Ayasofya’dan Gazze Özel Sayısı

Önce Ayasofya, sonra Kudüs diyerek çıkışını sürdüren Ayasofya dergisi 33. sayısını “İzzet Yurdu Gazze” olarak çıkardı. Derginin tümü Gazze’ye ayrılmış durumda. Mesele, tüm hatlarıyla ele alınmış. Derginin bir davası var. Bunu sürekli vurguluyorlar. Dua niyetine geçecek bir haykırış bu. Ayasofya nasıl ki ibadete açıldı şimdiki umudumuz özgür Kudüs, özgür Gazze, özgür Filistin için devam edecek.

Derginin Giriş yazısından…

Yüz altı yıllık uzun ve yorucu bir işgalin belki de en şedit seksen beş gününü yaşıyoruz. Savaş değil katliam, hatta soykırımla karşı karşıyayız. İnsanlık tarihi böyle bir soykırımı çok az görmüştür. Tarihte bilinen ve kayıt altına alınan en büyük depremi bu yıl yaşadık, soykırımı da yaşıyoruz.

2014 yılında ilk sayımızı Gazze dosyasıyla çıkartmıştık. 2024 yılının ilk sayısında dergimizi Özel Sayı olarak İzzet Yurdu Gazze’ye ayırmış olduk.”

Büşra Zişan Erol editörlüğünde hazırlanan özel sayıda Gazze’ye dair deneme, makale, inceleme yazıları yanında söyleşiler, şiirler ve çizimler yer alıyor. Yani özenli ve detaylı hazırlanmış bir Gazze özel sayısı Ayasofya okurlarını bekliyor.

Nurdan Albamya İnce ile Filistin Üzerine Söyleşi

Filistin direnişini hayatın her alanına yaymamız gerek. Karşımızda soykırım yapan bir caniler topluluğu var. Algılarımız daima canlı olmalı. Sanatta, siyasette, ticarette, edebiyatta, çarşıda, pazarda fark etmez; Filistin ruhunu içimizde daima hissetmeliyiz. Çünkü İsrail, tüm zulmünü ayırt etmeden tüm Müslümanlar üzerinde uyguluyor.

Büşra Zişan Erol, Nurdan Albamya İnce ile Filistin’e dair bir söyleşi gerçekleştirmiş. İnce, yazdığı ve sahnelediği “Filistin Hakkında Konuşmalıyız” oyununun ilk aşamadan itibaren ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor.

“Ben bu oyunu 2 sene önce yazdığımda; Ramazandı ve yine Gazze’nin vurulduğu Şeyh Cerrah’da olayların olduğu bir dönemdi. Yine Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da Cuma namazı kılmak isteyenlere yapılan akıl almaz olayların hepsinin üst üste geldiği bir Ramazan ayında ben oradan gelen kötü haberlere o kadar çok dayanamamıştım ki “bir şey yapmam gerekiyor, mutlaka bir şey yapmam gerekiyor” diyordum ve sürekli de “hep herkesten bir şey bekliyorum ama niye bir şey yapmıyorlar? Neden müslüman devletler hükümetler, insanlar bir şeyler yapmıyorlar?” diye düşündüğüm bir zaman dilimiydi. Çok dertlenmiştim ve bir gün iftardan sonra yani böyle çok böyle saniyelik bir şekilde aklımda bir şimşek çaktı.”

“Gördüğünüz bir tiyatro eserini bir sinema filmini bir heykeli bir resmi asla unutmazsınız. Gördüğünüz şeyler gözünüzün önünde mıh gibi kalır, duyduğunuz şeyler kulağınızda mıhlanır, hissettiğiniz şeyler kalbinizi acıtır ya da kalbinizi ferahlatır. O yüzden sanatın aslında bir derdi anlatmak gibi bir yükümlülüğü doğal olarak vardır. Müslüman insanlar için sanat bir amaç değildir araçtır. Benim için de sanat, tiyatro bir amaç değil araç derdimi anlatmakta. Belki de emri bil maruf yapmaktaki en büyük araç ve ben o yüzden sanatın Filistin meselesi yani benim en büyük dertlerimden bir tanesi olan Filistin meselesinde çok büyük bir noktada durduğunu düşünüyorum.”

“7 Ekim’den öncesi ve 7 Ekim’den sonrası diye çok büyük bir fark var artık dünyada. Allah’ın izniyle onlardan tek isteğimiz, ne olur birazcık daha sabredin, birazcık daha sabredin. Dualarımız sizinle. Rabbimiz nurunu tamamlayacak. Biz bir avuç Müslüman olarak sizin arkanızdayız, her şekilde arkanızdayız ancak birazcık daha sabredin geleceğiz inşallah.”

Seyfullah Şenel ile Söyleşi

Bu Benim Meselem Değil Parola Boykot, oyununun yapımcısı, Seyfullah Şenel, Ezgi Kızılkaya’nın sorularını cevaplamış. Boykot önemli. Zulüm devam ettiği müddetçe boykotlar da devam edecek. Müminin elindeki en büyük silahıdır boykot. Şenel, meseleyi sanat ve toplum açısından değerlendiriyor söyleşide.

“Aslında Filistin halkı için atılan her adım, söylenen her söz, Filistin’in haklı davasında zalime galip gelmesi için önemli. Milletimiz de bu konuda oldukça özverili ancak maalesef ki her konuda olduğu gibi Filistin meselesinde de “bu benim meselem değil” diyen insanlar var ve bu insanlar çoğalmaya başladı. Boykot edenlerin karşısına “size inat devam” diyen bir zihniyet çıktı ortaya. Biz aslında şunu söylemeye çalışıyoruz; bu hepimizin meselesi.. Bu bizim meselemiz. Çünkü onurlu olmak, mazlumun ezilmesine müsaade etmemek demektir.”

“Evet, sanat gerçek bir direniş alanıdır ve bu alan kesinlikle boş bırakılmamalıdır. 7 Ekim bizim için bir milat olmalı. Neden bu ülkenin sanatçıları seslerini çıkaramıyorlar, kim onlara engel oluyor? diye düşünmeli ve bir an önce harekete geçmeliyiz.”

İzzet Yurdu Gazze Özel Sayısı’ndan

Özel sayıdan birkaç örneği buraya alacağım. Sıkı hazırlanmış bir Gazze sayısını arşivinde bulundurmak isteyenler Ayasofya’nın 33. sayısını mutlaka edinmeli.

Büşra Zişan Erol – “Savaş” Değil “Soykırım”

İşgalci İsrail’in Filistinlileri tüm dünyaya terörist olarak lanse ettiği ve bunu yaparken çocukları dahi potansiyel gelecekteki teröristler olarak niteleyip katlettiği bir zeminde; İsrail’in Deyr Yasin köyünde Nisan 1948 yılında yaptığı katliamın ardına, Mayıs 1948’de o masumların kanları üzerine kurduğu terörist eylemi konuşmak ve bir terörist var ise tarihi belge ve gerçeklerle bunun “israil” olduğunu söylemekte ısrar etmek zorundayız.

Büşra Nur Gürbulak – Filistin Niçin Öz Hakkımızdır?

Kalplerin kendisiyle sürur bulduğu bu mekân, ebediyete kadar da İslâm’ın kalacaktır. Allah katında geçerli olan tek din İslâm’dır ve bu durum da kıyamete kadar Mescid-i Aksa’nın asıl hak sahiplerinin Müslümanlar olduğuna işarettir. Elbette tek başına Mescid-i Aksa’dan söz etmek, onun özgürlüğünü istemek yeterli gelmez. Mescid-i Aksa dolayısıyla Kudüs, Kudüs’ten dolayı Filistin bizimdir! İnsanız, unutmak şanımızdandır; fakat bizler aynı zamanda hatırlayanlarız!

Yusuf Emre Şen – Filistin Direnişinin Sembol İsmi: İzzeddin El-Kassam

O, hayatı boyunca kendisiyle anılacak “direniş” kavramının içeriğine uygun olarak İngilizlere ve Siyonistlere işgali dar eden bir isim oldu. Bu yıllarda, Mısır merkezli Müslüman Gençler Derneği’ne de katılarak, dernekte aktif görevler yaptı. Filistin halkını köy köy, belde belde dolaşan İzzeddin El-Kassam, bu seyahatlerinde işgalci İngilizler’in kötü emellerini halka bir bir anlatıyor ve bir bağımsızlık ruhu oluşturuyordu. 1935 yılına kadar yaptığı korkusuz mücadelesinde halkı daima toprak satmama hususunda bilinçlendiriyordu.

Seher Aydın Yıldız – Gazze’nin Dünyaya Mesajı; Toparlanın Gitmiyoruz!

Ebu Ubeyde, sadece görünen gözleri, gözlerindeki inanç, o inancın yaydığı güven, o güvenden alınan güçle yoluna devam ediyor. Sözlerindeki kararlılık, gözlerindeki kararlılık, işaret parmağını havaya kaldırdığındaki kararlılıkla İslam ve medeniyetin, Müslümanca duruşun nasıl olacağının cevabını veriyor. Alınan esirleri misafir gibi ağırlayan ve uğurlayan, tebessümle vedalaşan ve destek olan her bir Kassam Tugayı da Ebu Ubeyde gibi nasıl Müslüman olunur sorusunun yanıtı olarak karşımızda duruyor.

Yavuz Selim Yaylacı – Belki Bir Teselli: Elimizden Ne Geliyorsa O

Evet, son tahlilde amacımız Kahire’den araba kiralamak ve altı saat süren yolculuk sonrası sınıra ulaşmaktı. Fakat bırakın araba kiralamayı, bizi sınıra götürecek bir taksi bile bulamadık. İsmailiyye bölgesinden sınıra kadar hiçbir aracın izinsiz gidemediğini, arabayla dört saatlik mesafe olan bu çemberdeki hiçbir yerlinin de yaşadıkları bölgeden çıkamadıklarını öğrendik. “İsmailiyye’den sonra çölde terör örgütleri var.” diyen de “İsrail, altınızdaki arabayı, üstünüzdeki elbiseleri bile alacak çetelerle anlaştı.” diyen de var. İşin tuhaf tarafı biz İsrail’de değil de Mısır’daydık. İşte, Ebu Ubeyde’nin sınırda bekletildiğini söylediği o yardım tırlarının bir yüzü buydu. Yüzümüze çarpan diğer yüzlerini, fitne olmaması ve iyi amellerin baltalanmaması adına her şeyin aslına döneceği güne kadar içimizde tutmaya karar verdik.

Recep Terler – Gazze Mutabakatı

7 Ekim’de başlayan olaylar neticesinde herkesin kıymetinin farkına vardığı şey boykottur. Boykot ile birçok büyük firmalara geri adımlar attırılmış çekinceler oluşturulmuştur. Kaldı ki bu netice alınan boykot tabana yayılan bireysel tepkilerin toplanması ile oluşmuştur. İhtiyaç duyulan ve çözüm sunan şey ise boykot gibi tabandan başlayan harekettir. Tabandan başlayarak “büyük”leri büyük yapan bizlerin onları nasıl küçültebileceğimizi gösteren Gazze İnsanlık Mutabakatı teklifidir. Tek ihtiyaç duyulan insanlığın hiç kimseden bir şey beklemeden irade göstermesidir.

Dilek Koç – İşgalin Gazze Tarihi

28 Eylül 2000-8 Şubat 2006: II. İntifada (Aksa İntifadası) Oslo’nun getirdiği başarısızlıklar ve dönemin İsrail başbakanının Mescid-i Aksa’ya gerçekleştirdiği provakatif ziyaret ile II. İntifada’nın ateşi topyekûn bir hâlde Filistin topraklarında yanmıştır. İntifada yıllarında 3.973 Filistinli şehit olurken 1.330 İsrailli ölmüştür. Bu intifada sırasında Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi şehit edilmiştir. Babasının kucağında şehit düşen Muhammed Durra, II. İntifada’nın sembol isimlerinden olmuştur.

Harun Yakarer – Gazze ve Hızır

Gazze ümmetin dirilişine vesile olacak. Bu açık yara, kapanmadan kuru otları sulayıp onlara can verecek, onları diriltecek. Biz yeter ki o dirilişe layık olalım. Yeter ki şehidlerimizin kanlarının bunun için aktığını, bir hiç uğruna akmadığını bilelim. Ümmetin birliği için çalışıp ırkçılık zehrine tutulmadan o ilahi birlik rahmetine layık olalım yeter ki. Kalplerimizi, gönüllerimizi kardeşlerimize açalım; zihinlerimizi, idrak kanallarımızı onların söylediklerine açalım. Hızır, yoldaşımız olacaktır. Hızır’la beraber, İbn Arabi’nin deyimiyle o kutsi akıl bizde olacaktır.

Sanat Filistin İçindir

Hazal Sezgin’in editörlüğünde hazırlanan Sanat Filistin İçindir Dosyası da özel sayının içinde yer alan bölümlerden. Burada; Sinem Öztürk, Edibe Neva Gürbüz, Ayşe Çavuşoğlu Koçak, Cemile Ağaç Yıldırım, Mustafa Demir, Sevdenur Eres, Özlem Akçağıl Koçan ve Sibel Karaca’nın çizimleri yer alıyor.

Ayasofya’dan Şiirler

Bir kapı gibi açıldı yüreklerde yaramız
Her kapıda binbir başlı hançer
Her kapıda kılağılanmış neşter
Her kapıda bir cellât bekler
Ölü deseninde kemikler
Mezar sesinde türküler
Yaklaştı med-cezir,
Yaklaştı fetih, Allahu Ekber!
Oruç, içimizdeki Hızır
Oruç, kutlu geceye kadir

Yusuf Bilal Aydeniz

Sen daha doğmamıştın, seni öldürdüler
Kanlı ellerini yıkayıp sonra kanını döktüler
Suyu temizledi kanın haklı ve berrak sonsuz bir kaynaktan
Dişlerin birbirini kırdı titrerken, gözlerin yıkacak israil’i
İki ayağın, sahibi toprağın; Gazze ayakta, sen ayaktasın

Hasene Gün

Bir kefene sarılmadan ölüyor insanlık ve dünya
Herkes uyurken yenilmez ruhuyla yalnız Gazze ayakta!
Ey İslam’ın ruhu! Ey Ömer öfkesinin timsali Kudüs!
Göğü kuşatacak zaferler sana, müjdeler sana!
Dünya doğmak için yeniden bekliyor güneşini…

Büşra Yalçınkaya

Kahveyi boş ver! Gel alalım iki dilim KARPUZ!
-Kış ayında yenir mi karpuz?
Neden yenmesin? Her yer tuzla buz!
-Anlamadım Efendi! Nereden çıktı bu moloz?
Anlamazsın tabii vicdanlar artık yoz!
-Yahu ben diyorum değil temmuz, sen sürekli huysuz…
Eee ben diyorum mevsim buz, senin yüreğin yolsuz!

Esra Aka

Hep utanç…
Defter arasında güzelliği kurutulan bir gülün,
Şimdi bir kan deryasında yüzmesi,
Hep utanç.
Kalbine açılan oyukta kalacaklar listesi,
O yivli, kan kusan harfler
Ve başka hiçbir işe yaramayan…
Hep utanç.
Kilitsiz kapıların anahtarı boyunlarda,
Pas içinde ağıdı bir kadının,
Hep utanç.
Yollar, size sesleniyorum:
Geri dönmekten,
Eve dönmekten, başkasına çıkmayın.
Ben bu silinmez lekeleri,
Ben utancı unutmamayı,
Her sabah yeniden yazacağım.

Meral Guguk

Gazze İstanbul, Kırım, Kıbrıs, Buhârâ, Kerbelâ
Gence, Kaşgar, Bosna, Üsküp’tür; emânettir bugün

Gazze velhâsıl bütün bir ümmetin dâvâsıdır
Yüz çevirmek işbu dâvâdan ihânettir bugün

Kerim Ak

Bilirdim yağmur damlası geçirmez aç karna yatmış
çocukların zihni
Ebu Ubeyde’nin gözleri geçmiş zaman ekiyle
çekimlenemez
Hanzala’nın elleri ceylan derisine benzemekten yaratılmış
Duâlar çocuk doğurmayınca dul kaldı
Aynada tebessüme şapka tutan kadınlar
Kelimelerin kalbindeki damarın üzerinde bulundu
İnsanlığı ayağa kaldıracak cevher!

Fatma Salim

Bir Nokta, Sayı: 264

Gazze’ye dair o kadar çok söyleyecek sözümüz var ki ne söylesek eksik kalır. Sözümüz de derdimiz de davamız da bitmeyecek.

Bir Nokta dergisi 264. sayısında da Filistin vurgusuyla çıktı.

Mürsel Sönmez’in Giriş yazısından…

“Üçüncü ayını doldurmakta olan Gazze ve Filistin’deki güncel acılar da, iki zıt kutbun doğasının gereğini yaptıkları bir insanlık sınavı meydanı. “İnsan”, insan karşıtına teslim olmuyor, ölümü göze alıyor, öldürülüyor ve insan kalmakta direniyor. Varlığını tanımlamada ancak hakikate yaslananların gösterebileceği bir onur yaşıyor Filistin’de. Varlık sebebini “beşer”i şerre boğmak olarak gören, bunu tarih boyunca bir ödev olarak görüp yapan ve insanın yeryüzü macerasını zehirleyen bir topluluk insan olma onuruna saldırıyor. Tarihin en acılı günlerinden birini yaşıyor insanlık. Bu da elbette doğal olarak bizim gündemimiz oluyor. Şair ve yazarlarımız, Filistin’e destek için meydanları dolduran ülkemizin güzel insanları gibi “insan” olmanın gereğini yerine getiriyorlar. Var olsunlar.”

Gazze Yalnızlığı

Hasanali Yıldırım, yaşadığımız süreci Gazze yalnızlığı olarak adlandırmış. Ne yaparsak yapalım Gazze’nin yalnızlığı dinmeyecek. Zulüm devam ediyor. Elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz. Gazze’nin yalnızlığı bitene kadar…

“Biz Gazze’yi, içlerindeki ifritlerin değil, dışarıdaki, belki de kâinattaki en fena ifritlerle başbaşa bıraktık ve kendi keyfimize baktık; binbir çeşit makûl bahanelerle elbette. Zifiri bir katrana boğduk Gazze’yi; yok  saymanın katrandan denizine. Hiç kimselerin yaşamadığı bir yalnızlıktır bu: Gazze yalnızlığı.”

“Bütün büyük sanatkârlar, işte bu Gazze yalnızlığının eşiğine kadar varabilmişler ancak. Ötesi Burak’ı yakan sınır. O yüzden her hakiki sanat eserine, genzi yakan kesif bir yanık kokusu siner. Gazze yalnızlığının kişiyi sürüklediği ihanete uğramışlık hissinin kömüründen süzülmüş misktir bu.”

Kudüs Zamanı

Kudüs üzerine yazmış Murat Soyak. Tüm zamanlarımızı Kudüs’ü ayarlayalım. Orada bir sızı var durmayan kanayan. Umut etmek müminin şiarı.

“Kudüs, kanayan yaramız. Yürek sızısı hiç dinmedi. Kara gözlü çocuklar sapan taşlarıyla zalimin üzerine üzerine gidiyor. Issızlığın, kimsesizliğin ortasında adım adım direniş… Ümmetin suskunluğu neden? Hanzala yıllar var ki üzgün, kırgın…

Umut daima yoldaşımız. Kapılar açılır, gönül köprüleri kurulur. Uyanış, diriliş rüzgârı eser. Kudüs göklerinde rahmet bulutları toplanır. İnceden bir yağmur başlar. Toprak sevinir. Gün olur devran döner elbet. Sular şırıl şırıl akar. Ağaçlar yeniden çiçeğe durur. Selâm olsun.”

Ercan Ata’nın Konuğu Nurettin Durman

Ercan Ata, bu sayı Nurettin Durman ve şiirini ele almış. Ata önce Durman şiiri üzerine yazmış. Bir de söyleşi var Durman ile.

“Nurettin Durman, ömrü hayatını şiire adamış usta bir şair. Çoğu şairin Nurettin abisi, Beylerbeyi’nin hiç yaşlanmayan koca çınarı, Kardelen’in derleyicisi, Düş Çınarı’nın banisi, şiirin hamalı, yazının ağır işçisi, göğün gözlemcisi, denizin izleyicisi, Boğaz’ın incisi, şiirin eskimeyen sesi. Bir İstanbul beyefendisi…”

“İlk şiiri 1964 yılında ‘Sanat Hayatı’ dergisinde çıkan Durman’ın ilk kitabı ise kırk beş yaşında yayınlanmıştır. Şairin bugün on altı şiir kitabı mevcuttur.”

“Durman’ın şiirlerinde yoğun bir İstanbul sevgisi okunur. En çok sevdiği şehir doğal olarak İstanbul’dur. İlçelerse Üsküdar ve Beykoz. Beylerbeyi, Şehremeni, Süleymaniye, Çemberlitaş, Sultanahmet, Kadırga en çok tuttuğu semtlerdir. O deniz kıyısında yürümeyi, tarihi küçük camilerde namaz kılmayı, dostlarıyla çay içip şiir, sanat ve edebiyat üzerine muhabbet etmeyi sever.”

Nurettin Durman Söyleşisinden

“Bombalar, yıkıklar, yıkımlar, enkazlar altında çığlığını gökyüzüne bırakmış çocukların olduğu günümüzde sakin sularda yüzmenin imkânı kalmamıştır. Zalimin zulmünü alkışlayanların zelil olacağı günü ümit ederek sabahın Rabbine sığınıyorum bu elemli günlerde… Münasip bir hâl içinde geçmiyor günler…”

“Bir okuma ateşi düşüyor içime. Berber dükkânına alınan gazeteyi okuyorum yetmiyor, bu defa çizgi roman okumaya başlıyorum. O zamanlar Tommiks ve Teksas çizgi romanları vardı. Sonrasında Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı romanı. İlk okuduğum romandır İnce Memed.”

“Şiirim sayesinde bir hayli şehirdeki şiir etkinliklerine katılma ve şehri görme imkânım oldu. Balkanları görmüş oldum şiirim sayesinde. Üsküp gibi önemli bir şehri görmüş oldum. Üsküp, Ohri, Kalkandelen ve Kosova Piriştine. Para kazandım mı? Hayır…”

“Şiire girerken bir olgunun uç vermesi gerekiyor. Bu bir ateşli dürtü iştiyakıyla kendini olmazsa olmazın şartında bulan oluş halinde seçilen kelimelerin önemi ne kadar izah edilse, üzerinde durulsa azdır. O ilk sözcük, ilk hamle elbette çok önemlidir.”

Roman Üzerine Düşünceler

Mehmet Kurtoğlu, edebiyatımızda roman üzerine yazmış. Romanın tarihi, örnek eserler, günümüzde roman gibi birçok konu ele alınmış yazıda.

“Bu ülkede gönül rahatlığıyla biyografi yazılmıyor nasıl roman yazılsın ki? Zira topluma mal olmuş insanlar hakkında dahi rencide etmeden eleştiri yapamıyorsunuz. Kutsallardan geçilmeyen ve herkesin ilah kesildiği bir toplumda gerçek anlamda ne biyografi yazılır ne roman. Batı, sorunlu ve sancılı dünyasında “psikoart” anlayışıyla romanda yeni arayışlara girerken, biz halen modern ilk romancı Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile Orhan Pamuk’un post-modern romanları arasında sıkışıp kalmışız.”

“Romanda fikir arka planda kalmalıdır. Kahramanı misyonere dönüştürürseniz gerçekçi olmaz. Kahraman ne ahlak öğretmeni ne misyonerdir. Ama sağ, sol veya liberal kesimin romanlarında kahramanlar fikirlerinin misyoneri yapar. Biri batılı hayatın diğeri sosyal hayatın bir başkası mütedeyyin hayatın misyonerliğini yapar. Roman fikri anlatmada bir araçtır. Oysa roman insanı tanımak ve tanımlamak için yazılır.”

Bir Nokta’dan Bir Hikâye

Halit Yıldırım – Hesap

“Dik dik baktı kadının yüzüne. Sonra bakışlarını yenilmiş bir kale bayrağı gibi usulca yere indirdi. Gayet soğuk bir karşılama da değildi ama içtenlik de yoktu. Köşedeki bir masaya oturdular. Kadın zoraki ev sahipliği yapıyordu. Adam ise ezilip büzülerek durumu geçiştirme derdindeydi. Bu soğuk havada boncuk boncuk terlediğine göre hayli sıkıntılıydı. Oysa kapıdan içeri girdiğinde yüzünde güller açıyordu.”

“Adam içindeki öfke volkanını, yutkuna yutkuna söndürmeye çalışsa da ağzından dökülen “Ne alaka?” kelimelerine mani olamamıştı. Ortalık tekrar beş dakika önceki soğuk mecrasına dönmüştü.”

“Deli mi ne? Pabuç gibi bir dil. Bu nasıl garson?”
Bu kez adam onu hiç duymamış gibi yapıyordu.
Kadın hemen yan masanın servisini getiren erkek garsonu çağırdı.
“Bu garson kız çok ukala. Lütfen patronunuza söyleyin, böyle tipleri çalıştırmasın burada.”
Garson çocuk bir kadına bir de ocaklığa doğru giden kıza baktı. Sonra eğilip fısıltı hâlinde:
“Efendim, o kız buranın patronudur. Diğer garsonumuz az evvel hastalanınca onu evine gönderdi. Ben sizin söylediklerinizi ona söyleyemem, aksi takdirde beni kapıya koyar. İşimden olmak istemem. İsterseniz ya yüzüne söyleyin ya da şikâyet kutusuna yazın isteklerinizi.” demez mi?

Adam yine hiç umursamadan çayına iki şeker attı ve başladı tıkır tıkır karıştırmaya. Kadın iyice ifrit olmuştu bu durumdan. Şaşkınlığı ve öfkesi geçer geçmez yine adamı iğnelemeye başladı.

“Önceki romanınız pek tutmamış sanırım. Keşke bunu hemen çıkarmasaydınız, biraz bekleseydiniz. Ya da müstear bir isimle mi bastırsaydınız acaba?”

Bir Nokta’dan Şiirler

Alnın ortasında kan taşıyan ırmağım
çattıkça yalnızlığı yalnızlığa bakışım kızıl ok
bir öğle biçerim içimdeki güneşe /gölgesiz
ben ikindiyim gölgesini kefen yapanlardanım
akşamı balkonlara taşıyan güruh değilim/demli bir acıdır kalbim
yatsı yastığında yıldızlar batar rüyama/silkinirim
uykusu delik deşik bebeklerin güneşi yok
gece
öldürülen çocuklara
mecaz diyorlar

Yasin Mortaş

in ve çıkmadan önceki soruların bildiğin cevapların
bir daha nabzını dinle
bir daha taşın toprağın
sor bir daha
sükutuyla konuşan nesnelere, iskemleye, bardağa
masaya sor, kapıya pencereye ekrana aynaya
sor ki içlerinde hangi hülyalar büyür
niçin kaderlerine keder bulaştırmazlar
sor bir daha
niçin ve nasıl böyle
sessizce yürürler Allah’a

Mürsel Sönmez

Kaldı mı Filistin’de çocuk
Kaldı mı kırışık siyahın içinde ütülü beyaz
Allah’ım paldır küldür sana mı sığındılar

Annelerin kurak feryatlarını sulasa keşke
Irmak çaresizliğim

Kazım Gök

bil ki
küçük kıyametler deposudur burası
sonuçta bir çukura sığmış
bütün o giriş ve gelişme
bu granit ve mermer ormanında
ağır ağır yürüdük
büyük kıyameti bekleyen
küçük tepeciklere bakıp bakıp
anlamaya çalışmışız olan biteni
bil ki
büyük kıyametin
küçük bir eşiğidir burası

Suavi Kemal Yazgıç

Ben demiştim, en çok
Paçaları tuz kurusu
Denize girilmiş ve çıkılmış gibi,
Siyah ve beyaz aslında
Çıra ve kömürün buluştuğu semaver.
Nadiren yangın yeni çıksa,
Makul muhabbetler gün batımında,
İspatlanır yere yakın kanunlar…
Tartışmasız ve dingin
Ben demiştim;
Tatlı sudan uzak
Balık, kabuk ve bazı değerli taşlar
Sus pay

Meral Afacan Bayrak

Post derdinde rint, can havliyle kalbim, yen içinde.
On sekiz bin miraç, kar değil, yıldız yağsın adıma.
Meteor taşlarıyla müjdelenmiş küçük sahabeler,
Hani kuşları ölünce yas tutan o peygamber, yetim.
İki gözüm, Kudüs için gülmeyi unutan Selahattin.
İşgüzarlık peşinde suflör, git başımdan akıl hevesi.
Narsist tuzağı, mantık ve felsefe ceremesi, eylül uzağı.

Yasemin Kuloğlu

Aydos, Sayı: 34

Aydos dergisi, 34. sayısı ile karşımızda. Filistin vurgusu dergide işlenen konulardan. Ön söz net; “Filistin.”

Dergiden yapacağım ilk paylaşım Vahdettin Oktay Beyazlı’nın Şiirin İstikâmeti yazısından olacak. Şiirin istikâmetini yazmış Beyazlı. Şiirin ne olduğu, şairin şiir yolculuğu, şiirin varacağı nokta gibi birçok detay var yazıda.

“Şiirin istikametini belirleyen bireysel hassasiyetlerin çok büyük önemi vardır. Duygu, düşünce ve hayal dünyasının şaire yüklediği misyon ile şairsel vizyon ondan şiirine hangi istikamette bir sınır/çerçeve çizeceğini, hangi menzile varacağını belirlemesini ister. Ancak üzerinde baskısını hissettiği toplumsal sorumluluk, şairi bazen istikametinden saptırabilme kudretini gösterir. Şairi bu tuzağa düşmektense bir tek özgüveni kurtarır.”

“Şairanelik ve şairsel duyarlık şiirin istikametini ve sınırını belirlemede bir diğer önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Şairin, elindeki bu kumaşı işleyebilmesi için evvela hayata, dile ve insana açık olması gerekir. Bu açıklık, bahsettiğim üç unsura duyarlı olmaktan geçer. Şiirin bir yaşama biçimine dönüşmesi ve işlenişindeki ince işçilik de bu işin diğer önemli tarafıdır. Ayrıca yaşama deneyiminden rafine ettiği her hayat bilgisi, şaire donanım kazandırmaktadır.”

Edebiyat ve İnsan

Edebiyatın asıl kaynağı insan. Varlık sebebi olarak edebiyatın sınırları insanla eşdeğer bir yapıya sahip. Mustafa Işık, edebiyat ve insan ilişkisini yazmış.

“Edebiyat, insan ilişkilerine anlam kazandırır ve gündelik işlerde davranışlarına zarafet katar. Yazındır yaralarımızın bağlanmış kabuğu, delirten yağmurdan kurtulmak için açtığımız şemsiye. Yazma eylemi, insanı insana yaklaştıran araçların en önemlisidir ve her şeyden evvel tarifsiz bir yaşam biçimidir. Bir meseleyi önce iyice anlayıp sonrasında onu basitçe anlatma eylemselliğidir edebiyat ve bu yolda yâreni insan olandır.”

“Edebiyat, insan yüzüne çekilmiş örtüleri sıyırma telaşında olan eldir; gizliliğin ağını eşmeye gayret eden ve taze bahar gibi goncanın kabuğunu çatlatmaya fiske atan. Denize atılan taş gibi dalga dalga oluşacak titreşimin fitilini yakar; yılanın en iyi kıvrılacağı yerin hissiyatı gibi kıvrılıp kalacağı yüreği arar ve bulur.”

“Yalnızlığa kaçıştır yazmak. Nida etmeye, niyazı dillendirmeye mağara arayışıdır. Yazmak, etrafımızdaki kesretten gönlümüzdeki vahdete sığınıştır. Edîp o yolcu ki vardan yok olmaya, bilinmek istenilen gizli hazineye ulaşmaya yola çıkan, ummanda katre olmaya can atan ağzı dualı derviş heybesidir.”

Yeni Şehirler Kurmak

Şehirler kurmak günümüzde en fazla dillendirilen meselelerin başında geliyor. Yaşanır şehirler, dayanıklı, insan merkezli şehirler gibi geniş bir alanda ele alınabilecek bir meseledir şehirler kurmak. Yusuf Tosun, Turgut Cansever’in görüşleri ışığında yeni şehirler kurmak üzerine yazmış.

“Evet, şehir hiç bu kadar barbar bir istila ile karşı karşıya kalmadı. Öyle ki gökten yağan bombalarla şehirler yıkılıyor, tarihi eserler yerle bir ediliyor. Şehirle birlikte insanlık da ölüyor. Geçmişe dair bütün izler silinmek isteniyor adeta.”

“Şehirlerin hızlı yıkımıyla birlikte son dönemlerde hızlı bir şehirleşme furyası da var. Hem şehre göç artıyor, hem de nüfus hızla yükseliyor. Mesela; Türkiye nüfusunun neredeyse beşte birini oluşturan İstanbul’un nüfusu bütün olumsuzluklara rağmen artıyor. Bir defa hızlı bir nüfus artışı var. Bu hızlı artış da şehir-insan etkileşimini hızlandırıyor.”

“İşin doğrusu mevcut şehirlerde de enva-i çeşit şekillerle inşa edilen rezidanslar, gökdelenler, AVM’ler şehrin ruhunu zedeliyor. Tabiatı eziyor bu beton yığını binalar. Aynı şekilde ibadethaneleri de… Dolayısı ile insan eziliyor bu koca koca yükselen binalar karşısında. İnsanı ezen, yok sayan bir şehir ne kadar bizim olabilir?”

Şehre Dokunmak

Mehmet Mazak da şehre dair yazmış. O da Turgut Cansever’in görüşlerini taşımış yazısına. Şehre dokunmak, insan kokusunu sindirmek şehre, şehre ruhuyla dokunmak ve şehri yaşamak dopdolu…

“İnsanoğlu, Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma olmak üzere beş duyu organına sahiptir elbette. Dokunma duyusu, bazı yönleriyle diğer duyulardan daha fazla öne çıkmaktadır. Bu bağlamda mekânlar dokunma duyumuza en fazla hitap eden yerlerdir dersek isabet etmiş oluruz. Şehre dokunmak, insanın bedeninin ve uzuvlarının tıpkı yasak elmaya dokunması gibi asla kendini frenleyemeyeceği bir duygudur.”

“Şehre dokunmak bazen basit bir eylemdir; bir çöpçünün yerleri süpürmesi, parklarda çiçeklerin bakımını yapan bir bahçıvan, kaldırım taşlarını boyayan fen işleri görevlisi, sokakların güvenliğini sağlayan gece bekçisi, istasyonlarda bekleyen biletçi, sokak sanatçıları, her gün çöp konteynerlerini karıştıran modern arayıcılar velhasıl yaşadığımız yerlerde işini en güzel yapan, hayatın ritmini yakalamaya çalışan insanlar şehre dokunur…”

Hira’dan Dijital Panoptikon’a

Canip Kaya, Hira’yı anlatıyor yazısında. Hira’nın ihtiva ettiği anlamları genişleterek bir doğuşun anatomisini anlatıyor.

“Hira; sadece bir mağara değil, bir bimarhane/şifahanedir… Kalbin zikir ile, aklın cehd-i ekber ile, ruhun vecd ile yıkandığı havz-ı kevserdir…”

“Hira medeniyettir… Arayışın, sorgulamanın, okumanın, mücadelenin, mesuliyetin, merhametin, şefkatin, yardımlaşmanın, paylaşmanın, mahremiyetin yaşandığı, “El-Emin”lerin inşa edildiği vahiy merkezli bir daru’s-selamdır.”

“Dijitalleşme yeni bir siyasal, ekonomik, kültürel unsurlarla birlikte yeni bir sosyal yapı/ doku da oluşturmaktadır. Yeni kültürel kodlar üretilerek yeni davranışlar, ilişki biçimleri ve yeni bir insan modeli inşa edilmektedir.”

“Dijital panoptikon denetim/kontrol demektir… Bilgi güçtür, bilgi kimin elindeyse güç de denetim de ondadır. Biz tüm bilgilerimizi gönüllü olarak dijital panoptikonla paylaşmakla onun elini her geçen gün daha da güçlendiriyor, bizi denetleme ve kontrol etme alanını ve imkanını arttırıyoruz.”

Kût’ül Amare: Bir Diriliş Öyküsü

Tarihin karanlık noktaları arasındaydı Kût’ül Amare. Son yıllarda aydınlandı ve bir başarı öyküsünün içinde bulduk kendimizi. Erkan Terzi, bir diriliş öyküsü olarak anlatıyor Kût’ül Amare’yi.

“20. yüzyıl başlarında, yani Osmanlı döneminin sonlarına doğru bölge merkezinin nüfusu 7000 kadardı. Yahudiler, Hristiyanlar ve çoğunluğu Sünnî olan Müslümanlar bu nüfusu oluşturuyordu. I. Dünya Harbi gelip çatmış; İngilizler, petrol açısından zengin Bağdat ve Basra bölgeleri üzerinde emeller kurmuştu. Hedefleri o bölgeleri almak olan İngilizler, 26 Eylül 1915 günü Kut’ül Amare’yi işgal etti. Yaklaşık 1 ay sonra General Townshend, Bağdat yakınlarındaki Selmânıpâk denilen bölgede taarruza başladı. Düşman Bağdat’ı ele geçirmeye çalışıyor, Türkler ise büyük bir mücadele veriyordu. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Harbi sırasında çok sayıda cephede mücadele vermiş ve bu yüzden asker sayısı birçok cepheye birden dağılmıştı. Hâliyle Irak’ta çoğalması da mümkün değildi. Buna rağmen İngilizlere karşı verdikleri mücadele destansıydı. Çok sayıda kayıp veren İngilizler Kut’ül Amare’ye doğru çekilirken, Halil Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri kaleyi kuşatma altına aldı.”

“Yaklaşık beş ay sürdü kuşatma. General Percy Lake, 26 Nisan 1916’da kuşatma altındaki General Townshend’e Türkler’le teslim müzakerelerini başlatmasını emretmişti. İngilizlerin teklifleri cezbediciydi. Yüksek paralar ve bütün silahlar… Tek istekleri Hindistan’a doğru gitmek için müsaade almalarıydı. Türkler ise tek bir şey istiyordu: İngilizlerin kayıtsız şartsız teslim olmaları.”

Aydos’tan Öyküler

Sevda Deniz K. – Acı Umut

“Karanlığı yırtar gibi çığlığa benzer gıcırtısıyla güm diye ortalığa döküldü. Ağır demir kapının yüzüme bu akşam için son defa kapanışının sesi. Tahliye olan son mahkûm da kendisini bekleyen adama gülerek el sallayıp yanımdan geçip gidiyor. Sevinçliler. Kapının iki yanında duran askerlerle göz göze geliyoruz. Onların, daha kaç gün, kaç hafta burada boşuna bekleyeceksin diyen acıyan bakışlarını tanıyorum.”

“Yaşadığına inanmak istiyorum. Oğlum bana kıyamaz beni böyle bir başıma bırakamaz ki. Geri döner elbet. Bir mucize olur belki hapishane müdürü arar da yanlış bilgi verilmiş size der. Olmaz mı? Olur. Niye olmasın, her gün yeni bir başlangıç değil mi? Yaman’ın yorganına, yastığına sarılıp uyuyorum daha doğrusu geceler boyu sokağın sesini dinliyorum.”

“O gece son mahkûmun çıkmasını, kapının son kez kapanmasını beklemeden buraya bir daha gelmeyeceğini bilerek evine döndü kadın. Kendini Tanrı zanneden adam gittikten sonra askerlerden biri, içerden acele adımlarla çıkıp gelen bir gardiyanın verdiği kutuyla Yaman’ın annesinin yanına geldi. Bu oğlunun sazının kutusuydu. Ne olursa olsun yanından ayırmadığı, eli kolu gibi olan parçasıydı.”

Davut Güner – Hülya

“Şimdi bu akşam vakti hayallere, tatlı düşlere dalmak varken, bu kuruntular bu vehimler de ne demek oluyor. Yok ya en iyisi gene hülyalara, hayallere dalmak… Çünkü bu kent bir işkence gibi… Ben bu kentten kaçmak kurtulmak istesem de kent beni bir türlü bırakmıyor ki. Liseye gittiğim yıllarda kentle iç içe ne güzel geçinip gidiyorduk. Hülya da bana bakıp katıla katıla gülüyordu. Sonra hülyayla lisenin arka bahçesine kaçıyorduk. Otobüsler, minibüsler, arabalar, kalabalıklar hiç mi hiç umurumuzda değildi.”

“Kanepeye uzandım. En iyisi her şeyi unutup gene tatlı düşlere, hayallere dalmak… Hülya, Hülya diye sayıklarken uyuyakalmak. Düşümde, Hülyayı görmek… Hülya da haziranla, temmuzla, ağustosla beraber mutluluk şarkıları söylemiyor mu? Ben bu düşten bir an evvel uyanıp onlara katılmak isterdim. Sokakları caddeleri trafik ışıklarını geçip çocuklara balonlar vermek isterdim. Sanki bir muştu gibi, doğudan süzülen ışıkları karşılamak isterdim. Hülya…”

Abdulnasır Doğru- Teneffüs Zili

Küçük kızın ceplerinden beton parçaları çıktı. Ceplerinden birine de vasiyetini bırakmıştı: “Ben daha yazmayı öğrenemediğim için bu yazıyı annem yazıyor. Allah yolunda ölene kadar savaşacağım. İki kolumu da kaybettim. Onlara daha fazla taş atmak istiyorum ama kullanabilecek bir elim yok. Annem ahirette kollarımı yeniden kullanabileceğimi söyledi. Ben de taşlarla doldurdum ceplerimi. Lütfen cebimdeki taşlara dokunmayın, onlara ahirette ihtiyacım var.”

“Başka vasiyetler çıkmaya devam etti başka evlerden; başka beton parçaları ceplerden… Yaşlılar, kadınlar, çocuklar… Dünyanın dönüş hızı yavaşlıyor Gazze’de.”

Mizgin Alp – Gökyüzüm

“Pembe terlikleriyle takur tukur gelince utanmıştı biraz. Azarlanacağını düşünüp yavaştan toplanırken kendisine çay ikram edilmesi onu mutlu etmişti. Mahcup mahcup çayını içti. Sonra yarım Türkçesiyle teşekkür etti. “İyi insanlar da varmış” diye düşünürken elindeki bardak kırılıverdi birden, paramparça oldu. Elindeki boşluğa bakıp durdu bir süre. Çok uzun zamandır yaşamadığı bir şey oldu: şaşırdı. Her şeye o kadar alışmıştı ki bugün güneş doğmasa ona da alışırdı.”

“Her akşam gökyüzü ile küs gibi çıkardı ekmeğinin peşine. Gökyüzünü ve onun aydınlattığı hiçbir şeyi sevmiyordu, sevemiyordu. Yol arkadaşına yeterince kâğıt doldurmuştu. Gökyüzü aydınlanmadan kendi karanlığına dönmeliydi. Kağıtlarını teslim edip yevmiyesini almalıydı. Bunu her gün yapıyordu.”

Aydos’tan Şiirler

Haber verin tüm trenlere dursunlar artık
Son yolcu da ulaştı durağa

Yalnızlık kaç kez çarpar insanı duvara
Aynaya kaç kez kırılır ırmak ve coğrafya
Ben bir aziz değilim saçaklarına evlerin sığmayan
Belki bir budala
Perdelerinizde kımıldayan

Kemalettin Bal

dünya halkları ölüyor bir bir
çürümüş ceset kokuları kaplıyor göğü
hayatta kalanlardan bir ses yükseliyor
Muhammed Deif’in askerleriyiz!

Mustafa Karasoy

Sürgünde bıraktım dünyayı
Koca bir ömrü tekrar bağlayıp
Kazanmaya geldim ilk defa
Sende de bir haller var değil mi?
Beni yarı yolda bırakmazsın
Biliyorum kaybeden yok bu sefer
Yalnız acele edelim soğuyor tenim

Ercan İriş

söyleyin
örselenmiş göğsüyle uhuttan hamza gelsin
bir matara su ile kerbeladan hüseyin
taş arıyor sapanına taş getirsinler ona
neden hiç büyümüyor resimlerde hanzala
yüzünü bize dönsün yoksa çok mu ağlıyor

Sıddık Ertaş

desem ki vurduğu her taştan
su fışkırtan bir asa olsa
elinde
bir musa
dilinden başka hüneri bir kalem
bir şair için kutsanmış ne varsa
bir kadın
ay gibi yıldız gibi
su gibi deniz gibi ya da
bir nimpa gölde yıkanan
sönmüş bir külden ölüm sanarak
soyunsa üstündeki libastan
hey cesaret
öl ve şiir oku

bayrak diktiğin şu kale burcundan
Müştehir Karakaya

Alıngan bir güneşti yüzün
isteseydin ne sözler bitirirdik, beş vakit bitirirdik
biraz otopsi, atlas yamaları biraz ve çokça tarih
bir mezat, bir mezar, bir es yani

İnsandır bu, sağanaklarla görülmüştür
bütün aşina yağmurlar Gazze’de upuzun vurulmuştur

Sinan Davulcu

Hep bu kadar geç mi gelirdi sabah treni
Bu denli uzun bir yolculuk muydu gece
Ardışık duraklar… Tansiyon, nabız ve ateş saati
Dinmeyen refakatçi gözyaşları, derin düşünce

Yürüyebilmek büyük nimet, yürüyen bilmez
Bilmez, bir nefes sıhhat niçin cihanda bir devlete eş
Nihayet kuşudur, gelir ve almadan gitmez
Bakmaz geride kalan kim? Ana, baba, oğul, eş

Erol Yılmaz

Mevsim geçti ey kuş
Bekleme gelmeyecek
Güz yapraklarını taşıyan
Soğuyan avuçlarımla
Oynaşırken uçurdum baharı

Aşkın inciten yanıyla
Uzanırken bulutlara ellerim
Bir inci arıyor uzaklarda
Aşka mıhlanmış yaşlı gözlerim.

Adnan Berber

Dahası Gazze için bağış mezatları
Kudüs’lü defterler, kokulu mumlar,
Şalla örtündüm Filistin’i bugün de
Yüzüme Filistin bayrağı resmettim

Zeynep Yıldırım

Şimdi yürüdükçe acının yoran sesi
Dilsiz bir feryat gibi damarlarımda
Bir umudun altında ezildikçe eziliyorum
Bir yokluğa perde oluyor
Ruhum ve bedenim
Yeni türküler seçiyorum kendime
Eski güzellikleri anlatan
Yeni dalgınlıklar yeni anlayışlar
Ama eski sevdalar
Hüsnüne vurgun olduğum
O vefalı bakışlar

İsmail Bingöl

O bir ağaçtı asmıştı yalnızlığını dallarına
Saçlarını mı tarardı görünüşü oldukça salaş
-Bak dünya susacak neden bu kadar telaş?
Parçalarını bırakmıştı uğultulu rüzgarlara

Ahmet Hakan Karataş

Kırka geldiğinde yavaşlar sanırsın,
Oysa daha da hızlanır.
Eşitlendiğimiz tek durak burasıdır
İkimizin de saçları,
Bu geçitten sonra aklanır.
O sataştıkça sonsuza
Benim ruhum kanatlanır.

Nagihan Aydın

Güfte Edebiyat, Sayı:16

16. sayısı ile 2024 yılını karşıladı Güfte Edebiyat dergisi. Bu sayısında da edebiyatın tüm güzelliklerini sayfalarına taşımış dergi. Türkçenin büyük ve görkemi coğrafyasının ruha şifa sözleriyle doluyor içimiz. Edebiyatın birleştirici gücünün ve sınırları ortadan kaldıran hissiyatının çok özel yansımalarını sunuyor Güfte Edebiyat.

Leyla Şerif ile Söyleşi

Dergiden yapacağım ilk paylaşım, Leyla Şerif ile yapılan söyleşiden olacak. Leyla Hanım ile uzun süredir tanışırız. Türkiye’de ve yurtdışında birçok programda hasbıhal etme imkânımız oldu. Tam anlamıyla bir Türkiye ve Türkçe aşığıdır Leyla Şerif. Bunu, yazdığı her cümleden anlamak mümkün. Güfte Edebiyat’ın sorularını içtenlikle cevaplamış.  Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Yazmak; olayları, hayatı, insanları, çevreyi derin gözlemlemek ile başlar, derim. Bu bende çocukluk yıllarımdan itibaren başladı. Etrafımda olup biten her şey sanki hafızama işliyordu. İnsanların yüz ifadeleri, nelerin beni çok mutlu ettiği, nelere kırıldığımı bugün bile hatırlayabiliyorum. Yazarken de bu çocukluk dünyamdaki arka bahçem hep ilham veriyor.”

“Çarşının ara sokaklarında saklambaç oynamak en sevdiğimiz oyundu. Bizim oyun alanımız Dükkancık Cami’nden başlar, Taş Köprü’ye kadar uzanırdı. Bizden önceki kuşak Vardar’ı plaj gibi kullanmış ama bizim dönemimizde artık plaj yoktu. Bizler farkında olmadan Üsküp bizim ruhumuza dokunuyordu.”

“Fazla aktif olmanın verdiği dezavantajı yaşıyorum sonra. Bir anda kendimi bir miting meydanında bayrak sallarken buluyorum. Bazen gençlerle kalabalık bir otobüsün içindeyim. Taş olsa çatlar dediğim zamanlar oldu bu şehirde. Ama bendeki taş çatlayınca şiir oluyor.”

Hüseyin Kılıç ile “Şimdi Karşıya Geçebilirsiniz” Üzerine Söyleşi

Derginin ikinci söyleşisi öykücü Hüseyin Kılıç ile yapılmış. Öyküye ve Kılıç’ın öykü kitabı “Şimdi Karşıya Geçebilirsiniz” üzerine gerçekleşen bu söyleşinin soruları Bayram S. Taşkın’dan. Öyküye, mizaha, yazmaya dair notlar var söyleşinin cümle aralarında.

“Genellikle bir kelime ya da bir cümle çarpıyor ben. Seri bir şekilde çağrışımlar oluşuyor ve yazmaya başlıyorum. Bu, kimi zaman öykünün başı, kimi zaman ortası, bazen de final oluyor. Film izler gibi bu sahneden sonra ne olur diye diye yazıyorum. Bazen bu sahneden önce şu da olsa aslında daha iyi olur deyip geriye dönüyorum. En iyi tanım bu sanırım.”

“Okur haklıdır her zaman. O yüzden iyi bir öykü okuru şöyle olmalıdır demek doğru olmaz. Yazan kişi okurun bir muammayı çözmesini istiyorsa metnin dili okurda bu isteği uyandırmalı. Ağlatmak, güldürmek ya da düşündürmek istiyorsa bağırmadan kurmalı cümleleri.”

“Birkaç yarışmaya öykü gönderdim aslında. Fişek Enstitüsü’nün yarışmasında seçki kitaba girdi öyküm. Diğerlerinde bir şey olmadı. Sonrasında yarışma sonucu beklemek yerine direkt yayımlamayı daha doğru buldum. Hem daha kısa sürüyor hem daha fazla kişiye ulaşıyor yazdıklarım.”

Kapadokya Öykü Günleri’nin Ardından

Güfte Edebiyat dergisinde hissedilir bir öykü ağırlığı var. Bunda, dergi ekibinin öykücü olmasının elbette etkisi var. Bunun bir yansıması olarak Kapadokya Öykü Günleri düzenlenmiş Nevşehir’de. Öykünün gündeme getirilmesi bağlamında oldukça etkili ve faydalı oluyor bu tür etkinlikler. Birçok öykücü davet edilmiş programa. Güzel başlayan ve etkisi geniş bir kitleye ulaşan bu etkinliklerin devamını diliyorum. Öykü günleri kapsamında dergide yer alan yazılardan alıntılar yapacağım.

Necip Tosun – Yazınsal Bir Tür Olarak Öykü

“Her zaman ve her durumda kendimize bir hikâye inşa eder, bu hikâyenin penceresinden çevreyi, toplumu görür, bu hikâyelerin içinde yaşarız. Bu hikâyeye zaman içinde yeni hikâyeler ekler, bazı hikâyeleri siler, günün, şimdinin hikâyesiyle ilerleriz. İnsan bir hikâye sandığıdır, hayatı hikâyeler olarak algılar; hafıza, hikâyeler biriktirir, bunu bir tecrübeye dönüştürür. İnsan her şey hikâye olarak kodlar.”

“Her insan bir hikâye anlatıcısıdır. Hikâyesini kendi gözünden, yorumundan, bakış açısından en iyi şekilde anlatmak ster. O da hikâyesini bir edebiyatçı gibi etkili, vurucu, merak uyandıran bir biçime sokmaya çalışır. Ne var ki büyük hikâyesi olup, bunu anlatacak dile sahip olmamak en büyük dramdır. Oysa anlatılmayan, dile gelmeyen, başkasına ulaşmayan bir hikâye, sadece sahip olanın zihninde kalır ve kendisiyle birlikte yok olup gider.”

Dr. Alsu Shamsutova – Çağdaş Tatar Öykülerinde Metafizik Semboller

“Tatar öykülerinin merkezine insanın bu dünyada mutlu olma arzusu konur ve bu arzuya ulaşmak için gerekli olan yollar sunulur. Bu açıdan bakıldığında, Tatar yazarları bireyin mahrem dünyasına hitap ederler ve bunu da tam anlamıyla bireyselliğin doğal bir “ölçüt”ü olarak gösterirler. Burada kahramanın iç dünyasını şekillendiren ahlak duygular araştırılır. Demek ki mutluluk, Tatar yazarlarına göre, sentmentalist edebiyattaki gibi hissî bir lezzet duygusu değil, yücelik göstermekten, iyilik yapmaktan duyulan tatmin duygusudur. Sembollere yöneltilen Tatar edebiyatı, insan doğasına ilişkin felsefi ve duygusal gözlemlerde ortaya koymaktadır.”

Mehmet Fırat Pürselim – Öykü Eşik Değildir Ama Ağına Düşerseniz Sizi Nakavt Eder

“Yazdıklarımı kitaplaştırmada hayli çileli bir geçmişim oldu. On yılı aşan yayınevlerini darlama sürecimde, zaman zaman öykü dosyamı reddederlerken içinden kimi öyküleri gözlerine kestirip, “Ama bunu roman hâline getirirsen basmayı düşünebiliriz.” derlerdi. Ben bir heves balık olan öyküye kulak, kuyruk, bacak takmaya çalışırdım. Sonunda ortada balık kalmadığı gibi takma uzuvlarla köpeğe de dönüşmezdi, köpekbalığına da razıydım ama o bile olmazdı. Böyle böyle öğrendim, öyküyü uzatmakla roman olmayacağını, öykünün farklı bir hayatı olduğunu ve tamamlanmış bir ömür gibi tamama eren bir öykünün de yeniden yazılamayacağını.”

Arzu Özdemir – Küçürek Öykülerde Zeigarnik Etkisi

“Küçürek öykü yazarı bizi sarsan muhtelif bir an’ı fotoğraflar. Betimleme yapmadan, yorumda bulunmadan, serin kanlılıkla bizi şoke edecek, sarsacak an’ı kadraja alır. Yazar, okuyucusuyla bir nevi elim sende oynamaktadır. Ona dokunur, daha yerinde bir ifadeyle vurur, sonra hızlıca kaçar okuyucusunun yanından. Yüklediği sorumlulukla onu bir başına bırakır: Söz konusu fotoğraf çekilmeden önce ne oldu, sonrasında ne olabilir? Olay nasıl başladı ya da bitti? Sözü edilen kişi, ne gibi fiziksel ya da ruhsal özelliklere sahip? Olayın geçtiği mekânın betimi nasıl? Bunlar gibi birçok askıda bırakılmış öğe, okuyucunun düş gücü ile paralel olarak inşa edilebilir küçürek öykülerde.”

Zafer Çarboğa – Bir Yaşam Alanı Olarak Öykü

“Neden yazdığımın cevabını çoğu zaman bulamasam da sanırım neden öykü türüne yöneldiğim cılız da olsa cevaplayabilirim. Çok kısa bir metin içerisinde, benden izler taşısa da bu metin, bambaşka bir insanın gözünden dünyaya, yaşama bakabiliyorum. Belki de bir yanılsamadır bu. Yine de kendi dışıma çıkarken bir insanın gerçeğine sığınmanın yolunda ilerlemiş oluyorum. Başka bir role girmek, kendi zamanımın dışına çıkmak, yen bir mekânın ruhunu yaşamak, onlara at cümleler kurmak… Daha ne isteyebilirim ki? Çocukluğumda sormuş olduğum sorunun cevabını yıllar sonra bulmuş olmanın mutluluğu… Burada cevapların sadece soruları değil, çocukluğu da öldürmüş olması gerçeği var. Üzücü. Ama bir çocuğun öyküsünü yazarken kaybettiğim zamanı geçici bir süreyle de olsa ger almış oluyorum. Öykü yazmanın birçok olanak sunduğunu gösteriyor bu da.”

Âşık Veysel’i Doğru Anlamak

Bu toprağın en sahih seslerindendir Âşık Veysel. Onun sesi, soluğu, sazı, sözü Anadolu’dur. Bize dair ne varsa onun sözlerinde karşılığını bulur. Çünkü o, bu toprağın bir parçasıdır. Şerif Kutludağ, Veysel’i anlatıyor yazısında.

“Veysel seksen yıllık ömrünün ilk yirmi dokuz yılını Osmanlı Devlet vatandaşı olarak son elli bir yılını da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamıştır. Demem o ki Veysel hem Osmanlı Devleti hem de T.C. vatandaşıdır.”

“17 Nisan 1940’da kuruluşu gerçekleşen Köy Enstitüleri ülke genelinde yaygınlaşıp da Âşık Veysel’in geleneksel saz ve müzik öğretimi konusunda o okullarda öğrencilerle buluşması onun adının okullarda okuyan öğrencileri öğretmen olarak ülke geneline dağıldıklarında onlar aracılığıyla da hızla yayılmasına ve sevilmesine zemin hazırlayan bir diğer önemli dönüşüm noktasıdır.”

“Âşık Veysel, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinin şair olarak hem çöküşü hem de dirilişi devlet millet hayatında yaşamış olan, inançlarımıza ve millî kimliğimize saygılı özel bir halk şairimizdir.”

Benim Sadık Yârim Kara Topraktır

Şifanur Özçelik Şirin de toprağa sesleniyor Âşık Veysel’in sesiyle. Toprak dendiğinde ne çok şey geliyor aklımıza. İnsanın evveli de toprak ahiri de. Şirin, toprağın hallerini yazmış. Her biri insandan yana, insanı aslına çağıran bir davet bu.

“Topraktan geldik toprağa gideceğiz.” derdi annem. Ne demek isterdi anlamazdım o vakitlerde. Çok küçüktüm. Ta ki en sevdiklerimi bir bir toprağın bağrına emanet ettiğim güne kadar. Önce pumpul ebem, arkasından anacığımı kendi ellerimle verdim kara toprağa. Geride bir öksüzlük namı kaldı serde. İşte o an anladım “İster ağa ol ister paşa gideceğimiz yer toprak” olduğunu. Bir yanım hep sefer hâli.

“Baharlar hiç durmadan yen filizler verecekti. Toprak ana, boy boy oğul olacaktı. Her bir yana bereket adına, yemişler ve buğdaylar saçılacaktı. Toprak ana tüm gönüllere dolacaktı. Sular, bir ırmak gibi coştukça coşacaktı. Köyün tam ortasından bir dere geçecekti. Karşı köye doğru dostluk köprüleri kurulacaktı. Çocuklar oyunlar oynayacaklardı. Anneler topraktan hamurları karacaklardı. Mayası sevgi olacaktı. “Benim elim değil Fadime anamızın eli.” diyecekti analar. Yusuf uyanıp şehre kavuşacaktı.”

Şiirin Ruha Şifa Halleri

Sedef Bilge’nin “Üzülme!” isimli denemesini okuyunca şiirlerin ruha dokunan tesirini bir kez daha hissettim. Aslında hep böyledir; bazen şiir, bazen bir şarkı ya da türkü sizin için tünelin sonundaki umut ışığı olabilir. Bilge’ye de öyle olmuş bir şiir. Kelimelerin büyülü dünyası diyoruz ya şiir için, budur işte.

“Bir gün yine öyle derin düşüncelere dalıp yaradılışımın gayesini irdelerken “La Tahzen!” diye bir şiir duydum. Tekâmül yolunda en büyük tesadüflerden biri bu olsa gerek.”

“Sadece bana değil çevremdeki birçok insana iyi geldi bu şiir. Arayış, uyanış adı her neyse orada kalmadı doğal olarak. Hâlâ devam ediyor. Okuyorum, araştırıyorum elimden geldiğince. Dilim döndüğünce öğrendiklerimi anlatmaya çalışıyorum. Sevgiyi, duayı, iyiliği koydum hayatımın merkezine. Sevgiyi zaten bir genç kızın çeyizindeki kanaviçe misali iğne iğne işler dururdum senelerdir. Motiflerdeki eksikleri tamamlamaya çalışıyorum elimin erdiği, dilimin döndüğü, aklımın yettiğince.”

Güfte Edebiyat’tan Öyküler

Yasin Gültekin – Çamaşır İpindeki Mandallar

“Yağmur damlaları ne de güzel duruyor mandalların ucunda. Büyülü mü desem, güzel mi desem… İkisi de. Nedenini bilmiyorum. Işıldıyorlar, parlıyorlar, dünyayı bir damlanın içinde gösterdiklerindendir belki. Birazdan kaybolacaklar belli. Ya kuruyacaklar ya yere damlayacaklar. Narin, geçici bir güzellik onlarınki. Birkaç tane de çamaşır ipinde var.”

“Dedem, konuşsa ağıda dönecekti her sözcük, ağıda yakarışları denese dilini sustan azat edecekti. Etmedi. Konuşsa sustukları incinecekti sanki. Değil mi ki insan, en çok susarken anlaşılır.”

“Sık sık sorulan bir soru gibi, “Neden bir cümleyi tamamlamak mecburiyetinde kalır ki, mesela tek bir kelime söyleyip ya da biraz ilerleyip susabilir insan? Ney doğru, tam anlıyoruz ki sahiden, anlattığımız şeylere, gerçeğe ihanet etmeden kaçımız olduğumuz gibi anlatıyoruz her şey?”

Songül Uslu – Peşimde Bir Keder Var

Sol elimle, sağdakinin parmaklarına dokunduğumda fark ettiğim bir gerçek var: parmaklarımda kesikler, ince ama fazlalar. Avucumda bir tane kesik ama bu kesik; uzun, derin. Kapıyorum avuçlarımı. Ellerim hiç sevilmedi. Parmaklarım çok uzun yıllar sadece düşümde büyüttüğüm kızımın saçlarına dolanmayı bekledi, payıma düşen bir avuç toprağı okşamaktı.”

“Kaçıyorum. Koşuyorum. Boğazımın susuzluktan yandığını hissedene ve ciğerlerimdeki son hava tükenip bedenim yere kapaklanıncaya kadar. Aslında düşününce yerden kalkmam o kadar an oluyor ki düşüp düşmediğimden emin olamıyorum. Arkama dönüp bakıyorum. Soluğuyla yüzleşiyorum. Çığlık atmak istiyorum ama sesim kör bir mağarada dinlenmeye ayrılmış.”

Huriye EmreTaştan Rahimler, Uzaklar Ve Düşler

“Ana yoldan sağa sapıyorum. Kasabaya yaklaşıyorum. Yol kenarındaki ağaçsız toprak fısıldıyor bana. 4 km. Kollarımda hafif bir karıncalanma başlıyor. Kalbim sıkışıyor, ruhum ters istikamete gitmek için boğazıma yapışıyor. Nefes alamıyorum. Sağa çekiyorum arabayı. Yol ıssız. Kimseler yok. Arabadan iniyorum. Derin bir nefes alıyorum.”

“Eskiden şehirlerin girişlerine yaptıkları gibi bir kemer örmüşler kasabanın girişine. Taştan. İnsanları gibi. Yakışmış sana diyorum vadinin içine kurulmuş kasabaya girerken. Tepenin başındaki evimizi görüyorum. Kırmızı rengi hemen göze çarpıyor. Oysa üç yıl önce bıraktığımda dışında sıvasıyla bezgin bezgin bakıyordu bana.”

“Sah ilk ne zaman nefret ettim? Ağacımın dalları yola sarkıyor diye ağacımı kestikleri gün mü? Bahçem kuşsuz koydukları gün? Ya da köpeğimi zehirledikleri gün? Küçücük çocuklara, büyüklere saygı adı altında niyet şüpheli eller öptüren zihniyetlerini fark ettiğim gün mü? Düşünüyorum.”

“İnsanlara duyduğum nefret depreşiyor içimde. Bir of çekiyorum. Ruhum kaçmasın diye ellerimle dizlerimi göğsüme çekip bağlıyorum. Cenin hâlime dönüyorum. Kafamı kaldırıyorum. Gökte hilal. Ona bir halat atıp salıncak kurmak istiyorum. Sallanmak ve oradan dünyaya bakmak. Çünkü dünya uzaktan daha güzel.”

Nisan Yaman – Hatırası Ürkünç Bir Gece

“O gün, uyuşan zihnimin örümceksi ağlarına dolandım. Vücudumda felç etkisi yapan bu ağların, bir daha hiç geçmeyeceğini düşünmek korkunç. Üzerimdeki o his her an canlanıyor; tırnaklarım, toprak kazıyor. Ellerim istemsizce bileklerime gidiyor…”

“Üzerime demirden ağırlıklar yapan bir ruh var. Toprağın kadifemsi dokusunu anımsamalıyım. Hisset… Hisset… Kendimi böyle telkin ediyorum. Geçecek, bütün ölüm kokan hatıralar gibi bugün de geçecek…”

“Karanlıkta kaybolan sesler yeniden artmaya başlıyor. Derken ki siluetin cebelleştiğini, irileşen gözbebeklerimizi ayırt etmeye çalışıyor.”

“Yemyeşil bir bahçenin, çocuk seslerinde dirilişini görmektir arzulanan. Oysa şimdi çorak topraklara dönüşmüş, kimsesizlerin yurdudur, görenlerin hatırında kalan.”

Burcu Aliyi – Sessizlik Yemininin Nakaratı

“Kara kış çattı bey dedi, boynu yılların yüklenmişliğinden eğilen, odanın soğuğunun iliklerine işlemesinden yüzü sararan durgun kadın. Hem söylediği sözün etkisiyle hem de kuru tütünlerin katran kokusuyla, gözlerin bir yere dikip âdeta bir makinenin cansızlığı ve soğukluğuyla kuru tütün destesini hızlıca önünde duran sandığa, pek muntazam şekilde istifliyordu.”

“Alpagu hem tavşanı postundan ayırıyor hem de içerdeki konuşmaların bir sonuca varamayacağını bildiğinden, bir an önce işini bitirip dostu Deyan ile demlenme yerine gitme arzusundaydı.”

“Deyan ile Alpagu da gecenin karanlığında her zamankinden daha da dertliydiler. Dertli olmaları onları her türlü çıkış yoluna sevk ediyor ve her türlü seçimi mübah kılıyordu. Evet, anne babaların gönül kafesine çöreklenecek ve yaralar açacak türden mübahlardı bunlar.”

Hüseyin Kılıç – Allah Bir

“Yeni müşteriler bulmak için başka şehirlere gittiği zamanlar “Balığa gidiyorum.” derdi. İşte yine bir balık avındaydı. İki gün sürecekti. İlk gün büyük balığı tutmaya çalışacak, ikinci günse daha küçüğü için gelmişken bir şansını deneyecekti. Ümitliydi bu gezden ama toplantıya bu kılığıyla giderse bir daha kolay kolay o şehrin civarına gelmeyeceğini biliyordu. Küçük balığı da patrona ayıp olmasın diye tutup sonra denize geri bırakırdı muhtemelen.”

“Otel odasına girer girmez ilk iş, güzel bir duş aldıktan sonra yanında getirdiği takım elbisesini özenle giydi. Daha toplantıya iki saat vardı. Resepsiyona inip nerde kahvaltı yapabileceğini sordu. Daha yirmisini yeni geçmiş gibi görünen çocuğun gözü açık kapıdan görünen simit tezgâhına takılsa da çabuk toparladı.”

“Tıraşın ücretini verip toplantıya gideceği otelin yerini sorduktan sonra caddeye. Hemen önüne park eden minibüsün aynasından kendisine baktı. Yakışıklı olmuştu. Aklına bir soru takıldı. Bu denizin balıklarına hangi yem giderdi? Acaba toplantıya gittiği şirketin sahipleri Cumhuriyet mi okuyorlardı yoksa Yeni Şafak mı?”

Fidan Abdurəhmanova- Yerdən Göyə Qalxan Günəş

“Bu mağazaya gedəndə həmişə gec qayıdardım. Anam yolumu gözləyə-gözləyə qalırdı. Satılan bütün quru meyvələrə və əlimdəki pula baxırdım. Anam ya sarıkök ya da südlü yeməklər üçün darçın aldırırdı. Bu da tez-tez olmurdu. Yığa bildiyim qəpklərmə isə yalnız günəbaxan tumları düşürdü. O kisənin ağzını isə açdırmaq nəsb olmurdu.”

“Anamın hər səhər balaca qardaşım üçün düyü unundan bişirdiyi firindən qalırdı. Nənəmdən qalan mis qazanın kənarları dağılmış evlərin divarlarına oxşayırdı. Qurumuş südlü yeməyin qalıqları laylay qazanın içinə tökülürdü.”

“Bu günəbaxanlar torpaqdan qalxan günəş kimi yerüzünə ümid bəxş edən şüalar idi.”

İbrahim Gürel – Meşhur

“Bahçıvanlar dakika sektirmeden yine mesailerine başlıyor. Güneşin sıcaklığıyla ağaçların dallarından buharlar yükseliyor. Parkın otopark tarafında tam bir keşmekeş yaşanıyor. İnsanlar özel araçlarıyla taş döşeli yolda bir sağa bir sola koşuşturmada. Arabaların homurtularına, egzozlarından çıkan dumanlar eşlik ediyor. Doğayı kirletenlerle doğanın askerler arasında büyük bir savaş var.”

“Deniz şimdi daha sakin. Martılar az ötedeki ahşap rıhtımdan kanatlanıp bir vapurun peşine takılıyor. Güneş eğilip çocuğun alnından öpüyor. Kendinden geçen çocuğun kahkahalarına sahil boyunca dikilmiş ağaçlar yapraklarıyla alkış tutuyor. Deniz birden görülmemiş güzellikte bir renge bürünüyor. Karşı kıyıdaki tepeler pusun dağılmasıyla tabloluk pozlar veriyor.”

Lətifə Abbasova – Boz Armud

“Bugün telefonuna gələn bir vidyo onu çox duyğulandırmışdı. Qarışıq xatrələr onu uzaq keçmişə aparmışdı. Vidyonu çəkən şəxs əli ilə gözəl təbiət , şaqraq səs ilə axan çayı və çayın o tay ki, sahilini göstərirdi.”

“Çayda üç nəfər gənc torla balıq tuturdu. Baxdı başqa kənddən idilər. Birini az çox tanıyırdı. Sonralar qismət elə gətirəcək bu oğlanın qardaşı ilə onun bacısı alə quracaqlar.”

“Yox ay ata özüm gedərəm, həmdə sənə kömək eləyim, qoyunlar kolluğa girir çıxmırlar. Günəşin qızılı şəfəqlər artıq dağların arasında görsənirdi. Çox sevirdi gün batımını. Onda əsrarəngiz bir gözəllik vardı.”

Güfte Edebiyat’tan Şiirler

kırık piyanomun tuşlarından atlayarak
göğe gezintiler çimlendiriyorum
avuçlarımda renk değiştiren toprakta
vedasına alışmaya çalışan bir çiçeğin
kımıltılarına sürgit aşinayım

aklımda si bemol majör skalaları
bulmaca çözümünde zorlanırken kâşif
yer gökte yiten nota vuruşlarıyla
si bemolde uzakçıl çağrışımlar
mürekkep yalanığı detaylarda
ne kadar ilinti kurabilirdi
dali’nin bıyıklarıyla yerçekim yasası

Fikret Yazıcıoğlu

Toprağın entarisine bıraktığın azığına
Dokunmadan yol aldım

Sesimi serip al yanaklı taşlara
Babamdan kalma kör bir bıçağı
Tuttum canımla biledim

Mevlüt Şener

Kırgız’ız, Kazak’ız, Uygur hem Türkmen,
Tacik, Azerbaycan, Özbek hepimiz.
Sanki büyük dağda kaynayan pınar
Bizler Türk toprağının çiçekleriyiz.

Zamira Ro’ziyeva She’ri

çok yorgunum Allah’ım
devam etmesem mi
diye düşünmüyor değilim bazen

ben çağıran ufuklar nerde
kaç sınır geçmeliyim daha

yüz yıldır yürüyorum sanki
hep geç kalmışlık sanrısıyla
inadımı alın terimle suladım
ama çok yorgunum

Tunay Özer

Acziyetim ayaklar altında
Teneşirler bile temizlemiyor günahlarımdan
Zamanında çok taviz verdim aydınlığımdan
Şimdi sırtlanlığımı kim toplayacak yerden?

Ayrık otu ektim zemheri kış bahçesine
Şairler bir fidanla göğerecek
Yetim kalan şiir mektebine
Orada talebeler kendi kendini yetiştirecek
Sıradan cümleler kurulmayacak imgelerde

Hanife Coş Albayrak

Gün geçtikçe daralıyor dünya
Kasabalar bile metropol yalnızlığında
Kırılmaktan kaç pare oldu kalp bilinmez
Sepete attığım kitapları silmekten yoruldum
Söyleniyorsa babalar eve dönerken ekmek fiyatlarına
Sus gönlüm, namahrem cümlelerle muhabbet kurma

Cihat Barış

Çarpılıp çarpılıp donmuştur
Balıkların sığ bakışlarında
Yağmayan yeşil göklerin
Yakınıdır artık yosun
Görev gibidir sığınışı
Yalnızlığının ücra köşelerine
Gramofon iğnesinden sızar
Edith Paf’ın sesine de

Kadriye Cesur

Qəlbimiz həsrətlə dolu gəlmişik,
Müqəddəs gəlmişik, ulu gəlmişik,
Salıb qayalardan yolu gəlmişik,
Şuşa, aç qapını, qarşıla bizi.

Aynura İnci

İçindəki duyğuların dil açdı,
Yetər dedin ki, millətn əl açdı.
Qədəm basdın, kül Qarabağ gül açdı.
Dağın, daşın növrağından görünür.

Mahre Nağiqizi

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir