Hece’de İsmet Özel Sayısı
Hece dergisinin ocak sayıları büyük bir heyecan ve merakla beklenir. Her yıl hazırlanan özel sayı ile edebiyat dünyamızdan bir isim ayrıntılı olarak ele alınır ve ortaya arşivlik bir çalışma çıkar. 2024 Ocak sayısı her şeyiyle “özel” bir sayı. Bu yıl bir farklılık olarak iki cilt halinde çıkan özel sayısı özenli bir çalışmanın sonucu olarak ulaştı okurlara.
Özel Sayı Editörleri; Faruk Uysal, Prof. Dr. İbrahim Tüzer, Osman Özbahçe.
Editörlerin Sunuş Yazısından
“Özel, şiirinde de düşünce yazılarında da “evrende yerini arayan insan” mottosuyla hareket etmiş, hakikat doğrultusu kurmuş, ömrünü bu doğrultuya hasretmiştir. Onu 1974 yılında Diriliş dergisinde yayımladığı “Âmentü”ye getiren süreç, şiirinin ve düşüncesinin ayırdedici vasfı niteliğindedir. 1950’li yıllarda başlayan yeni şiirin en etkili verimlerinden biri olarak şiire başlayan Özel’i kendi şiiri, kendi üslûbuna taşıyan öz bu niteliktir.”
“Hece dergisi olarak, yazarlığını “devriye nöbeti”, “istiklâl yürüyüşü” biçiminde tanımlayan bir şairi, edebiyat ortamımızı, düşünce hayatımızı etkileyen en önemli isimlerden birini, biyografik duraklarından istikamet kazanan yolculuğuna, şiirlerinden poetikasına, elliyi aşkın eserinde derinleştirdiği düşüncelerinden mektuplaşmalarına ve söyleşi kitaplarında öne çıkan hususlardan dernek faaliyetlerine değin hak ettiği ölçüde değerlendirme çabasının mutluluğunu taşımaktayız.”
I.cilt İbrahim Tüzer’in İsmet Özel biyografisi ile başlıyor. Tüzer, İsmet Özel üzerine çalışmaları bulunan ve İsmet Özel: Şiire Damıtılmış Hayat kitabının da yazarı. Kapsamlı bir biyografi hazırlamış Tüzer. Her yönüyle ele almış Özel’i.
Biyografi, şiir ve soruşturma bölümlerinden oluşuyor I. cilt. II. Ciltte de düşünce ve kitâbiyat bölümleri yer alıyor. Dergiden bazı yazılardan örnekler paylaşacağım. İsmet Özel’i ve Türk şiirinin seyrini Özel şiiri üzerinden okumak isteyenleri Hece dergisi özel sayısıyla buluşmaya davet ediyorum.
Osman Özbahçe – İsmet Özel Şiirinde Estetik Yapı
Özel’in şiirinde devrimci öz sosyalizmdir. Şiirden vazgeçmeksizin şiiri ve insanı bu doğrultuya yığmak üretilen poetikadır. Kitlelere hitap topluma hitap değildir. Belirli bir doğrultuda belirli bir gruba; ideolojik özdeşim içindeki bir cemaate hitaptır. Toplum Özel’in şiirine “Âmentü”den itibaren gelecektir. Hitabet zorunluluğu konuşma dili koşutluğudur. Şiir dili konuşma dilidir. Bu koşutluk estetik ölçütü ses üzerine kurmaktadır. Konuşmanın estetiği sestir. Ses, sanatı üretmektedir. Bu nedenle Özel’de estetik bir yapı olarak şiir ses üzerine kuruludur. Özel’de ritmik yapı ve ahenk sesle sağlanmaktadır. Aliterasyon, kafiyeli sesler, tekrar kelime ve mısralarla elde ettiği sesi tempo biçiminde kullanmaktadır. Tekrar kelime ve mısralardan hem vurgu, hem durak elde etmektedir.
Mehmet Solak – Hayata Açılan Kapı: Bir Yusuf Masalı
İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı’yla ‘gelenek’e mi yaslanıyor? Bugüne değin “pek önemsemediği hatta biraz da burun kıvırdığı” gelenekte mi buldu son çareyi? Gelenekten ‘içi boşaltılmış biçimsellik’i anlayanlar, bu soruları kafalarındaki yanıtın yedeğinde mutlaka soracaklardır. Başka birileri de “Bak, İsmet Özel bile gelenekten vazgeçemiyor, o halde gelenek sırt dönülecek bir olgu değil.” cümlesiyle başlayan yeni söylevlerle geleneksel yerlerini sağlamlaştırma çabasına düşeceklerdir.
Şahika Karaca- “Sebeb-i Telif” Şiirinde Ben ve Ötekinin Diyalektiği
“Sebeb-i Telif ” şiirinde de numen ve fenomen karşıt diyalektikler olarak şiirde yer almıştır. Kant, metafiziksel alanı üç ideadan ibaret olarak görür: Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük. Dolayısıyla şiirde de “yıldızlı gök” metafiziği imleyen numenal alandadır ve erosu imler. Yasa ise ölümle/thanatosla birleşir. Yasanın kuruluşu ötekinin alanındadır. Çünkü özne simgesel alanda Öteki’ni tanıyarak yasaya tâbi olur. Şiirin bu bölümünde yasaya tâbi olmayı idam mangasına girmekle örtüştüren şair, adalet duygusuna yıllarca boyun eğdiğini ancak bu duygunun içsel varlığında yer etmediğini ifade eder.
Nusret Yılmaz – Öznenin İnşası – Fenomolojik Bakış Açısı: İsmet Özel ve Şiiri
İsmet Özel, bireyi ve bireyin özgürlüğünü yok eden toplumsal kültürü ve şairi sıradanlaştıran klişeleşmiş normlara karşı eylemsel bir dil kullanır. Özel, burada Gasset’nin toplumsallaşmaya karşı geliştirdiği tutuma yaklaşır. Ortega y Gasset, toplumsallaşmayı, söylenen şeyleri ve yürütülen fikirleri yineleyerek yaşattığı, yaşamı onun olmaktan çıkardığı ve bireyi kişi olmaktan uzaklaştırıp bir toplumsal robot haline getirdiği için reddeder. Şairin eylemsel bir dil kullanmasının altında işte bu “herkes”leşme endişesi vardır.
Faruk Uysal – İsmet Özel Şiiri: “Ben” Versus Medeni
Özel’de, baba ve anneden sonra “ben”in oluşumuna olumlu manada en fazla katkı yapanın 1971 öncesi şiirlerden hareketle “devrimci” imgesi, bu tarihten sonraki şiirlerde ise Müslümanlık, kendi deyişiyle “Varedenin kayrası” olduğunu söyleyebiliriz. Bunu Özel’in devrimciliği gitmiştir, bitmiştir şeklinde anlamak yanlış olur; onun devrimciliğini besleyen değerler dizgesi değişmiştir. Gerçekte o her zaman, her anlayış ve her kavrayışta hep bir devrimci olagelmiştir.
Hüseyin Akın – İsmet Özel’de Mânâ İzleri
İsmet Özel de şiirin, retoriğin söz konusu ettiğimiz yollarını denemek suretiyle “yöneldiği eksen doğrultusunda eylemlerle bağlantısını ya ethos ağırlıklı olarak veya pathos ağırlıklı olarak” kurduğunu ileri sürmektedir. Zira şaire göre üzerinde yaşanılan toprakların bir ethos değeri vardır ve bu değer her daim siyasi kavrayışın temeli olmuştur. İsmet Özel’in hakikatle ilişkisi hem şiirinde hem de düşünce dünyasında içkin olarak varlığını hissettirmektedir. Okuyucu bu hakikate düz bir okuyuşla elbette ulaşamayacaktır. Fakat Behçet Necatigil’in ifade ettiği taraftan bakarsak şiirde hakikati bulma sorumluluğunu pekâlâ okuyucuya bırakabiliriz. Modern şiir biraz da okuyucu tarafından doldurulması gereken boşluklar taşır. Necatigil’in altını çizdiği gibi: “Şair, anlamı, ipucu, basamak kelimeler, imgeler arasına, ilk okuyuşta birbiriyle bağıntısız sanılan hayat ve hayal parçaları arasına serpiştirmiştir de bu bize çok karanlık görünebilir.
A. Ali Ural – Her Şey İsmet Özel Yaşarken Oldu
Kırk yaşındayken, “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar,” altmış yaşındayken, “Altmış sene yaşadım bir tek anım bile yok,” diye yazıyorsa bir şair, İsmet Özel’dir hayatın medceziri arasında şiirinin hırçın dalgalarını yükselten. Doğrusu rüzgârını zıtlıklardan alan bu şiiri takdim sadedindedir, bir fantezi gibi algılansa da Cellâdıma Gülümserken isimli şiir kitabının başına yazdığı şu mısralar: “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir? / Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?” Demek ki sınırdadır şiir ve boşuna “Şairin Devriye Nöbeti” dememiştir İsmet Özel serüvenine.
İbrahim Demirci – İsmet Özel: Kalın Türk, İnce Türkçe
Tedavüle sokulan yeni türetilmiş yahut unutulmuş sözcükleri kullanmaktan çekinmeyen İsmet Özel’in metinlerinde aynı sayfanın içinde hem “kuşak” sözcüğünü hem “nesil” kelimesini görebilirsiniz. Kuşkusuz, zaman içinde onun söz dağarı yeniden eskiye doğru değişim göstermiş, Osmanlı İslâm terminolojisi metinlerinde giderek ağırlık kazanmıştır. Fakat vokabülerinin omurgasında, yaşadığı hayattan edindiği kelimeler, daha başat bir konumdadır. Meselâ “Tahrir Vazifeleri” adının dayanağı, şairin öğrenim gördüğü okullarda Türkçe dersinin içinde yer alan “Tahrir” uygulamalarıdır. (Bu kelime, nedense sonraki yıllarda yerini “kompozisyon”a bırakmıştır. Buradaki “nedense”yi “tahrir”den, özgürleş-tir-meden uzaklaşıp düzen-le-me, düzenlileş-tir-meye yönelmek diye açsak yanlış olmaz.)
Selçuk Küpçük – 1970’lerin Politik Ruhu, İsmet Özel ve Halkın Dostları’nın Çıkışı
Derginin ilk sayısında yer alan metinlerin çoğu bir bakıma edebiyatı “devrimci” tezlerden hareketle kavrayan 1970 kuşağının temel nosyonlarını anlayabilmek bakımından önemli. İlerleyen hemen bütün sayılarda bu ilk metinlerde yer alan tavrın uzantısı ya da işaret ettiği haritanın bağlamını taşıyan anlayış çıkar karşımıza. İmzasız biçimde kapaktan yayınlanan ve Ant dergisindeki soruşturmaya verilen cevaplarla benzeşik içeriğe sahip “Gerici Sanata Hücum” yazısı yanında Murat Belge’nin “Namık Kemal: Aşk ve Evlilik Üzerine”, Zeynep Selçuk’un “Felsefe Öğretiminde Kültür Emperyalizmi”, İsmet Özel’in “Tanrı Mezarını Isıtsın” ve Nihat Behram’ın “Sanatın Gerekliliği” başlıklı düzyazıları ve İsmet Özel’in “Kalk Düğüne Gidelim” ile Ataol Behramoğlu’nun “Onun Türküsünü, Guavara’nın” şiiri yer alır. (Behramoğlu’nun bu şiiri, Özel’e 29 Aralık 1967 tarihinde Trabzon’dan gönderdiği mektupta da vardır.)
Atakan Yavuz – İsmet Özel’in Poetikası Üzerine Düşünceler
Şiir Okuma Kılavuzu manifestovâri normatif kurallar öneren bir çalışmadan ziyâde bütün diğer şairlerin çalışmaları gibi açıklayıcı / tanımlayıcı (descriptive) bir özellik taşımaktadır. Ahmet Oktay’ın “aforistikpoetika” dediği üslûpla kaleme alınmış ve genel olarak şiiri değil İsmet Özel’in şiir anlayışını, kendi şiir dünyasını anlamakta elverişli bir kılavuz olmuştur. Kitabın en önemli vasfı başka şairlerde sık rastlamadığımız bir samîmiyetle şiirin üzerine titrenilmesi gereken özgün bir varlık zemini olduğunu ifade etmesi, şiirle insanın asâleti arasında bağ kurmasıdır.
İdris Ekinci – İsmet Özel Şiirinde Toplumcu Gerçekçilik
1967 yılında kaleme aldığı “Evet, İsyan” şiiri ise artık iyice belirginleşmiş tavrın dışa vurumu olarak okunabilir. “Evet, İsyan” bir kararlılığın sembolü olmuştur modern Türk şiirinin bir dönemi için. Bu kararlılık belirli bir bilinç seviyesine ulaşmış okur için de dayanak/sığınak olabilecek bir kaynaktır. Harekete geçme zamanı gelmiştir ve konum olarak belirlenen yer de “kavganın göbeği”dir. Geride kalan bütün tecrübeler bireyi sağlam bir duruşun kıyısına getirip bırakmıştır. Yan yana gelmek, bir yere doğru gitmek, yolu tamamlamak gerekmektedir. Yapılacak iş bellidir: “yıkılıp omuzdaşlarımın seslerine / yıkılıp bir boran içinde toplayarak çiçeklerimi.” Artık hedefe ulaşmak için, “Alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara”8 duygu ve düşüncesiyle yürümeye başlamanın zamanıdır.
Cem Kotan – Türkiye İçin Bir Teklif: İsmet Özel İslâmcılığı
Özel’in İslâmcılığının temelde üç boyutunun olduğunu ifade edebiliriz. Özneyi ilgilendiren yanıyla bireysel boyut, Müslümanları ilgilendiren yanıyla toplumsal/ cemaatsel boyut ve eylemsel yanıyla politik boyut. Böylece Özel, tek tek bireylere, toplu olarak cemaate ve politikaya bir teklif sunar ve bütün bu boyutları İslâm’ın temel kabulleri etrafında birleştirerek ontolojik bir zemin inşa etmeye çalışır.
Hamit Emrah Beriş – İsmet Özel Ve Aydın Meselesi
İsmet Özel’in aydın kavramına bakışı Üç Mesele’de başlar. İktidar olmak, söz konusu dünya görüşünün ve hayat tarzının toplum üzerinde hâkim olmasını beraberinde getirir. Aydınlar, iktidara sahip olma veya ana eğilime uyma gibi avantajlarla kendi doğrularının mutlak hakikat gibi kabullenilmesini sağlarlar. Bu noktada Özel, “(…) dünya olayları ve yeryüzünde insan mevcudiyeti konusunda çok temelli bilgilere sahip olan ama bizim genel geçer yargılarımıza göre hiç de aydın sayılamayacak kişilerin gerçekte aydın sayılmasından yana” olduğunu söyler.9 Buna karşılık, aydın nitelemesiyle anılan pek çok kişi aslında bu ifadenin yakınından bile geçecek müktesebata sahip değildir. Bunlar, içinde bulundukları pozisyonun, yani Batı yanlısı hâkim zihniyeti temsil etmenin getirdiği avantaj ile olduklarından daha önemli gibi görünürler.
Aytaç Odacılar- İsmet Özel Nerenin Yerlisi Ya Da İsmet Özel Ne Saçmalıyor(?)
Kadirşinas itaatsizlik, İsmet Özel’in deyişiyle, onun çocukluk ve ilk gençlik yıllarında çevresindeki kişiler hakkında görüşleri ve bu kişilere karşı gösterdiği tutumla oluşmuş bir özelliktir. Çevresindeki insanlarla olan bağından dolayı bu özelliğin kişisel bir kavrayış olduğunu düşünebiliriz. Özel, kadirşinas itaatsizliğinin başlangıcını ifade etmek için şu cümleyi kullanır: “Çocuk yaşlarımda hayatımı çekip çeviren büyüklerin zekâ, bilgi ve ahlâk bakımından kendilerine kayıtsız şartsız teslim olunabilecek yeterliği gösteremediklerini kavramıştım.”15 Özel’in böyle bir yargıya nereden (hangi olay dolayımıyla) vardığının önemi yoktur. Önemli olan nokta, dil içindeki danışıklıktan doğan güvenli alanı küçük yaşlardan itibaren sorunsallaştırmış olmasıdır. Karakter özelliğinin ilk kısmında bulunan kadirşinaslık Özel’in tamamen her şeye karşı olmadığını göstermektedir. Burada önemli olan nokta, kadirşinaslık dolayımıyla itaate varan gizil anlaşmalara karşı itaatsizlik göstereceğinin ortaya konulmasıdır.
Halit Yıldırım – İsmet Özel’e Göre Türkiye’de Müslüman Olmak
İsmet Özel’e göre Müslüman çoğunluk aldatılabilir, hedefi bulandırılabilir ama Türkiye’de Müslüman çoğunluğa İslâm dışı bir misyon yükleyecek ve onu kendi amaçları uğruna kullanıp saf dışı edebilecek bir otorite yoktur. Eğer böyle bir tecrübeye girişilecek olursa safın dışında kimin kalacağını görme rizikosunu göze alabilecek resmî yetkili bulmak da zordur.13 Bu da yönetenler açısından bir handikaptır.
Peyami Safa Gülay– Felsefe Ve Edebiyat: İsmet Özel İçin Bir Taslak
İsmet Özel felsefe tarihine oldukça sık müracaat eder. Fakat onun felsefe ile ilgisini görebilmek için bu müracaatlara ihtiyaç duymayız. Bu müracaatlar hiç olmasaydı da, felsefenin Özel için temel meselelerden biri olduğu görülebilirdi. Dünyada belirleyici olan Batı kültürünün başlangıcından rönesansına, modernliğinden aydınlanmasına ve nihayet postmodernliğine kadar felsefi bir arka plana yaslanıyor oluşu, Özel’de felsefeyi temel mesele yapan bir unsur olarak sayılabilir. Tabii bu arada, tüm bunlarla ilişkili olarak bir de kapitalizm meselesi var. Şairin Keynes’ten nefret ettiği unutulmamalıdır. Bütün bu ilgi ve ilişkiler, İsmet Özel’in edebiyatını doğrudan felsefe tarihiyle karşı karşıya -ya da aslında bir araya- getirir.
Mustafa Köneçoğlu – Taşları Yemek Hâlâ Yasak mı?
İsmet Özel’in zihnî disiplini taşların sağlam döşendiği bir yol talep eder. Bu zihnî disiplin, kervan yolda dizilir anlayışının savsaklayıcılığını kabul etmez; yola çıkmadan önce yolda başa gelebilecekleri hesaplamak zorundadır. Özel, bütün zorluğuna rağmen yeni düşünme yolu olarak muhataplarıyla İslâm çerçevesinde konuşmak ve onların Müslümanlığına iltica etmek ister. Fakat bu özgürlük isteyen yol için, öncelikle bir durum tespiti yapılmalıdır. Çünkü vaziyet çok da iç açıcı değildir. Birinci durum tespiti, insanların genel doğruların gölgesine sığınıp olmadık yanlışlar yapmalarıdır. Bir diğeri, yaşanılan dünyada sözlerin teminatı olmadığıdır. Çünkü modern dönemde sözün bizi insanlaştırdığı veya insanlıktan çıkardığı konusundaki kadim bilgi kaybedilmiştir.
Ahmet Edip Başaran -Bakanlar Ve Görenler
İsmet Özel’in düşünce dünyasında söz ve eylem arasında çok sıkı bir mütekabiliyet ilişkisi vardır. Biri olmadan bir diğerinin anlamı yoktur. O bir diğeri görünürde ortalık yerdedir belki ama bir anlamı yoktur. “Cebinde banka hisse senetleri olduğu halde ‘faiz haramdır’ diye haykıran adamın doğru söylediğine inanalım mı?” diye sorar Özel. Doğru söz nedir? Eylemleri yanlış içinde ve fakat ağızları Kur’an ve Sünnet’e uygun sözler söyleyen insanları “doğru” addebilir miyiz? Ona göre bir adamın yaptıkları bozuksa söyledikleri de bozuktur. Yani bir sözün doğru olması, bir yargının değerli olması doğrudan doğruya o sözü söyleyenin değerli ve doğru olmasıyla bağlantılıdır, Özel’e göre, doğru söylemek sözünün eri olmaktan geçer.
Cengizhan Konuş – İnsan, Dil, Bilim, Hakikat Bağlamında Tahrir Vazifeleri
Tahrir Vazifeleri , adından da anlaşılacağı gibi bir kayıt defteri hükmünde. Yeni bir ufuk çizmekten ziyade dünyanın katılığına katılıkla cevap vermemenin, dünyada rahatlık aramayanların endişelerini dile getiren bir kitap. Kitapta yer alan yazılar bu endişelerini dile getirirken vazifesinin yazmak olduğunu ama aynı zamanda yazmanın kendisini ürperttiğini dile getiriyor. “Yazmaya sürgünsün, bu yükümlülüğü ortama uymadığını, suça ortak olmadığını belli eden bir şey yapmakla yerine getir.” (s. 21) O yazmayı ödev bilirken aynı zamanda yazma görevini yüklenir. Yazmanın verdiği ürpertinin kendisini şiire yönelttiğini söyler. Düzyazı yazan birinin yazdığı şeyi, ne olduğunu, kimin hakkında olduğunu önce kendisinin bilmesinin şart olduğunu fakat şiirde böyle bir şartın aranmayacağını ifade eder.
Nuray Alper – İslâm’dan İman Ve İhsana Giden Bir Tefekkür Yürüyüşü: Küfrün İhsanı Olmaz
Esasında kitabın ele aldığı cümle meselenin altında kavramlar yoluyla tesir altına alınmaya çalışılan zihinler yatmaktadır. Eserin bu noktası tetkik ettiği kavramların kullanım alanları üzerinde durmasıyla Rasim Özdenören’in Kafa Karıştıran Kelimeler adlı eseriyle benzerlik arz eder. Yazarların zihinsel süreçleri aynı işlemekle birlikte sadece değindikleri kavramlar farklıdır. Nitekim aleni bir “kavram kargaşası” ifadesiyle darbelerin kime ne yaptığı ile alâkalı yazıya gelince karşılaşmamız da bu tezi doğrular. Özel’e göre Türkiye’yi Türk vatanı olarak bilen her insan “kavram kargaşası” şarabıyla sarhoş edilmiştir.
Merve Sevda Selvi – Şairin Devriye Nöbeti Tok Kurda Puslu Hava
İsmet Özel, dil konusundaki yazılarında, Türkçenin güvenilir bir sözlüğe ihtiyaç duyduğunu ve kelimenin kökenlerinin eksikliğinin sorun olduğunu vurgular. Dilin ihmalkâr ve bilgisizce kullanılmasının insanları dil konusunda yetersiz bırakacağını ve dilin netliğini kaybettireceğini iddia eder. Ayrıca Türkiye’deki dil değişikliklerinin siyasi nedenlere dayandığını ve bu nedenle tarafların meseleyi yeterince anlamadığını savunur. İsmet Özel’e göre kavramlara Türkiye’ye uygun, zamana ve mekâna uygun, kültüre uygun karşılıklar vermek İslâmi mücadeleye kimlik kazandıracaktır.
Soruşturmadan…
Necip Tosun – İsmet Özel: Yalnız Ve Biricik
İsmet Özel hayattayken kendi masalını yazmış, anlatmış bir yalnızdır. Onun yalnızlığı bir bakıma yalnızlığın “reddedilerek”, yalnızlığa kendince yeni bir anlam yüklenerek yaşanmış bir yalnızlıktır. İsmet Özel, Müslüman olarak aştığını düşündüğü yalnızlığı şiirle, düşünceyle iç içe sürdürülen bir yalnızlık biçimine dönüştürmüştür. Bu, tekliflerinin, çabalarının boşa çıkacağını bile bile yazmayı sürdürmesi şeklinde tezahür eden bir yalnızlıktır. Onunki Allah’a yakın, dostlara, topluma uzak bir yalnızlıktır.
Mustafa Çiftci – İsmet Özel ile Karşılaşmalarım
Ali Osman’dan sonra tanıdığım en sadık İsmet Özel okuru ise Asaf idi. Asaf elektrik mühendisliği okuyordu ve İsmet Özel’den aldığı ilhamla teknolojiye karşıydı. İnsan en mühendis olup hem teknolojiye karşı olunca biraz garip oluyor. Asaf ’ın durumu da garipti. Kitaplığında sadece İsmet Özel vardı. Diğer yazarları ise eğer İsmet Özel bir yazısında o yazardan bahsetmişse o zaman Asaf alır okurdu. Asaf teknoloji konusundaki çelişkisini fazla taşıyamadı ve İsmet Özel’e uzun bir mektup yazdı. Mektubun altına da öğrenci evinin telefonunu yazdı. Ve bir gün İsmet Özel Asaf ’ı aradı. Ona bu kadar takmamasını ve hayata bağlanacak bir sevgi bulmasını söyledi.
Nurettin Durman
İsmet Özel şiiri kendini yüksek bir havada okutmasına rağmen çarpıcı, çekici özelliği nedeniyle özenilen ama kendine özgü düşünsel ve yapısal tarafı yüzünden aşılamayan bir yapıya, içeriğe ve sosyal konuma sahiptir. İsmet Özel şiirini önemli kılan da bu içsel ve dolayısıyla yapısal özelliğidir.
Muhit – Sayı: 49
2024 yılına 49. sayısı ile girdi Muhit dergisi. Son sayılarını Gazze yoğunluklu çıkaran derginin bu sayısında da bu minvalde yazılar devam ediyor. İşgal, soykırım devam ediyor. Üzerin örtülecek bir konu değil Filistin. Hassasiyetleri daima canlı tutmak gerek.
İbrahim Tenekeci’nin giriş yazısından
“Tanımlanamayacak kadar kötü olanların Filistin topraklarındaki zulmü devam ediyor. Filistinler bir asırdır hem Siyonist teröre maruz kalıyor hem şanlı bir direniş sergiliyor. Bizler de elimizden ne geliyorsa onu yapmaya çalışıyoruz. Duamız odur ki bu zalimlik bir an önce sona ersin.”
Aşkın Felsefesi ve Psikolojisi
Erol Göka, Aile ve Aşk yazılarına devam ediyor. Bu sayı 12. dersteyiz. Evet, bu yazıları bir ders gibi işliyor yazar. Yol gösteriyor, olması gerekenleri anlatıyor. Hassasiyetle işliyor her konuyu Göka. Aşkın felsefesine ve psikolojisine yoğunlaşıyoruz bu kez. Aşkın her haline nüfuz ediyoruz böylelikle.
“Demek ki aşk, bir tür fanatizmdir; aşkın psikolojisi de fanatizmin psikolojisiyle ilgilidir. Aşkı ideolojik, siyasi fanatizmden ayıran, tıpkı dostluk gibi yüksek bir iyilik vaadi taşımasıdır. Aşk, yaşantılar içinde en çok dostluğa benzer, aşkı anlamak isteyen mutlaka dostluğu da anlamalıdır. Ya da tam tersi: Dostluğu anlamayan aşkı anlayamaz. Dostu olmayan birisi elbette âşık olabilir ama bir önceki bölümde anlattığımız sevme becerisinden yoksun olduğu için büyük ihtimalle sağlıklı bir aşk yaşantısı olmayacaktır onunki.”
“Bir insanın mutlaka dosta, dostlara ihtiyacı olduğu söylense kimse buna pek itiraz etmez, dostluk için çaba gerektiğine de. Ayrıca hiçbir çabanın dostluğu garanti etmeyeceği konusunda da aramızda bir fikir birliği sağlayabiliriz. Biz niye dost olarak bazı insanlara yöneliriz, yine de tam bilmeyiz. Bizim dost bildiğimiz insandan bir başkası nefret edebilir. Aşk da tıpkı böyledir. Hep aşkı ister, aşka doğru yol alırız. Aşk, hem herkesin çok iyi bildiği hem de hiç bilinmeyen bir muammadır. Ne zaman, nereden geleceği, nereye doğru yöneleceği belli değildir.”
Çoğalan Değersizleşir mi?
“Değer” diye bir kavram var. Oldukça göreceli olsa da her dönem itibar görmeye devam eder değer biçme yöntemleri. Az olma, biricik olma, özel bir alanda durma gibi kişiye özgü değerler çoğaldıkça, çoğaltıldıkça neler değişmeye başlar? Handan Acar Yıldız, Çoğaltarak değersizleştirme ve toplu delirme üzerine yazısında bu konuyu ele alıyor. Kaybedilenler, elimizden kayanlar, çoğalanlar, bize yetmeyenler ve daha fazlası…
“Her bir çoğaltma orijinalden bir adım uzağa düşmedir aslında. Teknik gelişmeler materyale dair çoğaltmaları aslına yakın tutabilme başarısı gösterse de mecazi ya da manevi olana dair çoğaltma, her bir fotokopiden yenisini çoğaltmak gibidir ve her çoğaltımda aslından uzaklaşmaktır.”
“Delirmek kitleselleştiği kadar ritüelleşiyor da. Farklı zaman ve mekânda aynı akıl tutulmasına uğrayan insanlık, görünmeyen bir şeyin etki alanına girmişçesine şuurunu kaybediyor. Delirme ritüel şeklinde ve kalabalıkların sürdürdüğü bir insanlık hâli olunca ritüelle kutsallaşan her yapı gibi dokunulmazlık kazanıyor.”
Vefa: Her Şey Bittiğinde Kalan
İnsanî değerlerin belki de en önemlilerindendir vefa. Vefalı olmak insana çok yakışıyor. Gönül zenginliğinin en net göstergelerindendir. Muhammet Enes Kala, her şey bittiğinde kalan diye anlatıyor vefayı. Vefanın ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu görüyoruz Kala’nın cümlelerinde.
“Dostluk, samimiyet, sadakat ve sebat kelimelerini mezceden esrarlı bir kelimedir vefa. Zamana direnir de emek emek insanın rikkatini ve insanlık özüne dair dikkatini büyütür. Artan rikkat mekânı kurar; dikkat tarihi işler. Sonra gurbet girer araya, uzaklaştıran fasılalar, engeller gibi olur hatıraları, sadakat tacı düşmezse eğer iyi, güzel, doğru olan ne varsa onlara duyulan dostluk hayallerde büyütülür, tütsü tütsü yükselir semaya.”
“İnsana, mekâna, vatana, bayrağa ve tarihe vefayı gönlünde şerefle taşımasını bilenleri, vefayla hareket edebilenleri, her şey ve herkes gittikten sonra da kalacak o güzel değeri yere düşürmeyenleri tarih unutur mu? Onların ruhu mekâna siner, diğer insanların gönlüne sirayet eder ve bir bayrak gibi unutulmamak üzere tarihin o güzel kaydında muhafaza edilir. Ne mutlu onlara…”
İbrahim Tenekeci’den Mektup Var
İbrahim Tekeneci’nin çevresindekileri iyiliğe, dostluğa, kardeşliğe, samimiyete davet eden bir yanı var. Yazı dünyasında ya da sosyal medyada fark etmez bu tavrı sürekli üzerinde taşıyor Tenekeci. “Hayat Beklenmedik Bir Şeydir” diyerek bir mektup kaleme almış. İnsanın hayatla giriştiği mücadelede karşısına çıkanlara karşı alacağı tavırları sıralıyor Tenekeci.
“Güzel Arkadaşım,
Samimiyet riyaya, nezaket nobranlığa, istikamet omurgasızlığa, asalet bencilliğe, cesaret korkaklığa, derinlik sığlığa, incelik kabalığa, iyilik nankörlüğe, güzellik çirkinliğe, sahicilik sahteliğe, içtenlik yapmacıklığa, dostluk düşmanlığa, doğruluk eğriliğe karşı daima üstün gelmiştir. Hikâyenin başlangıcına değil de nihayetine bakmak gerekir. Kara bulutlar güneşe ne yapabilir?”
“Canım Arkadaşım,
Gençlik çağları bulmakla, olgunluk dönemi aramakla geçer. Şimdi nerede, ne hâldesin? Bulduklarını bırakmaya mı hazırlanıyorsun? Demek ki kıymetli bir çabanın içindesin.”
Kırşehir: Türkü Çığıran Toprak
Dursun Çiçek, türküler eşliğinde anlatıyor Kırşehir’i. Bozkır, bir tutam toprak, dağ çiçekleri, hepsinin üstünde dinmeyen türküler… Karşımızda Kırşehir.
“Bozkırın ortasında bir avazdır Kırşehir. Herhangi bir yerinden bir avuç toprak alsan, koklasan, sıksan, savursan, rüzgâra katsan ya bir şiir ya bir türkü ya da bir bozlak duyarsın. Sanki mekân Kırşehir’de, Kırşehir mekânda gurbettedir. Bir memleketin ortasında olmanın kaderi ve kederidir bu. Gurbeti ve garipliği biraz da bundan dolayı… Âşık Paşa Garipname’yi yazarken, Muharrem Usta “Garibik” derken, Neşet Ertaş “Garibim” derken buna işaret eder. Ki zaten bozkır, başlı başına garip olmak değil mi?”
“Neşet Ertaş’ın sesi gerçekten de bir kuşun uçuşunu andırır. Nerede ineceğini, nerede çıkacağını bilen bir kuş gibi çırpınır durur. Ama her çırpınış, insanı hem yakar hem avutur. Yanmadan olmuyor ya insan. O hesap…”
“Bir gülün kokusu bitmeden diğerinin kokusu başlıyor. Bozkırda gülün, bozkırda çiçeğin ne olduğunu anlıyorum yavaş yavaş. Farklı bir yoldan Kırşehir’e dönüyoruz. Kızılırmak üzerinden geçiyoruz ama bu kez Kesikköprü denilen tarihi bir köprüden geçtik. Tam sayamadım ama ondan fazla gözü vardı. Kızılırmak artık burada bir türkü, hatta bir bozlaktı. Su bozkırda sadece bir ses değil, aynı zamanda nefestir.”
Türk Edebiyatının Balkanlardaki Serencamı
“Balkanlar” dendiğinde içimizde hiçbir yabancı his uyanmıyor. Her haliyle öylesine bizden öylesine sıcak… Edebiyat, tarih, kültür, yaşantı… hiç fark etmez. Bizimle Balkanların arasında kurulmuş bağlar o kadar sıkı ki aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bu bağlar kopmaz, koparılamaz.
Muhsin Macit, Mustafa İsen ve Tuba Durmuş’un ortak çalışması Balkanlarda Türk Edebiyatı Tarihi’nden hareketle Balkanlardaki Türk Edebiyatı’nın serencamını anlatıyor.
“Türk kültür ve sanat coğrafyasının sınırlarının Türkiye’nin siyasal sınırlarını aştığını tecrübeyle biliyoruz artık. Bu gerçeği “Halep’te bir güzel gördüm”, “Şu Yemen’de akarsular akmıyor”, “Kırım’dan gelirim adım Sinan’dır”, “Selanik içinde selâm okunur”, “Mayadağ’dan kalkan kazlar”, “Arda boylarında kırmızı erik”, “Vardar ovası” gibi nice türkümüzde en sade hâliyle duyuyoruz. Anadolu coğrafyası dışındaki Türk yurtlarının hatıraları şiirlerde, şarkılarda, türkülerde tüm canlılığıyla yaşamaya devam ediyor.”
“Balkanlarda Türk Edebiyatı Tarihi adlı bu eserle Batı Türkçesinin Rumeli’deki bütün serencamı ilk kez müstakil bir çalışmaya konu oldu. Günümüzde Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova, Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Macaristan ve Karadağ olmak üzere on farklı ülke arasında paylaşılan Balkanlarda 14. yüzyıldan bugüne kadar Türkçe eser veren 1894 şair ve yazarın tespit edildiğini öğreniyoruz.”
“Eserde Balkanlardaki on ülkede; sırasıyla Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova, Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Macaristan ve Karadağ’da yetişen şair ve yazarlar, yaşadıkları şehirler dikkate alınarak tanıtılmıştır.”
Yunus Emre’de Kötülük Teorisi
Hüsrev Hatemi, iyilik ve kötülük kavramlarından hareketle Yunus Emre’deki kötülük teorisi üzerine yazmış.
“Yunus Emre bir İslâm mutasavvıfı olarak insanın şerefli bir mahlûk olarak yaratıldığına ve dünya hayatının bir sınav süresine tabi olduğuna inanır. Yunus Emre Risâletü’n-Nushiyye adlı manzum eserinde insanın yaratılışında bulunan dört temel ögeden insanın ruhuna olumlu ve olumsuz özellikler geldiğini ve Allah’ın bu yaratılışı bizzat düzenlediğini söyler.”
“Görülüyor ki Yunus’un psikoloji anlayışı da kötülük teorisi de Allah’ın bilgisi dâhilinde olan diyalektik bir temel üzerine inşa edilmiştir. Şeytanın saptırmalarına cevap verecek olan resetörler de insan yapısında vardır. Şeytana karşı koymak için gerekecek güçler insanın kimyasal ve fiziksel yapısında vardır.”
Serkan Üstüner ile Son Durağın Şarkısı Üzerine
Serkan Üstüner, Nahide Nagehan Akyol’un sorularını cevaplamış. Üstüner’in yeni romanı Son Durağın Şarkısı, özellikle anlattığı dönem (28 Şubat) itibariyle oldukça önemli bir roman. Zihinleri canlı tutmak için bu tür çalışmaları gündemde tutmak gerek. Hafızai beşerin unutmakla ilgili büyük sorunları var çünkü.
“Kitap bir dönem romanı olduğu için tarihler 1997’yi gösterdiğinde devletin, milletin ne tür badirelerden geçtiğini daha derinlemesine işlemek istedim. Gerek ailemizde gerekse yakınlarımızda o dönem yaşanan haksızlıklara maruz kaldık ama Yusuf ’ta olduğu gibi ağlak bir tutumla bunu karşılamadık. Güçlü bir şekilde durmanın ve bu haksızlığı ortadan kaldırmanın yollarını aradık. Çok sancılı bir dönemi, şimdiye kadar romanda dile getiren kimse olmadı.”
“Yazdığım mekânların hepsinde bulundum ve tek tek o karakterlerin yerine koydum kendimi. Bir tek yalıdaki sahneleri yazmak için çok uğraştım. Çünkü yalısı olan biri yoktu çevremde. Sonrasında bu sorunu da çözdük ve on beş gün boyunca bir yalıya her gün gidip geldim. Önce Yusuf, sonra Selma, en sonunda da Tanju oldum.”
Şiir, Bir Mesuliyet Meselesidir
Mehmet Tepe, şairliğine ve dostluğuna canı gönülden inandığım isimlerdendir. Her yeni şiirinde görürüz ki o, kendiyle yarışan bir şair. Cengizhan Konuş’un sorularını cevaplamış Tepe. Şiir serüveninin yanında özellikle yeni kitabı Yaşayınca Geçmeyen üzerine yoğunlaşan bir söyleşi olmuş.
“Şair her kitabında, hatta her şiirinde bile kendine yeni ortamlar ve imkânlar açan bir şiir dili geliştirmelidir. Bu dili pürüzsüz hâle getirmek için daha önce yazdıklarıyla bir şekilde hesaplaşmak zorunda kalacaktır.”
“Kelimelerin gücü sinematografik bir güçle birleştiğinde etkisi çok daha fazla olur. Sinemayı ve gerçek hayatta fotoğraf çekmeyi zaten çok seviyorum. Şiirlerimde fotoğraf, başlı başına nevi şahsına münhasır bir imgedir. İnsan en sonunda bir hatıra albümünden başka ne olacak ki?”
“Toprak Saha, toplumsal olaylara ve geleneğe biraz daha bağlı, modernizmin sunduğu hayata karşı durmaya çalışan, toplumun ortak sorunlarını savunan, Kudüs’ü, Şam’ı, Halep’i dava olarak gören bir kitaptı diye düşünüyorum.”
“Bütün bu zulüm ve çaresizlik karşısında şiir neyi konuşabilir? Şiir sadece güzeli mi haykırmalı? Hayır. Yapılan zulümleri, terk edilmişlikleri, ölümleri, ayrılıkları… Kısacası insanla ilgili olan her olayı kendi çağından sorumlu birisi olarak bunlara kayıt düşmeli.”
Filistin Bir İnsanlık Meselesidir
Muhit’in bu sayısında da Filistin üzerine yazılar ve şiirler devam ediyor. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Halil İbrahim İzgi – İçin Yapmamamız Gerekenler
“Acımak: Filistin’e acıyan gözlerle bakmayın. Onlar için üzülebilirsiniz ama acınması gereken onlar değil, onların dışında kalan herkes. Dünya üzerinde en son acınacak kişiler Gazzeliler olabilir. Metanet, gayret, tevekkül. Bunları kuşanmış kişilere acımak doğru olmaz.”
“Durmadan ağlamak veya ağlamaya teşvik etmek: Filistinlilerin çoğu, insanların onlar için ağladığından daha az ağlar. Ağlamak temel olarak bir duygu aktarımıyken bunda ısrar etmek “Ben Filistin için ancak mızmızlanabilirim, benden bir fayda gelmez” demenin farklı bir biçimidir.”
“Filistin’in özgürlüğü için sihirli formüller üretmek: Metotlu çalışmaktan daha sihirli bir formül yoktur. Daha sihirli olansa daha fazla çalışmak ve enerjimizi birbirimizle didişmeye vermemek olacaktır.”
Mustafa Özel – Filistin’den Mektup Var
“En çok neye yanıyoruz biliyor musun? Kardeşlerimizin, dindaşlarımızın ilgisizliğine, unutkanlığına çok yanıyoruz. Sanıyorlar ki bizi yakanlar sadece bizi yakmakla yetinecekler. Ümmet-i Muhammed, bütün dünya ve insanlık bizim yakılışımıza, yanışımıza seyirci kaldıkça kanıksayacak, kanıksadıkça da duyarsızlaşacak. İşte bu hâl, her şeyin tuzu biberi olacak.”
“Kardeşim,
Savaş, kan, gözyaşı 1917’den beri bizim günlük hayatımızın rutini hâline geldi. Günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimeler işgal, sürgün, hapishane, ölüm oldu. Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu elbette biliyorduk. Ama bu başka bir şeydi. En büyük sarsıntıyı 14 Mayıs 1948’de yaşadık. Yahudilerin yüzyıllardır özlemini çektikleri İsrail kurulmuştu. İngiliz mandası yönetimi altında otuz bir yıl devam eden işgal ve yerleşim, resmî bir hâl almıştı. Dünya bizi artık mülteci olarak anıyordu. Toprağımız işgal edilmiş, evimize barkımıza el konulmuş, ekinlerimiz yakılmış, ağaçlarımız köklenmiş, hayvanlarımız telef edilmiş, kadınlarımız dul, çocuklarımız yetim ve öksüz bırakılmıştı. Ama biz hep ayaktaydık, direndik, mücadeleden asla vazgeçmedik.”
Said Yavuz -Boykotun Dili ya da Tebük Seferi’nden Geri Kalmak
“Gazze’de canlarıyla başlarıyla mücadele eden mücahitlere en büyük desteğin boykot olduğunu ve boykottan geri durmanın ne anlama geleceğini Tebük Seferi’nin başlangıç sürecinde ve devamında yaşananlarla izah etmemiz mümkün görünüyor. Tebük Seferi sırasında yaşanılanları okudukça boykotun sahiplerinin kim olduğu, onlara engel olmak isteyenlerin de kimler oldukları apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu hadiseyi etraflıca okuduğumuzda Müslümanlar yanında güç zamanlarda durmanın ne büyük mükâfatları olduğunu, rahata düşkünlük ve alışkanlıklar nedeniyle boykotu, yani cihadı, gayreti terk etmenin ve dahi boykota katılanları vazgeçirmeye çalışmanın nasıl bir cezayı gerektirdiğini anlamış olacağız.”
Arif Ay -Nuri Pakdil’in Dünyasında Orta Doğu ve Kudüs
“Bir de onun Kudüs’ü düşünme saatleri vardır. İşte o saatlerden biri: “Kudüs’ü düşünme saatiniz gelince hep böyle olursunuz. Katı, kalın, yalın ağırlığı ne kadar da somut duyarsınız! ‘Oh be! Ülkeme, Orta Doğu’ya, tüm yeryüzüne öğretisel bakabiliyorum.’ dersiniz. Âdeta tarihi yaşıyor gibi; onurlu ama şimdi suçlu; başınız dimdik bir an sonra yerde; kalakalırsınız öylece. Yasa batmış Kudüs bu! Yurtsuz kalan Filistinlilerin direniş ateşinin çıngıları göklere saçılır ve ıssız İstanbul gecelerinde toplarsınız bunları. ‘Bağımsızlık! Özgürlük!’ seslerini can evinizde duyarsınız. Kudüs’ü düşünme saatinizde İstanbul güneye doğru akar, Kudüs de biraz kuzeye çekilir, içinizde gizli gizli konuşurlar, bir evrensel acıyı paylaşırlar, yeniden İstanbul kuzeye çekilir, Kudüs güneye çekilir. Bir kesin gerekliliği, salt ülkeniz için değil, yeryüzü için de yaşamın değişmez, ebedî ölçütü sayarsınız.”
Selim Cerrah- Ayakta Durmak
“Yanlışını doğru zanneden kişilerden olmayalım. Yanlış tasavvurların olumlu sonuçlar vermesi zordur. Fikir üretme tarzımızda ve düşünme biçimlerimizde bazı yanlışlıklarımız var. Hakikati esas alan tevhit şuuruyla fikir üretelim. Aklımızı hakikate tabi kılarak ümitvar olmaya devam edelim. Zanların esiri olarak yaşamaktan uzak durup kesin bilgiyle iman edelim.”
Muhit’ten Öyküler
Kâmil Yeşil- Mezar Taşı, Resim Fırçası
“Büyük babam Selahaddin kördür. Ben doğmadan birkaç yıl önce (ç)almışlar gözlerini. On dokuz yirmi yaşlarındaymış o zamanlar. Mescid-i Aksâ’ya namaz kılmaya gittiği bir cuma günü, işgalci İsrail teröristlerin açtığı ateş sonucu başının yan tarafından giren bir kurşunla iki gözü de kör olmuş. İsrail yine de korkuyor büyükbabamdan, kör bir Filistinliden. Bir Filistinli kör olsa da Filistinlidir çünkü. Çocukları olabilir körün. Nitekim annem, büyükbabam gözleri elinden alındıktan sonra doğmuş. Kör olsa da bir Filistinli topluma önderlik edebilir Hz. Yakup gibi.”
“Büyükbabam Selahaddin, enstitüye fırça yapmak için değil, diğer arkadaşlarına destek olmak için geliyor. Yani ben getiriyorum onu. Büyükannemin dediğine göre büyükbabam hiç şikâyet etmemiş âmâlığından. Hatta Allah’ın bir lütfu olarak görmüş görmezliğini. Gözleri açıkken terörist İsrail’i protesto etmek, sapanla taş atmak, yaralı yoldaşlarını hastanelere taşımak gibi işlerle ilgilendiğinden hemen hemen evine hiç uğramayan büyükbabamın gelen gideni eksik olmuyor son zamanlarda.”
“Okumam ve yazmamla da büyükbabamın hizmetindeyim. Onun mecmua, gazete kitap okuyan gözleriyim ben. Ben Leyla Gandur. Selahaddin Gandur’un torunu. Bu sebeple mi öğretmişti bana okuma yazmayı? Bilmiyorum.”
Eyyüp Akyüz – Selam
“Üç yoldaş bir kasabanın girişinde yol kenarına oturmuş, istirahat ediyordu. Kasabalılar yoldan gelip geçiyor, yürürken bu üç yabancıya bakıyor ancak hiçbiri selam vermiyor, nereden gelip nereye gittiklerini sormuyordu. Hayretle kasabalıları seyretti üç adam. Ömürleri boyunca böyle bir memleket ne görmüş ne duymuşlardı. Tamam, sorulan soruya cevap vermeyen insanların olduğu diyarlar görmüşlerdi, sofraya ya da masaya buyur etmeyenler de ama selam vermeyen insanların yaşadığı bir diyara rastgelmemişlerdi.”
“- Cimriler kasabası burası. Siz de biliyorsunuz bunu, ben de biliyorum.
Soytarının bu iddiası kalabalıkta uğultuya yol açtı. İtiraz ediyordu insanlar. Yanlış geldiğini söyleyenler mi ararsınız, bu isimde bir kasaba duymadığını söyleyenler mi… Soytarı ellerini çırparak susturdu kalabalığı. Sonra konuştu:
– Selam vermeyen, selam almayan insanların olduğu kasaba, Cimriler kasabası değilse nedir ey ahali? Birbirine tebessüm dahi ikram etmeyen insanlardan daha cimri kim olabilir?”
Meral Afacan Bayrak- Saadet Ocağı
“Müstesna bir andı. Durup durup gülümsüyordu Cevo. Kimse neşesini bozamazdı bugün. Kendi rüzgârına kapılmıştı. Geçti gitti ya hepten dar vakitler… Vazgeçtiği işler, balon hevesler, artık geride kalmıştı ne de olsa. Bulutlar dağılmıştı. Devran lehine dönmüştü.”
“Başımız ilk defa belaya girmişken… Panik bir hâlde ne yapacaklarını kısaca tartışmak, aralarından birinin olsun kafasının basması ve harekete geçmeleri… Batından bıçaklanan arkadaş korkutmuştu inceden. İki büklüm, kan revan içinde, çalıntı bir motorun arkasında güç bela hastaneye yetiştirdikleri gün karar vermişti. Evet, o kadarını akıl edebilmişlerdi. Eh bu da iyiydi hiç yoktan. Sonra bir sürü prosedür, karakol, verilen ifadeler, alınan adresler…”
“Kahkahayı patlattılar aynı anda. Kaçmazdı bu. Geçmiş gün, şiddetli tesirini kaybetmişti zihinlerinde elbette ki olay. Bahse bile değmeyecek, kötü bir anı olarak kalmıştı şimdi. Ya okuyup adam olmasaydı, hayatında iz bırakan hocasıyla yolu kesişmeseydi ne olacaktı? Maazallah…”
“Sıkı fıkı birkaç dostu olmasaydı ne yapardı? Haftada bir, cuma namazı çıkışı toplanıyorlardı şimdilik. Birlikte yemek yer, birkaç ihtiyaç sahibi aileye neler yapabilecekleri konusunu konuşurlardı genelde. Kalan zamanda da günlük maişet sıkıntıları masaya yatırılırdı. Çek, senet, fatura…”
“Araya araya, bulmaya yakın bir hissin peşinde, hem de bu aceleci zamanda olacak iş mi? Olacak ama… Ta ki bırakıldığı yerden sıyrılıp derlendiği, toplandığı, yani adam olduğu zamanı hatırladı işte yine. Uzun uzun yâd etti o günlere şahit dostlarıyla. Ki unutup gaflete, tembelliğe düşmesin. Hep hatırlasın, dursun.”
Şeyma Subaşı – Zamansız
“Şimdi bir solcu yazar bu satırları okusa biraz “İslâm” dedi diye, biraz “Allah” dedi diye ideolojik bir öykü yazdığını düşüneceklerdi. Onları suçlayamazdı ki. Üniversite zamanlarında kıldığı o namazların tadını o solcu yazar bilseydi yine de böyle düşünür müydü? Bu sevdayı gözleriyle görselerdi… Kâğıdın üstünde mürekkep dağılıyor, o şu durumda dahi elini kaldırıyordu. Ben varım, demek istiyordu.”
“Yine de içinde hep insanları kurtarma hevesi. Bu hayalinden bir türlü vazgeçemezdi. Kendine dahi itiraf etmekte zorlandığı bir zaaf gibi olmuştu onda bu. Sabahın erken saatleri. Okul mescidinde uyuyordu. Servis yine erken bırakmıştı onları okula. Derse girdi. Pardösüsünün boyu gitgide uzuyordu gene.”
“Elinde bir tek yazma yeteneği kalmıştı. Ondan da emin değildi. Sık sık yazar tıkanıklığı yaşıyordu. Ağlama krizi yaşamasından korkuyorlardı yine. Ayakları buz gibiydi gene. Don hâlinde. Yine de gitmek istiyordu, koşup o insanlara şifa olmak istiyordu. İçinden kendiyle konuştu ve kendini ikna etti. Kendini dünyayı kurtaracak biri olarak gördüğünde sağlıklı hareket edemiyor, dünyadaki görevini hakkıyla yerine getiremediği için ağlıyordu. Böyle bir muamma.”
Muhit’ten Şiirler
Yanından hızla geçen bir şeyin
Rüzgârı sonra gelir, bilirsin.
Böyle olmuştur tesirin bana,
Ömrümün en derin yerinden geçtin.
Artık yaşamak yara almıştır
Evlere döneriz yanılmak için.
Geçmiş günlerin sakin gölgesi
Anlarsın sonunda, güneşten iyi.
İbrahim Tenekeci
Güzün kristal gelinleri
güzün ordularını taşıyor yüzünde
güz en çok annelere kıyıyor
güzde umutlarını bırakarak bir anne
bir güzde binlerce anne, binlerce umut
güzün korkunç kapısında anneler
bir kıyamet her annenin başında,
ben öyle bir kadın tanıdım
güzün dönülmez namlularında
Yunus Karadağ
bir gün düşmek istersin korkusuyla kapattım
teraslarını şehrin su kuyularını köprüleri
altları olan satırların bile hepsini sildim
atlaya atlaya doyurdum uçurumların iştahını
ana rahmine döndü evim kapatınca pencereleri
Mehmet Narlı
bir kadavra var önümde bir daha
bir kadavra daha uzanmış ikisinin yanına
ölü doğa resimleri gibi uzanmışlar önümde
canım çıktı bu soyutlukta zihnimde resmetmekten
bilmezsiniz -şimdi her biri bir nefes bekliyor benden
Hüseyin Atlansoy
Eski nağmeleri işitmek için
Kulağına küpe takan anneler
İzini sürüyorlar Üsküp sokaklarında
Yitip giden mehter sedalarının
Nurullah Genç
Yine yarım kalmış sevinçlerim
Yine kifayetsiz rahlelerde uzayan bir parantezim
Ve berzahında tayfımın düğünlerim hiç yok.
Herkes olduğu kadar olmuş
Bandolar çok, paytaklar mağrur
A5 tıkırtılarla biteviye kovalanan bir yaraya silkelendim.
Suların hırkasına sarıldıkça ben anlaşıldı
Kurt adamların kâbusuymuş pıhtı sözler,
Fütursuzca siliyor kolladığım afakı o kadar cerbeze
Safra, şizofren, Preveze.
Ali K. Metin
Uçurtmanın kanaması yalnız nefesinle diner
Vişne ve dağ
Zar ve bulut
Kum ve tanrı
Birlikte tasarladılar, birlikte işlediler gövdeme
Güverte gibi gücenik bu eylülle
Bu gümüş yamaçları
Biliyorsun
Ben dudaklarımı teslim etmem portakal çiçeklerine
Miğferime göre ıslık çalmam
Taranmam baltamın karşısında
Mısraları ve duaları havalandırmak için
Taraçada silkelemem baharı
Mustafa Muharrem
vitrinlerin infilakından korkuyorum
billboardların altında kalıp
led ışıklarda kör olmaktan
aşk yolun ortasında yalnız
yolda ayın şavkı yok
yolda merhamet
ellerinden tutalım
Aziz Kağan Güneş
pekâlâ
benimle sonu belirsiz bir kasım olabilirsin
ya da sıcaklığı etine benzeyen temmuz
çayırda meleyen kuzunun
ekmeğini ben çaldım biliyorsun
düz yolun sonunda ikimize bir sapak vurdum
can derdi ve geçmeyen kuraklıklar buldum
iklim şartlarını bahane edip sarıldım sana
içimde bu kadar biriken neydi
neydi beni zehirleyip kapına bırakan
Cengizhan Konuş
Adım Rim. Sesim enkaz tozu. Özür dilerim.
Dedem kalbimi sakla, sula direnç taşını.
Üşenmem. Üzülmem. Meleklerle beklerim:
Dedem! Ruhumun ruhu! Küpem avucunda mı?
Ali Emre
Toza ve dumana ve ateşe ve beşikteki ırmağa
Gürül gürül akıyor göğün suları bizi bağışla
Dizlerimize kapanarak avuçlarımıza doğru akarak
Bir kıyamet gibi beklemeyi öğrendik biz burada.
Biz bir haber taşıyoruz meğerki habersizlerin haberi
Bir yaralı gömleğin içinde hiç insan olamamanın kederi.
Ahmet Edip Başaran
Fırat ve Nil kurudu ve kustu kaynağından irinlerini
Şimdi izzet yurdunu süslüyor kan çiçekleri
Musa sustu, İsa da konuşmuyor kimseyle
Konuşuyor hâlâ Gazze’de Muhammed
Hem Musa’nın
Hem İsa’nın
Hem insanlığın yerine
Harun Yakarer
bu kör dünyayı karşıdan karşıya
kimin hatırı yetecek geçirmeye
eski bir çini oluyorum böyle susunca
unuturken kazandığı tüm savaşları
alzheimer bir komutan
neyse takılan aklına, ona bir şiir
Ayşegül Baytut
Yediiklim, 406. Sayı
“Benim konforumu bozmayın” diyerek giriş yaptı 406. sayısına Yediiklim dergisi. Mazlumlar her gün gözümüzün önünde katledilirken birileri bir yerlerde kendi konforunun derdine düşüyorsa ümmet olma bilincinden nasıl bahsedebiliriz? Bazılarının konforu bozulmasın ama Allah her şeyin iyisini ve doğrusunu bilendir. Şüphe yok ki; Allah nurunu tamamlayacaktır.
Romana İçten Bakış
İsmail Kıllıoğlu roman türünün tarihi üzerine yazmış. Algılar, eleştiriler, romanın kapsama alanı gibi birçok konuya değini var yazıda.
Romanice mi?
Roman, tanımlanması en güç edebiyat türüdür ve çeşitli dillerde kullanılan kelimeler, onun kökeni ve kapsamı konusunda bir fikir verebilir. Sözgelimi eski Fransızcada “romanz”, halk Latincesinde “romanice”, klasik Latincede “romanus” şeklindedir ve “Romalı” anlamına gelir. Bir başka ifadeyle, kelime halkın konuştuğu Latincede, Klasik Latinceyle değil de yerel konuşma diliyle yazılmış bir metni belirten “romanice” den türemiştir ve ilk kez ortaçağ şövalye romanslarını adlandırmak için kullanılmıştır.
Roman
Roman, hayali olmayan anlatı biçimlerinden, yani mektup, hatıra, özgeçmiş, günlük ya da tarih gibi yazı türlerinden, es deyişle belgelerden meydana gelen bir sanat ürünüdür. Üslup bakımından genel ayrıntılara ve dar anlamda öykünmeye (mimesis: taklit) önem verir. Buna karşı, epiğin ve ortaçağ romansının devamı olan romans, daha yüksek bir gerçeği ve daha derin ruhsal sorunları konu edinerek, ayrıntının gerçeğe uyup uymaması hususunu göz önüne almayabilir.
Roman, değişik uzunluktaki düzyazı bir anlatımdan oluşan, karakter ya da töre incelemesi, duygu veya isteklerin, tutkuların çözümlenmesi, gerçeğin, çeşitli öznel ve nesnel verilerin canlandırılmasıyla ilişkili hayal ürünü eseri ifade eder. Roman kelimesinin kendisi de, benzer bir dönüşüme tanıklık eder. Bu romanslar, edebiyata epik boyutunu yeniden kazandırmışsa da, türün başlangıçtaki dini içeriği bir süre sonra yerini aşırı duygusallığa bırakmış ve romans da başlangıçtaki ahlaki önemini yitirmiştir.
Şair, Düşünür, Sezai Karakoç Sağ’da Sol’da Değil Öndedir
İnsanları, özellikle göz önünde olan insanları bir yerlere konumlandırmayı çok seviyoruz. Sezai Karakoç da bu isimlerden. Ersin Nazif Gürdoğan, Karakoç’un yerini çok iyi tespit etmiş yazısında.
“Sezai Karakoç, Anadolu’nun bin yıllık tarihinden beslenen edebiyatçılarla ve eleştirel düşünen aydınlarla, Türk ve İslâm dünyasının geleceğini, Kapitalist dünyanın öncüsü Whashington’da, Komünist ülkelerin sözcüsü Moskova’da aramaz. O Kıyamet’e kadar iyilik defterini açık tutacak eserleriyle, varsa da, yoksa da ekonomi diyen, sağcıların ve solcuların, aradıklarını ve bulamadıklarını, şehirlerin anası Mekke’de bulmaya çağırır. Ve İslâm’ın bütün insanlığı kucaklayan, bilgi ve bilgelik birikimini, güncelleştirerek bütün boyutlarıyla hayata kazandırır.”
“Şair Karakoç, “Taha’nın Kitabı” isimli uzun şiirinde, karamsarlıklara, kötümserliklere, ümitsizliklere savaş açarak, bir “Diriliş Eri” ve bir “Diriliş Ereni” olmanın, cileli yolculuğunu anlatır. O Nuri Pakdil’den Rasim Özdenören’e, Erdem Bayazıt’tan Cahit Zarifoğlu’na, Akif İnan’dan Atasoy Müftüoğlu’na, düşüncenin “güzel” insanlarını, bir “Taha” olarak görür. Ve yalnızca Türk dünyasına değil, İslâm dünyasına, bütün dünyaya, “Çağırmasını bilirsen gelecektir. Doğu’yu Batı’yı bilen gelecek”tir, “Mimar Batı’da değil, Doğu’dadır” diye seslenir.”
“İster Sağ’da olsunlar, ister Sol’da olsunlar, topraktan ve Allah’tan uzaklaşanlar, ekonomi tek belirleyicidir, hem başlangıçta, hem sonuçta ekonomi vardır, ekonomi her alana rengini verir, diyenlerin dönemi kapanıyor. Yirmi birinci yüzyılda kültürel sınırlar, ekonomik sınırlardan daha çok önem kazanıyor. Ellerinde kitap taşıyan kuşaklar, ellerinde sihirli kutu taşıyan kuşakların önüne geçiyor. Güneşin batmadığı, gizliğin olmadığı kare dünyada, kültür ekonomiyi değil, ekonomi kültürü izliyor, kültürel sınırlar ekonomik sınırlardan daha hızlı değişiyor.”
Bir Kelimeyi Düşünmek: Baş
Mete Çamdereli “baş” kelimesinin ardına düşmüş yazısında. Çağrışımları, kullanım alanları gibi birçok alandaki karşılığını inceliyor baş kelimesinin.
“Her kelime bir deneyimi temsil eder, bir deneyimi soyutlar, bir deneyimi belirler; bir iletişim durumunda bir olguyu paylaşır, bir söylemi betimler, mevcuduyla mutlaka bir şeye işaret eder. Baş da öyle; her kelime gibi kendinden başka bir şeye işaret ederken, kendisi değişmez kalır, işaret ettiği değişebilir; işaret ettiği şeyin kavranma biçimini değiştirebilir, onu değişik algılanma kategorilerine doğru harekete geçirebilir. Baş da her kelime gibi bunu yapar; bir kavramsallaştırmayı üstlenir, düzenler ve sürdürür. deyim yerindeyse tabiatına teslim olur; temsil, taklit ve tasvir eder.”
“Baş, bağlamsız tek başına kullanımında iki temel kavrayışı kavramsallaştırır: bedenin üst kısmını ve yönetsel bir yetkeyi. Bu yalın kavrayış sadece bir çıkış kavrayışıdır; kullanımsal bağlamlar onu kendi isterleri doğrultusunda yoğurur, sözlüksel tanımların içkinleştiremediği kavrayışlara açar. İkilenmeler, eklemlenmeler, eşdeğerli ve eylemli birliktelikler ile oluşturulan iletişim durumları baş’ı, deyim yerindeyse kılıktan kılığa sokar ama mezkur iki temel kavrayış çoklukla egemen kalır ve sözlüksel tanımlamalarda başat belirleyici olmayı sürdürür.”
“Başı ve kafa ile ilgili kullanımsal tezahürler, çeşitli tercih farklılıkları ve bağdaşıklık dayatmaları sonucu güncellenir durur. Başın davul gibiliği, kafanın kazan gibiliği, başı iki yana sallama, kafayı oynatma, sallabaş, baş kaldırı, kafa yapısı, kafa üstü, baş aşağı, çeribaşı, bölücü başı, başrol, başşehir, kol başı, üst bas, baş pınar, Pınarbaşı, başparmak, baş göz etme, baştan çıkarma, baş gösterme, baş koyma, başı hoş, kafası boş, darısı başına gibi bir dizi kullanım birbiriyle kimi zaman yer değiştirerek, kimi zaman da farklı kullanım düzeylerinde, farklı ek ve kelimelerin desteğiyle başkaca kavrayışlara yol açarak dilsel işlevini sürdürür ve delalet ettiği kavrayış listesi uzadıkça uzar; beden olur, kişi olur, benlik olur, kendilik olur.”
Altı Yıl İstanbul’da Kalan Bir Fransız Rahibenin İstanbul ve Türklere Dair İzlenimleri
Sultan Çetin Tahtacı, altı yıl İstanbul’da kalmış bir rahibenin izlenimlerini işliyor yazısında.
“Kırım savaşı sırasında (1854-1856) Saint Vincent De Paul Hayırsever Kız kardeşleri, Osmanlı Devleti ve Fransa tarafından yaralı askerlerin tedavisi için İstanbul’a davet edilirler. 250 civarında hayırsever rahibe bu talebi yerine getirmek için İstanbul’a gelir ve savaş boyunca Türk, Fransız ve İtalyan askerlerin tedavisiyle ilgilenir. Savaş sonrası sultan teşekkür için rahibelere bir madalya vermek ister. Fakat, rahibeler madalya yerine kendilerine bir yer verilmesini ve buraya kuracakları hastane ile yoksul insanlarla ilgilenmek istediklerini sultana iletirler. O zamanlar İstanbul’un dışında yer alan Şişli’de büyük bir arazi bu rahibelere tahsis edilir.”
“Bu kısa sohbetimiz benim ruh dünyamda Fransa’da yaşayan bir Türk olarak büyük etkiler yarattı. “Rahibenin sizin kültürünüz, bayramlarınız, düğünleriniz harika. Çok güzel bir ülke ve vatandaşlarınız var. Lütfen bunları koruyun ve değerini bilin” sözleri aklımdan hiç çıkmıyor. Bir yabancının gözüyle kendi ülkesinin değerlerini yeniden hatırlamak inanılmaz gurur verici. Tekrar karşılaşmak ümidiyle ayrılırken Catherine Hanım beni öptü ve bana sarıldı. “Burada bir Türkü ağırlamak benim için büyük bir mutluluktur” diyerek beni yolcu etti.”
YEDİİKLİM’DEN ÖYKÜLER
Osman Koca – Sürgün
“Çift yönlü, tek caddeye mahkûm beldeye bunca insanı nasıl sığdırdıklarını hâlâ anlayabilmiş değilim. Kacak sarayım mı hocam? Ağır olmasın. İnce bir Adıyaman o zaman, ne dersin? Siz bilirsiniz. Tabureye çöktü. Mütecessis bakışlarıyla dar ama uzun caddeyi seyre dalmıştı. Gözleri bilmediği bu coğrafyayla meşgul olurken beyni ve yüreği hala sevdiklerinin taze hatıralarıyla için için yanıyor; yazgısının sürprizlerle dolu ince çizgisine akıl sır erdirmeye gayret ediyordu.”
“Bu kısır döngü bir ömür böyle devam eder durur. Yabancıl görünümleri vardır insanımızın. Kalpleri ehli ve evcildir, konukseverdir. Haa bu arada ne zamandır buradasın beyim? Birkaç gün oldu. Ooo, daha çok yenisiniz, alışırsınız kısa zamanda. Neye? Yöremize tabii ki. Hayırlısı inşallah. Tabii ya hayırlısı. Bana müsaade. Tütün için teşekkürler. Görüşmek üzere beyim. Her şey yeni başlıyordu onun için. Derhal vazifesine başlamalıydı. Aksi takdirde sıkıntıdan çıldırması işten bile değildi. Valizini otelin girişine bıraktı. Günlük ücretini ödedikten sonra lokantada hafif bir kahvaltı yaptı. Çayını yudumladıktan sonra adres sora sora sapa yolları ve tozlu sokakları aşarak, metruk evlerin ve arsaların arasından geçti. Denizin mavisi, toprağın kahvesi, ormanın yeşili, rüyalarının beyazına karışmalı; hiç olmazsa renkler âleminde, renklerin diliyle mukadder zamanına karşı yine ve yeniden atağa geçmeliydi. Göz bebeklerinde büyüyen odanın loş havası ve ter kokularının sindiği eşya, yılların hıncını çıkartmak için kirli ve hain emellerinde ittifaka varmış iki gardiyan gibi zamanın hizmetine sunulmuştu. Uykusuzluktan küçülen gözleri kirpiklerinin ağır tazyikine daha fazla dayanamayacağa benziyordu. Binlerce yıllık uykunun hasreti tutuşmaya başlamıştı avurtları çökük, elmacık kemikleri kızarık, solgun yüzünde.”
Ali Haydar Haksal – Rüyamda Yazılan Öykü
“Uzun süredir tek satır dahi yazamadığım öykülerimden yoksunluğumun acısını çekmiyor değilim. Kıvranışlarım, iç çekişlerim, çırpınışlarımın ardı arkası kesilmedi. Bir tıkanıklık yaşadım. Ruhumun kabz halini en çok bu dönemde yaşadım. Kaç ay ya da kaç yıl oldu bilmiyorum, hesabını da tutmadım. Başka alanlara yöneldiğimden mi, kabz halim mi, başka nedenlerim mi oldu? Karma karışık bir durum. Kendimi kendime de izah edemiyorum. Acı çekmenin karmaşanın öyküsüydü bu. Rüya bilincimin bir ürünüydü. Nasılsa okuyabilecektim, bir büyütece bile gereksinim duymadan. Dilim çözülecekti elbette. Dünün yaşanmışlıklarından bir şey yoktu, her dün bir dün olarak geçip gidiyordu. Uçuyordu adeta. Bunun da öyle olacağı belliydi. En azından bunu biliyordum.Ve şimdi artık kendimdeyim. Bir yolculuktayım ve yalnızım. Büyük bir kentin, daha önce gittiğim bir semtin yanı başında bir yerdeyim. Bir dayım vardı orada, rahmetli oldu. O semt de beni çekmiyor artık. Görkemli bir otelin kırk bir numaralı odanın anahtarı verildi. Oda ferah, temiz ve düzenli. Burada rahat edeceğimi düşünüyorum. Biraz soluklandıktan sonra etrafı dolaşmak, dışarıda hava almak için çıktım. Lobisi geniş, ferah, oturma ve dinlenme alanları yerli yerinde. Binanın dışına çıktım, geziniyorum, bu yaz sıcağında bir esinti var. Bir süre sonra odaya döndüm. Bina aynı bina değil, oda farklılaşmış. Şaşırıyorum. Bocalıyorum. Odamın olduğu yere doğru gidiyorum oda numarası aynı ama oda aynı oda değil.”
İbrahim Gürel – Gölgesiz Bir Sabah
“Babası Sadık’ı dükkâna ilk getirdiğinde ilkokulun birinci sınıfı henüz bitmişti. Yazdı. Sokaklar, parklar avaz avaz çağırırken o, babasının yanından ayrılamazdı. Emsalleri mahallede oyunlar oynarken, kasa başında oturup biriken paraları saymayı öğrenmişti. Hayatında önemli yer edecek olan iki sesi de o yaşlarda iyi tanımıştı babası sayesinde. Altın sesi ve gıcır para sesi… Başta eğlenceli görünse de bu daracık dükkânda uzun zamanlar geçirmek sıkmaya başlamıştı. Annesine yalvarması da kår etmezdi. Zavallı annesi de evin reisinin sıkıyönetimine boyun eğmek zorunda kalırdı. Zamanın beklemek gibi bir huyu yoktu. Kıvrılarak da olsa coşkun akan ırmağa benziyordu. Evin tek çocuğu olmak ne kadar kötü bir şeymiş dediği anların, ıskaladığı güzel baharların, içinden göçüp giden kuşların, ömrü boyunca kaçırdığı köprüden önce son çıkışların haddi hesabı yoktu. Babasının ısrarıyla yaptığı evlilik mutsuz bir sonla kısa sürede bitivermişti. Bu Sadık için beklenen bir şeydi. Çocukluğunu, gençliğini, hayallerini baba dediği bir gölge karartmış, mutluluğu bir türlü bulamamıştı. Gittikçe uzaklaşan kadın ve çocuğu gözden kaybolunca dönüp dükkâna baktı. Altınları henüz vitrine çıkarmamıştı. Birkaç gündür kapalı kalan dükkânı babasının yokluğunda ilk defa bu sabah açıyordu. Birden süpürgeyi bankete fırlatıp içeri geçti. Çekmeceden bos bir kâğıt çıkarıp kalınca harflerle yazdığı yazıyı vitrine yapıştırdı. Taziye için dükkâna gelen esnaf arkadaşı camda gördüğü yazıyı üzülerek okudu.“DEVREN SATILIK”
Ahmet Tepe – Unuttuğum Her Şey
“Ne güzeldi o eski sabah kahvaltıları, köşeyi dönünce bir şarkıya başlamalar, okuldan eve dönüşlerde adım sayışlar, kapı çalmalar, dağılmalar ve hafta sonları tüm çağırmalara rağmen uykudan uyanmamalar. İyi görünüyor insan güzel gülünce. Birdenbire hiç yaşanılmamış bir şey, mesela bir toprak tutulması da gırtlağından tutuyordu senin. Tarlaları görüyordun nasıl kırmızı, nasıl kahverengi, nasıl ince ama nasıl kalın! Toprağımızdı, ruhumuzdu ama ne zaman uyansan her şey önünde aynı, gece bıraktığın gibi… Nisan alımlı bir kız gibiydi gözünde… Hangi akşamdı bilmiyorum masal bulamamıştın da o gece eve gitmemiştin masalın yenisini anlatamayacağından. Kalbin sıkışıyor, bir kıstırılmışlık tutmuştu seni. Ruhunu arıtarak bir kalıba sokmak, yerdeki gövdesinden kavrayıp göklere çıkarmak, zamanı gergef gibi işleyip göklerden tekrar tekrar hayata atlamak… Dünyada mahzun, resimlerde sefil, gündüzlerde bitkin, akşamlarda yorgun bir yabancı… Kime sorsan bilirdi giydiğin bezgin elbiseni ve onu yırtacak bir deli süzerdi sürekli seni. Eriyip küçüldün görünmez bir noktaya dönüştün.”
Yediiklim’den Şiirler
Kimse geçmez buradan
Bizim geçtiğimiz gibi
Ateş içinden hazan çarşıları
Biliriz boynuzu kırık öküzü dünyanın
Nerede durduğunu masallar kadar
Kireçlenmiş kemik yığını
Hiç silkinmemiş tarihin buzlu sularında
Hiç yanmamış
İğrenç bir kene dadanmış
Emdikçe emiyor kanımızı
Arif Ay
Düşleri keserek bir meyve gibi
Hücre hücre çekirdeğe ilikledim
Filistin düştü,
Gazze hücre
Gerçeği hançerleyen öncelikler
Defettim.
İki ülkenin gurbeti düştü ellerime
Savruldu alev,alev sadece keyfiyetti.
Ahir zaman Emanet alevdi.
Taneler emanetin şehirleri
Işıltıya karşı husu, bilinen şey, pervane ödevi
Elimizle tutarız çekirdeği, zara değmeden
Ethem Erdoğan
Teknik ilerledi türlü yolları var artık öldürmenin
Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz demişti bir adam o vakit
Şiir gibi gelmişti söyledikleri kalkıp gitmesi o
Kızışmış kumların kanı emdiği yaz sıcağında
Parçaları dört bir yana savrulmuş çocukların hatırası
Suratımıza çarpana dek
Her yan ölüm ve bitmemis cenaze törenleri
Kuytularda can çekişen bitmemiş ölümler yarısı
Çocuk yarısı kadın iç çekişler kanlı elbiseler
Şehadet parmağı var her yerde tekbirler
Ne çok ölüm var saçlarımın uzayışı kara kapkara sular
Dibinde çığlıklar kemikleri sayıklayan sargılı
Her yanda gölgeler belirsiz telaşı boşamış erkek adımları
Yunus Emre Altuntaş
Hiçbir seyden kaçmayan uykusuzluğum
Ben orada büyüdüm
Gece bir düzen içinde
Denizin inlemesini dinliyor
Ve yoluyorum avuçlarımı
Başıboş omuzlarım
Serbest akreplerimle keskin oluyorum böylece
Dünya dudaklarını sürüyor yüzüme
Yunus Karadağ
Türk Edebiyatı, Sayı:603
Türk Edebiyatı dergisi, 603. sayısındaölümünün 100. yılı münasebetiyle Ali Emîrî dosyası hazırlamış. İnceleme-araştırma yazıları yine derginin sayfaları arasında.
Derginin açılış yazısı; Nazım Hikmet Polat’ın kaleme aldığı “Atsız’ın Şiirlerine İlaveler Dolayısıyla” isimli makale. Atsız üzerine yapılan çalışmaları sıralayan Polat, onun hakkındaki eserlerin oldukça hacimli olduğunu, hayatına ve şiirlerine dair bu çalışmalar neticesinde karanlıkta çok da önemli noktaların kalmadığını vurgulayarak yine de özellikle süreli yayınlar çerçevesinde yoğunlaşılarak ortaya yeni eserlerinin çıkabileceğine değiniyor. Daha sonra Atsız’ın kitaplarına girmemiş çocuk şiirlerini gün yüzüne çıkarıyor.
“Yakın zamanlara kadar Atsız’ın bibliyografyalarının hiçbirinde, 17-18 yaşlarında bulunduğu işte bu yıllara inen bir kalem tecrübesi bulunmamaktaydı. Osman F. Sertkaya’nın “Hüseyin Nihâl Atsız -Hayatı ve Eserleri” (Atsız Armağanı, Ötüken Yayınları, İstanbul 1976, s.ı-cxıı) ve buna bazı ilaveler yapan Yücel Hacaloğlu’nun “Nihâl Atsız Bibliyografyası” (Hacaloğlu 2013: 381- 416) çalışmalarında en eski tarihli metinler “Makaleler”, kısmında 1928’e tarihlenen iki yazıdır (Hacaloğlu 2013: 396). Hâlbuki daha sonraki yıllarının verimliliği dikkate alınınca böyle bir yazarlık kumaşından 17-18 yaşlarında mutlaka örnekler bulunması gerektiği beklenir.”
“Elde edilen tabloya göre Atsız’ın -yayımlanış tarihlerine göre- 1922’de 4, 1923, 1924, 1926 ve 1927’de birer şiiri ortaya çıkarılmıştır. Fakat 1925 yılı ve 1928-1931 arası hâlâ boş gibidir: 1928’de sadece “Türkistan İhtilâlcilerinin Türküsü” şiiri ve Ahmet Naci ile birlikte yayımladığı “Anadolu’da Türklere Ait yer İsimleri” (Türkiyât Mecmuası, C. II, 1928, s.243-260) başlıklı bir makale tespit edilebilmiştir, 1929 yılı şiirsizdir, 1930’da sadece bir “Ağıt”ın sesi duyuluyor (“Koşmalar -1- Ağıt”, Yolların Sonu, 1975, s.77, Ercilasun 2018: 318).”
“Anlaşılıyor ki Atsız; Yarın’da tespit edilebilen ilk dört şiirinden üçünde (İnkıraz, Gözlerim, Sakarya) devrin galebe çalan hece veznini kullansa da yine Yarın (Son Mektup), Türkiye Edebiyat Mecmuası (Gel, Beni Râm Et!, Hicran), Asrî Türkiye Mecmuası (Liseli Kız) ve Millî Mecmua’daki (Girdap) diğer ilk şiirlerinde kulak eğitimine uyarak aruzu seçmiştir. Fakat daha sonra “Memleket Edebiyatı” anlayışını desteklemek isteyip heceyi seçmiş, millî vezin hece genel kabuller arasına girince şair tekrar aruzun ahengine kulak vermiştir. Yani şiirsellik için bir araç olarak gördüğü bu iki vezni birbirine feda etmek yerine ikisine birden sahip çıkmak istemiştir.”
Ali Emîrî Dosyası
Nagehan Uçan Eke – Klasik Türk Şiirine Ali Emîrî ile Yansıyan “Fotoğraf”
“Uzun yıllar boyunca daha ziyade Dîvânü Lügâti’t-Türk’ü keşfetmesi ve oldukça seçkin kitaplardan oluşan kütüphanesi dolayısıyla anılan ve bu bağlamda çeşitli bilimsel çalışmalara konu olan Ali Emîrî’nin eserleri ancak son senelerde araştırmacıların dikkatini çeker. Öyle ki son klasik Türk şairlerinden olmasına rağmen şiirleri bile onun hayrü’l-haleflerinden sayılabilecek Melek Gençboyacı ve Bedri Mermutlu’nun teklifleri üzerine Günay Kut’un editörlüğünde Sadık Yazar ve Mustafa Uğurlu Arslan tarafından ancak 2020 yılında bir araya getirilerek Dîvân şeklinde Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı tarafından neşredilebilmiştir.”
“Hayatında ağzına içki ve sigara sürmediğini, fotoğraf çektirmediğini hatta Beyoğlu’na bile gitmediğini ahlaki bir fazilet olarak çağdaşlarına anlatacak kadar muhafazakâr ve dindar bir Müslüman olan Ali Emîrî, bir beytinde karşı olduğu fotoğrafa methiye yazmaktan kendini alamamıştır. Özellikle de kişiyi değil de tabiatın ve gül bahçesinin güzelliklerini nakşeden fotoğrafı sevdiğini söyler:
Âh fotoğraf severim ben seni
Nakş ediyorsun ne güzel gülşeni”
Nilüfer Tanç- Kitaplar Arasında Bir Ömür: Ali Emîrî Efendi
“Ali Emîrî’nin okuma merakı kitapseverliği de beraberinde getirir. Çocukluğunda dinlediği anlatılara göre Diyarbakır’da beş yüz altı yüz yıl önce 1 milyon kırk bin cilt kitaplık bir kütüphane bulunduğuna inanılırdı. Ali Emîrî de böyle 1 milyonluk bir kütüphane meydana getiremese de karınca kararınca on beş, yirmi bin ciltlik bir kütüphane meydana getirebilme niyetiyle dokuz yaşından itibaren eline ne kadar para geçerse tamamını kitaba harcamaya ant içer ve o tarihten itibaren kitap almaya başlar.”
“Sanat ve edebiyatın işlevleri arasında arınma, teneffüs ve kaçış önemli bir yer tutar. Hiç evlenmeyen Ali Emîrî Efendi; bütün üzüntü, sıkıntı ve ikilemlerini kitaplara sığınarak hafifletmiş, geleneksel kültüre bağlı kalarak kendisini kitaplar aracılığıyla gerçekleştirmiştir denilebilir.”
Süleyman Yiğit – Bir Edebiyat Mahfili Olarak Ali Emîrî’nin Gazete ve Dergileri
“Muhatapları değişmekle birlikte hayatı boyunca bir tartışmanın tarafı olan Ali Emîrî’nin gazete ve dergi çıkarma amacı, kültürel hizmetlerin yanında kendisine karşı yazılmış yazılara cevap vermektir. Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nı “mükemmel bir edebiyat mecmûası çıkarmak maksadıyla olmayıp” (Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, s.214) mecbur kalarak yayımladığını söyleyen Ali Emîrî, Fuat Köprülü’nün yazılarına ve sözlerine karşılık iki senelik kâğıdını toptan alarak mecmuayı yayım hayatına kazandırır.”
Macar Türkolog Zsuzsa Kakuk’la Söyleşi
Sinan Yaman, Macar Türkolog Zsuzsa Kakuk’la bir söyleşi gerçekleştirmiş. Yapılan çalışmalar, yapılmak istenenler, iki kültürü birleştiren ortak noktalar gibi birçok konuya değinilmiş söyleşide.
“13 Ağustos 1925’te Nagytálya’da doğdum. Eger’e yakın küçük bir köydür burası. Osmanlılar “Eğri” diyor buraya. Babamın bir su değirmeni vardı burada. Okula bu küçük köyde başladım. Sonra Eger’e taşındık. Üçüncü sınıftan yedinci sınıfa kadar bir rahibe okulunda eğitim aldım. Savaştan dolayı liseyi farklı bir yerde bitirdim. Üniversiteyi Debrecen’de okudum. Macar Dili ve Edebiyatı ve Latince öğretmeni olacaktım. Evlenince Budapeşte’ye geldim. Sonra Türkoloji kürsüsüne girince hayatım tamamen Türkçeyle iç içe geçti.”
“Türklerin ve Macarların arasındaki kadim ilişki Macar Türkolojisini özel bir konuma getiriyor. Türkçeden alınan kelimeler, beraber yaşama tecrübesi bugünkü hikâyemizin temelindedir. Elbette 150 yıllık Osmanlı hâkimiyeti bizde olumsuz etkiler bıraktı ama bu da geçti. Macar özgürlük mücadelelerine Türklerin yardımları bizim için çok önemliydi.”
“Sovyetler zamanında Türkiye’ye gelmek mümkün değildi. 1960’lı yıllarda daha çok Sırbistan’a ve Bulgaristan’a gittim. Türkçeyi Bulgaristan Türklerinden öğrendiğimi söyleyebilirim.”
“Öğrencim Edit birçok Türkçe eseri Macarcaya çevirdi. Ne mutlu ona. Çeviri sonsuz bir alan. Birbirimizi anlamanın yolu biraz da edebiyatlarımızı bilmekten geçiyor. Çevirmenlere burada büyük iş düşüyor. Türkçe ve Macarca önemli edebî eserlerin karşılıklı çevirisinin yapılması gerekiyor. Elbette gençlerin okuma zevki başka yönlü olabilir ama çeviri sadece toplumun bir bölümü düşünülerek yapılmamalı.”
Türk Millî Şairi Mehmed Emin Yurdakul
80 yıl olmuş Mehmed Emin Yurdakul aramızdan ayrılalı. Onun şiirleri bugün de duyguları harekete geçiren bir heyecana sahip. Abdullah Uçman, Yurdakul’u ve şiirini ele alan bir yazısı ile Türk Edebiyatı’nda.
“Türk edebiyatı tarihinde daha ziyade Millî edebiyat akımına yol açtığı kabul edilen “Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken” adlı şiiriyle tanınan Mehmed Emin, aslında bir halk çocuğu olup edebî zevkini küçük yaşta, bir balıkçı olan babası Salih Reis’ten dinlediği halk hikâyelerinden edinmiştir.”
“Devrin şiir anlayışına göre teknik ve estetik bakımdan pek güçlü sayılmasa da, onun şiirleri, bir yandan halkın zevk anlayışına hitap etmesi, bir yandan da halk hayatının bazı sahnelerini onların anlayabileceği bir dil ve üslupla ifade etmesi dolayısıyla, sade Türkçe ve hece vezniyle yazılmış şiirde bir öncü kabul edilmektedir.”
“Milliyetçilik yolunda hayatı boyunca yazdığı şiirlerle “Millî şair” unvanıyla hatırlanan Mehmed Emin, devrin bir kısım aydınları tarafından küçümsendiğinin de farkındadır ve zaman zaman bu durumdan yakınarak: “Varsın münevverler beni anlamasın, münekkitler beğenmesin; şiirlerimi okurken heyecan duyacak Türk evlatları her zaman bulunacaktır.” diye teselli bulmaya çalışır.”
Bosna Hersek’te Türk Mührü: Drina Köprüsü
Drina Köprüsü, her şeyiyle bir köprü olmanın çok ötesinde anlamlar içeren bir yapı. Tam anlamıyla medeniyetler arasında kurulmuş bir köprü. Ayşe Göktürk Tunceroğlu, Drina Köprüsü’nü anlatıyor yazısında.
“Köprü… İvo Andriç, Nobel aldığı o meşhur romanında, kasaba halkının, kasabada başka köprü olduğu hâlde “köprü” denince sadece burayı anladığını yazar. Drina Köprüsü… Otelde Vişegard’a gitmek istediğimi söyleyince resepsiyondaki, tarih bilgisi ile bizi şaşırtan Ayla da: “Köprüyü görmek istiyorsunuz değil mi?” diye gülümsemişti.
Köprü, Drina’nın boynunda bir gerdanlık gibi. Yeşil yeşil akan Drina mı güzel, iki taraftaki yüksek ve sarp, zümrüt dağlar mı, on bir kemerli beyaz taş köprü mü, hepsi mi? Bakmaya doyulmaz bir manzara.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Nilüfer Ateş – Töreli Nenem
“Su var mı diye sordum. Arabanın arkasında olduğunu söylediler. Behh, dedim, menim nenem heç ele suyu içer mi? İndi men ona töreli bir su getirerem. Dağ demerem, daş demerem, yola düşer, gider ona töreli bir su tapar getirerem. Şaşkın şaşkın baktılar. Töreli suyun ne olduğunu sordular. O gün men de çaresizlikle öz özüme aynı soruyu sormuştum nene. Töreli su neydi. Hangi derenin, hangi gözenin suyuydu bu? Göybulak’tan mı yoksa Karabulak’tan mı akmaktaydı? Nereden bulacaktım da sana getirecektim.”
“İşte o yoldayım nene. Sarı mayıs çiçekleriyle bezeli, çayırın içinden geçen yolda. Töreli bir su bulup getireceğim sana. Töreli bir su. Nasıl bir suydu bu. Nerede kaynamaktaydı, nereden akmaktaydı. Kafamın içinde o gün sorular uçuşuyordu. Kimi zaman bana töreli dur, töreli oyna, töreli ye derdin. Bu akıllı ol, uslu ol demekti. Suyun akıllısı uslusu da mı vardı nene?”
“Anlattım bir yandan, bir yandan suyunu hazırlayıp verdim sana. Kana kana içtin nene. Suyu içine çekip bitirdin. Çiçekler kaldı geriye. O gün küleğin dibinde, bugün toprağının üstünde, döşünde. Çiçekler kaldı geriye nene. Çiçekler kaldı toprağının üstünde. Duan geldi kulağıma. Ömrün uzun olsun ay bala. Senin de yattığın yerler nur olsun ay nene. Töreli nene.”
Dilek Altundağ – İhtiyar Okur ve Calvino
“Üniversitede okuyorum bu şehirde. Tek başıma kaldığım öğrenci evim, eski bir binanın bodrum katı. Rutubetli. Üç beş ihtiyar komşu da olmasa neredeyse metruk diyebilirim buraya. Küflü balkon demirlerine asılmış saksı çiçekleri bu evlerin şenliği. İhtiyarların hayatın anlamına nüfuz etme imkânlarını gösteriyor belli. Dünyanın sıradan dertleri arasında kaybolmuyoruz imgesi bu. Ruha bir uyandırma çağrısı.”
“Konuşurken boynundaki sarkan deriden fırlayan damarlar şişiyor. Mavi mavi. Şaşırıyorum. Kemikli, uzun elini uzatıyor. Havayı yokluyor. Yağmurun yavaş attığını görünce şemsiyesini açmıyor. Kısa, bodur bacaklarına yapışıyor çiçekli elbisesi. Koluma giriyor. Bankadan emekli olduğunu söyleyerek “Öğrenci misin?” diye soruyor bana da. Taşındığımda da sormuştu iyi hatırlıyorum.”
“Alacağım kitapları onunla birlikte seçmek istiyorum. İhtiyarın elindeki kitaba gözlerimi dikiyorum. Calvino’nun Sen Alo Demeden Önce’sini. Bu ihtiyar benimle dalga mı geçiyor? Hani umurunda değildi. Calvino? Kitaba dikiyorum gözlerimi. “Calvino’ya dönersen hayatın farklı yanlarına kapı aralarsın.” diyerek Calvino’nun gerçekle düş sarmalını içselleştirerek anlattığını söylüyor. “Calvino, benim ruhum.” diyor.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Seni gördüğünde kısrak
Kendi yelesini öper
Ve imrendirir rüzgârı
Neler olduysa kısrağa…
Mehmet Aycı
ölü gelinler atlı arabalarla geçiyor yanımdan
yöremde soğan kabukları uçuşuyor
beş eksi iki harfliler uğruyor yalnızlığıma
gecenin içinde yalpalıyorum
fonda ateş sesi olan
fonda gök gürültüsü olan bir hikâyede
edirnekâri sandıklara saklıyorum korkularımı
dolunay yükselince çığlıklar duyuluyor karaağaç’tan
şehre yeni hikayeler sızıyor
varlığı unutulmuş mezarlıklardan
Suavi Kemal Yazgıç
Ağlama
ben fecir ipleriyle bağladım
sana tuzaklanan geceyi
ah şebiarusum
ruh yanığım
zemzem suyum
Kıbleye eğilip
şırıl şırıl
şu şehadeti
beraber içelim mi
Yasin Mortaş
Dergilerde neler varsa bunlardan bizleri haberdar eden kıymetli hocamıza çok teşekkürler