kokular. Annem kuzinenin üstünde dağ mantarı kızartıyor. Ben elimi yaklaştırıyorum sobaya, “dur,” diyor, “yanarsın yavrum.” Sobanın üstünden aldığı mantarları üfleyip kendi eliyle bana yediriyor.”

“Babam yine geç saatte geldiği bir gece, aynanın kenarına sıkıştırılmış duran, birlikte çekindikleri tek fotoğrafı alıp avucunda buruşturdu. Annemin artık dönmeyeceğine kanaat getirmişti herhalde. Sarhoştu. Çöpe attı. “Bir daha,” dedi, “bu evde onun hiçbir şeyini görmeyeceğim. Adını anmayacaksınız o kahpenin. Kemiklerinizi kırarım.” Gizlice çöpten alıp elimle düzelttim. Yatağımın altına sakladım o resmi. Babamın olduğu yeri yırttım. Annemin bu tek fotoğrafını senelerce sakladım.”

“Ablamla da senelerce görüşmemiştim. Eski evimizden kendini kaçıp kurtarmasına ne kadar sevindiysem, annem gibi o da beni tek başıma bıraktığı için bir o kadar öfkeliydim. Birbirimizi aramadık, sormadık. Askerden geldiğimde defalarca telefon açıp “senden başka kimim var bu dünyada, sen de bana sırt çevirme kardeşim,” deyince birkaç kez evlerine gittim, sonra yine herkes kendi dünyasını yaşamaya devam etti.”

Hatice İbiş – Yılanlar ve Çatal İğneler

“Gözbebeklerinin çeperlerinde keskin bıçaklar saklıydı. Dokunduğu yerden kan damlardı eline. Ellerini gören kınalanmış sanırdı. Oysa kanlıydı elleri. Bunu onu tanıyan herkes bilirdi. Bilmek uykularını kaçırır onu görünce gözlerinden fırlayan bir bakışın da kendilerine saplanmasından korkup kaybolurlardı ortadan. Değil insan taşın toprağın kedinin köpeğin bile ödü kopardı varlığından. O ise kendini bildi bileli etrafını tedirgin etmemek için gözlerine gerdiği bir perdenin ardından kısık gözlerle bakardı dünyaya.”

“Behiye bir hafta kendine gelemedi. Uğursuzluk dedi durdu. Gebenin gözü neye dalarsa bebesi de ona benzer derdi büyükler. İçinde anlatmaya cesaret edemediği tehlikeli kurgular büyüttü. Her gece rüyasında ortadan ikiye bölünüp kayıplara karışan yılan, yarım haliyle çıkıp geliyor karnının üzerinde usulca kıvrılıp yukarı doğru süzülüyor dilini Behiye’nin gözlerine saplıyordu.”

“Şüphe ıssızlığı sever, karanlığı daha da çok sever. Kuytu köşelerde kan dolar cılız damarlarına. Oldu bittiye getirmek ya da görmezden gelmek küçültmez büyümeye iştahlı varlığını. Adam başını yastığa koyduğu her gecenin sabahında yeni bir salâya uyanabilme ihtimaliyle tedirgin uyudu. İçinde kıvranıp duran yılanın zehri her yanını sardı. Ne yapacağını bilemedi. Derdini anlatabilecek cesareti bulamadı kendinde.”

Mahalle Mektebi’nden Şiirler

Filistin’de yıllardır değişmeyen şeyler için
neden mağazalar açıldı metropol sokaklarına
sormaktan yana kaygılanma sebebimiz olsun
mandalinalar saklanıyor turuncu bir akşam sonrası
üzerine onlarca isyan çıkmış davalara yakın
bu davayı kim üstlenecek gökyüzü kundaklanmışken
Zeki Altın

Sahi sana çocukken mi verilmiş
O toplu göl gibi koyu
Bir ahır karanlığı gözlerin
İçli sıvısıyla gezinmiş sayfalarda

Denizi gör diye
Geldim yanına
Kadir Korkut

Ben kaçardım atlardan dizginleri çıkarken
Bırakıp heybetimi merdiven boşluğuna
Kahkahayla dörtnala atlar suya giderken
Yorgunluğum düşerdi annemin kucağına

Sonra bir ses duyuldu göğü karartan bir ses
Misafir oldu akşam soframıza bulutlar
Bağdaş kurdu vadiye kesildi bütün nefes
Utandım soramadım bir bulut neden ağlar
Abit Çelik

Benzi soluk acayipler korosu olarak
Çok sesli bir cenaze töreni bu
Kurgusal yanlışları cebimize atarak
Söylenememiş birçok şeyin sonu

Yüreğin evindeki balkonda atıyor
İnce, çığlık gibi bir ses bu
Bizim balkonlarımız bayraksız kalmıyor
Şöyle bir bakışla sürdürülen bir savaş bu.
Mehmet Akif Öztürk

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir