Cins, Temmuz Sayısı

Temmuz sayısı deyince karşımıza çıkan Ömer Halisdemir ile bir kez daha toparlanıyoruz. Temmuzun bir adının da direniş olduğunu hatırlıyoruz. Unutmamak, unutturmamak gerek. 15 Temmuz’un anlamını, nelere mâl olduğunu her fırsatta anlatmak gerek. Çünkü hainler boş durmuyor. Son zamanlarda sosyal medyada aleni olarak 15 Temmuz darbe girişiminin müsebbipleri kendilerini aklamak için devletin her kademesindeki isimlere saldırıyorlar. Onların bu hadsizliklerine karşılık Cins dergisi gibi yüzlerine şamar olarak çarpılacak vurgulara ihtiyaç var.  

Cins’in giriş yazısından…

Köpeklerin gecesinin masmavi gündüze dönüşünün yıldönümündeyiz bir kez daha. Unutmamamız gereken önemli gündeyiz yani. Bir vird gibi, bir parola, bir şiir gibi ezbere tekrar etmemiz gereken tarih bu. Bir irade beyanının yıldönümündeyiz. Ettiğimiz o büyük yemini tuttuğumuz günün yıldönümünde. Asla ve asla unutmamak gereken bir tarihin… Tuttuğumuz yemin, ettiğimiz yemini de hatırlatacak çünkü. Evet, insan unutmakla malul. Hatırlamaksa onun en önemli ödevi.

İsmail Kılıçarslan, “15 Temmuz, Malazgirt’te Ettiğimiz ‘Misak’ın Göstergesiydi” isimli yazısında 15 Temmuz’un özüne inerek o günü, yaşananları, olanları, asıl yapılmak isteneni anlatıyor.

“15 Temmuz bir bakıma Türklerin Malazgirt’ten alıp Misak-ı Milli’ye kadar getirdiği Misak’ın, bir göstergesi olarak ortaya çıkmış bir geceydi ve o gece, köpeklerin gecesi olarak başlamıştı ama köpeklerin gecesi olmadı. Ve buradaki muazzez, mukaddes halkın gecesi oldu. Tıpkı Misak-ı Milli sürecinin, Kurtuluş Savaşıyla birlikte köpeklerin değil Müslüman Türklerin yüzyılını başlatması ile ilgili. Bugün biz Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını ‘Türkiye Yüzyılı’ olarak konuşuyoruz. Buradaki Müslüman Türklerin Anadolu’daki varlıkları öyle ya da böyle, o şekilde ya da bu şekilde devam etme iradesi gösteren ve başını nereden çıkaracağını hiç bilmediğimiz bir cesaret anıtı olarak orta yerde duruyor.”

Mîsak-ı Millî Ne Kadar Millî?

Derginin kapaktan dikkatlere sunduğu bir diğer konu Mîsak-ı Millî. D. Mehmet Doğan soruyor; “Mîsak-ı Millî Ne Kadar Millî?” Mîsak-ı Millî’nin olumlu yönleri ve olumsuz yönleri, kazanımları ve kaybettirdikleri tarihi olayların akışı ile veriliyor yazıda. Sonuç net aslında; kaybettiklerimiz o kadar çok ki bir ülkenin ayağa kalkmasını da engelleyen gelişmeler bilinçli bir şekilde kabul ettirilmiş ve bunlar kazanım olarak tarih kitaplarında yer almıştır.

“Lozan’da Mîsak-ı Millî ile masaya oturmak demek, bu “millî and”a dahil olmayan konulardan müzakereye bile lüzum görmeden sarfınazar etmek demektir. Bunun açık türkçesi şudur: Milletimizin bin yıllık tarihî haklarını savunmaktan vaz geçmek! Buna rağmen gerçek Mîsak-ı Millî sınırları dahi korunabilse idi, Türkiye’nin ekonomik varlığı güçlenecek ve büyük iktisadî sıkıntılar, yokluklar, kıtlıklar çekilmeyecekti.”

“Lozan’da Boğazlar üzerindeki kontrolü milletlerarası bir komisyona bıraktık. Bu bölgeye asker sokamazdık, ağır silahlar en yakın Derince’de olabilirdi. Çanakkale harp sahasında şehidliklerimize bu yüzden sahip çıkamadık. İstanbul’u başkent yapmaya gücümüz yetse idi, Boğazların kontrolünü de elimizde tutabilir ve 1936’ya, Montrö’ye kadar beklemek zorunda kalmazdık.”

Mîsâk-ı Millî, Beka Belgemizdir

Tarihçi Mustafa Budak ile Misak-ı Milli üzerine bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Budak’ın özellikle Lozan üzerine kaleme aldığı 99 Soruda Lozan kitabını mutlaka okumak gerek. Söyleşinin soruları Gülsena Afra Ersan’dan.

“Misak-ı Millî’nin kelime anlamı ‘Millî yemin’ demektir. Ama, bunun dışında kavram olarak ne anlam ifade ediyor dediğimizde, sözlerimin başında söylediğim, Osmanlı Devleti’nin mağlup olduğu savaş sonunda, ülkenin geleceğinin tehlikede olduğu görünen bir vasatta, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, bu Osmanlı Devleti hakkında birtakım planlar yapanlara: yani İngiltere, Fransa, İtalya gibi devletlere, kendi barış şartlarını ortaya koymuş. Yani Misak-ı Millî’nin birinci anlamı, Osmanlı Devleti’nin barış şartları manasını taşımaktadır.”

“Misak-ı Millî de İstiklal Marşı da Anadolu’da işgale karşı mücadele eden, varlık mücadelesi veren milletin iki çeşit beka belgesidir. Misak-ı Millî siyasi anlamda bir beka belgesidir. İstiklal Marşı da sosyolojik anlamda bir beka belgesidir. Bakarsanız kavramlarda ve literatürde bunu görürüz. İstiklal Marşı’nda geçen vatan, din, istiklal, millet kavramları sosyolojik bir gerçekliği işaret eder.”

“Ben bunu sürekli söylüyorum, Cumhurbaşkanımız da devletimiz gibi bunu bir beka meselesi olarak algıladı ve dolayısıyla içinde bulunulan bu beka problemini bir başka dönemin beka belgesi üzerinden anlaşılmasını topluma salık verdi, tavsiyede bulundu. Aslında doğru bir tavsiye. Çünkü benzerlikler söz konusu. Tarih tekerrür eder mi denir ya hani. Bir söz vardır ya, ders alınsaydı tarih tekerrür eder miydi diye… hakikaten içinde bulunulan zaman dilimi kendine mahsus özellikler taşımakla beraber, tarih yeniden tahakkuk ediyor.”

Hüseyin Atlansoy’dan Anılar Eşliğinde Tolstoy ve Dostoyevski Üzerine

Hüseyin Atlansoy, Cins’te, anılar eşliğinde başlayan değerlendirmeler yapıyor. Yaşadıklarından kendinde kalanları edebiyatın rengine boyuyor. Mustafa Özel ile Üsküdar’da karşılaşmalarını anlatırken konu Dostoyevski’ye ve Tolstoy’a geliyor. Kavramlar üzerinden ruha şifa tespitleri şık bir gol eşliğinde okuyoruz Atlansoy’dan.

“Mustafa Özel ile otuz iki yıl sonra Üsküdar’da karşılaşıyoruz. Önceki görüşmemizde ölüme yaklaştıkça ciddiyet artar dediğimi hatırlıyorum. Çok kısa bir şehir konuşması yapıyoruz. Yanında Osman isimli ‘okuldan’ bir arkadaşı var. Konu bir ara Tolstoy ve Dostoyevski’ye geliyor. Mustafa ağabey Tolstoy’un sağlıklı ve sağlıklı olmasıyla önemli; Dostoyevski’nin hasta ve hasta olmasıyla önemli olduğunu söylüyor. Hasta olanların ölüme yaklaştıkça tuhaflıklarının ya da çılgınlıklarının arttığı söylenebilir.”

“Mustafa Özel Dostoyevski’nin Cinler kitabının İngilizce baskısının isminin Cin Çarpmışlar olduğunu söylüyor. Çarpılmışlar yani. Kitabın hemen başındaki İncil’den yapılan alıntı, yazarının da aynı görüşte olduğunu doğruluyor. Çarpılmışlar aynı zamanda Rasim Özdenören’in Hastalar ve Işıklar, Çözülme ve Çok Sesli Bir Ölüm’le başlayan ilk döneminin son kitabı. Bu kitaplarda görülen kesif Dostoyevski- Faulkner esintisini ve anlatılacakların belirli bir sıralılık ile önceden belirlenmişliğini söylemekle yetinelim. Elbette akla dayalı bir yöntem. Budala ise İngiltere’de çok büyük bir talihsizlikle İdiot ismiyle yayınlanmıştır.”

“Dün akşam eve geldiğimde televizyonda Manchester City ile Inter arasındaki maçı izledim. İngiliz oyuncunun golü, rakip takımın kalecisinin görüş alanının, kendi takımının iki oyuncusu tarafından kapatılmış olduğu bir pozisyonda geldi. Siyasette, sanatta ve hatta hayatta böyle enstantaneler vardır. Cin çarpmışa dönersiniz. Ufkun açıklığı hayati, kapalı olması ise ölümcül olabilir.”

Yusuf Atılgan: Aylak Adam

Turgay Anar, Aylak Adam hakkında yazmış. Edebiyatımızın başyapıt romanlarından olan Aylak Adam, modern çağ insanının yalnızlığı gibi sıradan bir cümle ile anlatılamayacak kadar yoğun imgeler barındıran bir eser. Anar; şehir, insan, sinema gibi kavramlar üzerinden ve Yusuf Atılgan cephesinden de bakarak, roman değerlendirmesi yapıyor.

“Aylak adam- tıpkı Yusuf Atılgan gibi- sinemaya farklı anlamlar yükler. O mucizenin içine giren insan, ondan yeni anlamlarla dış dünyaya çıkar. Geçmiş yüzyıllarda bazen akşam çöktüğünde de sergilenen tiyatro oyunlarının aksine sinema, teknolojinin de kanatlarıyla daha derinden kavrar dünyayı. Bir imge kuluçkası olarak sürekli yeni imgeler üretir. Onlarla iletişim kurar, ima eder, çarpıtır. Bunların mutlak muhatabı olan insan, yani “sinemadan çıkmış insan”, daha kısa ömürlü bir yaratıktır ve asla benzeri de yoktur. Gördüğü film ona tesir eder, deşer onun dünyasını. Modern insanı, kendi çıkarını her şeyin üzerinde kabul eden o bencil varlığı, diğer hayatlarla da eşitler. İmge yüklü bir şekilde sinemadan çıkan insan, dış dünyanın gerçeğine çarpar ve bir anda erir. O aslında gerçeğin, yani sinemadan çıkmayanların asık yüzlerinde, kayıtsızlıklarında, sinsi yürüyüşlerinde erir gider. Aylak adam; insanları, o üstü kanunlar, yönetmelikler, kurallarla çizilmiş olan insanları kurtarmak ister. Sinemaya onun gibi anlamlar yüklemeyen bu düz, sıkıcı, tuhaf ve yalancı insanları kurtarmak ister. Bunun reçetesi ise kocaman sinemalar yapma fikridir.”

Ömer Erdem, Günler Çözüldükçe

Ömer Erdem, günlüklerine devam ediyor.Bu günlükler Sezai Karakoç günlükleri. Bu anlamda anlatılanlar daha bir önem arz ediyor. Mona Roza, sevda, aşk gibi derin konuların işlendiği bölümü buraya alıyorum.  Devamı, Cins Temmuz sayısında.

“Henüz verim sürecindeyken Karakoç şiirinin erken okunmamış olması sadece estetik katmanların üst üste gelmesiyle sonuçlanmaz, dahası bazı çıkmazlara da sebep olur. Onun duyarlığında çoklu algı kadar çok çeperli şiir ve hayat fikri aşk söz konusu olduğunda da ışıldar. Bu ışıl dayış öteki, okur, kültürel ve sosyal çevre tarafından devralınamaz. Bir süre sonra da onun benliğinde sert tortu bırakır. Monna Rosa mesela büyük ve talihsiz bir algı çıkmazıdır. Oysa aşk tek öznede aranmadığı gibi orada da sıkışmaz. ‘Aşktan aşkınlığa’ geçiş istenci temel ve karakteristik bir göstergedir. Burada şu soruyu sormak gerekir. Sadece tek bir kadına mı ilgi duymuştur şair? Mesela Bütün şiirlerde söylediğim sensin/ Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin/ Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın…”

Sadettin Acar ile Portre Yazarlığı Üzerine

Zana Özgenç, Sadettin Acar ile kitapları, çalışmaları ve özellikle yeniden basılan Sıkı Adamlar kitabından hareketle portre yazarlığı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş.

“Kitap benim ilk yazdığım ciddi emek vererek ve işe yarar umuduyla Kırklar Dergisi’nde yayınlanan metinlerden oluşuyor. Bu metinleri biraz da kendi okuduklarımdan aldığım notlar sonucunda yazıya dönüştürdüm. Bunlar okuduğum yazarlarla benim yeni yeni tanışmamın başlangıcıdır aslında.”

“Portreleri, insanların yazdıklarının samimiyetinin de anlaşılabileceği bir yer olarak görüyorum. Okuduğunuz eserin sahibine eğildiğinizde o metinleri yazdıran kaynağa yönlendiriyor. Diğer türlü yapmacık olur. Ama o hayata baktığınızda, o hayatın bütünü içerisinde yazdıklarının nereye denk düştüğünü araştırdığınızda yazılanların etkisi de artıyor. Kalpten gelen ve hayatla tutarlılık arz eden sözler daha etkili olur. Çok parlak ve süslü olmasalar bile o sözlerin insan üzerindeki etkisi çok daha fazladır. Bir yaşanmışlığın izi vardır o sözlerde.”

“Kemâl meselesi… Doğumundan ölümüne kadar kemâle erişmek üzere bir yolculukta insan. Sizin parmağınızla işaret ettiğiniz şahsiyetlerin de işaret ettiği bir şey var. Kemâle erişmek üzere bir yolculukta olduğumuzu hatırlatıyorlar. En büyük derdimiz, mevziimiz, mevzumuz belki de bu. Bunlardan uzaklaştığımızı ifade ediyorsunuz kitabın takdiminde. O işaret ettiğiniz isimler uzaklaşmamanın yolunu işaret ediyorlar mı, nasıl?”

What is a Women?

Gülsena Afra Ersan, Matt Walsh adlı televizyon programcısının hazırladığı, “What is a woman?” adlı belgeselden hareketle “Kadın Nedir?” sorusunun toplumun farklı kesimlerindeki cevabının ardına düşüyor. Son yılların en tartışmalı konusu olan LGTBQ+ ile ortaya çıkan sorunlar yumağın içine çektiği çıkmazlar da işleniyor yazıda. Yanlışlar, kurulan tuzaklar, yanlış algılar, yapılmak istenenler ve daha fazlası var.

“Gelgelelim LGBTQ+ destekçisi bilim insanlarının, doktorların, psikologların, pedagogların vb.lerinin Matt Walsh’un şu sorusuna cevap veremediklerini görüyoruz: Kadın nedir? Bu soruya verilen cevap genelde “kişinin kendini kadın olarak tanımlamasıdır, eğer bir erkek kendini bir kadın olarak tanıtıyorsa o kadındır” şeklinde oluyor. Matt Walsh hakikati konuşurken, kendi algılarımızdan mı yola çıkacağız yoksa biyolojiye ve bilime mi dayanacağız diyor karşılık olarak.”

“LGBTQ+ ideolojisinin temellerini dayandırdığı öne sürülen bir başka isim ise Alfred Kinsey. Kendisi, Amerika’daki cinsel suçlular üzerinde sahte araştırmalar yapıyor ve bunlara istinaden insanoğlunun doğumdan ölüme kadar seksüel bir varlık olduğunu iddia ediyor. Yaptığı çalışmalar neticesinde insan canlısının cinsel davranışlarının çok çeşitli olduğunu iddia ediyor. Bununla beraber Kinsey’in kendisi de bir çocuk istismarcısı. Onun tarafından her ne kadar ‘deneyim’ olarak adlandırılsa da.”

Mekân Kültürümüzün Ölçüsü ‘İnsan’dır

Depremlerle beraber hayatımıza giren; mekân-insan kavramları artık hayatî önem taşımaya başladı. Mekânları tasarlarken neleri öncelemek gerek diye düşünerek şehirler kurmak gerek. Konfor mu hayat mı arasında kalınca aslında tercih belli ama modern çağ insanı göz göre göre konforu tercih ediyor. Gülsena Afra Ersan, Safiyüddin Erhan ile konuşmuş. Hayat, insan, yaşam alanları, toprak gibi kendine kavramlara özgün bakış açısı ile cevaplar veriyor Erhan.

“Dünyada mekân ahirette iman der büyüklerimiz. Zihin dünyamızı inşa eden bir hakikat olması dolayısıyla mühim. Dünyada mekân mevzuu bu sebeple önemli. Bununla birlikte imana baktığımızda, insanın dünyadaki en büyük mazhariyeti diyebiliriz.”

  “İnşa ettiğimiz ahşap binalarda her şey daha mütevazı ve sınırlı. Bir insanı kendi bünyesinde barındıracak ölçüler içerisinde yapılıyor. Bizim bütün mekân kültürümüz insan ölçüsünden hareketle hayat bulmuş ve gelişmiş. Mesela bir kimse için yapılan bir katlı odanın yüksekliği bellidir. Ama şimdi bugün daha büyük, daha yüksek mevzuu var. O daha daha mevzuu yüz küsur katlı binaları ortaya çıkarıyor.”

“Biz büyük bir ananeye sahibiz; gelgelelim dilinden, musikisinden tut mekânına kadar, her türlü birikmiş değerlerimizi topluca terk ettiğimiz için büyük bir kayıp içerisindeyiz. Bir de insanlar, yani bütün yeni nesiller bu reddediliş ikliminin içerisinde dünyaya geldikleri için, iyisinin, güzelinin, doğrusunun bu olduğunu sanıyorlar. Geriye bakmak gibi bir hassaları yok. İstikbale ait fikirleri de yok.”

Şöhret Abbasov’u Tanıyalım

Kâmil Engin, Özbek yönetmen Şöhret Abbasov’u anlatıyor. Bu yazıyı okuduktan sonra mutlaka bir Abbasov filmi izlemek isteyeceksiniz.

“Şöhret Abbasov’un filmleri, hayatın derinliklerine nüfûz etmiş bir yönetmenin ürünleridir. Bu filmler, sadece toplumun farklı kesimlerinden değişik tipleri, canlı insan görüntülerini sergilemekle kalmaz, hayatın çelişkileri içinde Özbek toplumunun yirminci yüzyıldaki macerasını da tasvir eder. Diğer yandan, bu eserler halk kültürü yönünden de çok zengindir; çünkü Özbek insanının örf ve adetleri, olaylara verdiği tepkiler ve yaşam tarzı bu filmlerde titizlikle ve yozlaştırılmadan yansıtılmıştır.”

Cins’ten Hikâyeler

Mustafa Çiftci – Bir Kız Uğruna Mastırı Yakmak

“Ders dönemine başladık. Ve ben başıma bela olacak bir işe giriştim. Benimle aynı sınıfta olan bir hanım kıza âşık oldum. Dayıma sordum. “Bu sevda işine ne dersin?” dedim. Dayım; “…oğlum sevda işi de bir enerji ister, bakalım sevda çekmeye takatin var mıdır göreceğiz.” dedi.

Meğer benim sevda çekmeye takatim yokmuş onu anladık. Hem mastır hem büyükşehirde okumak hem sevda derken genç yaşta belim bükülmedi ama pek de iyi olmadım.”

“Delirmiş gibiydim. Durumu Defne’ye anlattım. Defne beni daha çok delirtti. “Mastırda başarısız olacağını anladın, beni bahane ediyorsun. Beni hiç karıştırma. Sen de mastıra odaklan ben de odaklanayım bitsin bu iş. Hocanın kardeşi de zıkkımın kökünü yesin.” dedi. Defne böyle söyleyince ne demek istediğini anlamadım. “Ben başarısızlığıma seni bahane ediyorsam Allah belamı versin Defne o nasıl söz.” dedim. Biz biraz tartıştık.”

“Şimdi ben kız uğuruna mastırı bırakmışım diye dalga geçiyordum da Defne ne diyecekti? İki oğlan arasında kaldım mastırı bıraktım mı diyecekti?”

Arslan Karadayı – Tren Garı Meczubu

“Peronların olduğu bölüme doğru yürüyen lacivert fularlı, fötr şapkalı, ince uzun rugan ayakkabılı, altmışlı yaşlardaki bey, gar’daki büfecinin ve kapıdaki güvenlik görevlilerin umursamazlığından buranın mutat sakini olduğu belli meczuba para uzattı. Meczup parayı alırken “Bey olmak, yabancısı olduğun bir ülkenin sokaklarında gezer gibi gezmek, tanımadığın bir insanla trende yan yana rast gelip o’nu dinlemek… Yahut bir sokak hemşeriliği hatırına üç aşağı beş yukarı derken dört koldan sarılmak mıdır sözün şehvetine? Hatta kaçamak yapıp şimendiferin üzerinde asılı duran gök ile yer arasındaki aziz hatıralara?” deyiverdi. Fularlı adamın şaşırmasını bekliyordu onları izleyen büfeci. Büfecinin tahmin ettiği gibi olmadı. “Çok zarifsin bayım” dedi meczuba lacivert fularlı adam. “Sana da ancak bu letafet yakışırdı, tren garının bu nadide makamında!” diye devam etti.”

Meczup ardından bağırdı: “Ulan senin de bizim eski mahalledeki, çocukluğumuzun Kel Şerbetçisi Latif amcanın oğlu olmadığını bilsem alafranga olduğuna neredeyse ben bile inanırım da! Biz okuduk meczup olduk, sen mahalle değiştirip rugan giydin, ‘bey’ oldun işte…”

Muhit: İyi Şiir, Güzel Öykü, Sağlam Yazı

Dergilerin çıkış amaçlarını sıralayacak olsak birçok maddeyi sayabiliriz. Bu sebeplerin içinde en önemlisi de okuyucunun asıl muhatap olduğunu unutmadan onlara okuma zevkini sunacak “İyi Şiir, Güzel Öykü, Sağlam Yazı” ile bezenmiş bir dergi ortaya koymaktır. Sayfa doldurmak, periyot tamamlamak, gönül almak, gönül kazanmak gibi sebeplerle ortaya çıkan her dergi hem zaman kaybı hem de her anlamda israftır. 

Muhit dergisi, 43 sayıdır iyi ve güzel olanla okuyucularını buluşturmaya devam ediyor. İbrahim Tenekeci, giriş yazısında buna vurgu yapıyor.

“Emin ve güzel adımlarla ellinci sayıya doğru ilerliyoruz. Bir muhit oluşturmak fikri her geçen gün daha görünür ve anlaşılır hâle geldi. Kırk üç sayı boyunca yazarından okuyucusuna kadar bu gayeye emek ve eser veren herkese candan teşekkür ederiz.

Daha önce söylemiştik, yine tekrar edelim: Bir edebiyat dergisinin öncelikli amacı iyi şiir, güzel öykü ve sağlam yazı yayınlamaktır. Temmuz sayımız, bu üç türün başarılı örnekleriyle doludur.”

Dost Dili

Dost ehlidir ve muhabbet ikliminin has bir kardeşidir Zeki Bulduk. Adını duymak bile içinizin ferahlamasına yeter. Dost dilinin bir yansımasıdır bu. Dil ki gönül kapılarını açan en etkili anahtardır. Bulduk, dost yüreğinin sesini duyuruyor bize. Her yeri toz duman eden atlar, geçmiş zaman, yitip giden dostlar var. Her şey bitiyor ama dost dilinin sıcaklığı hiç unutulmuyor. Asım da var yazıda. Temmuz, onun aramızdan ayrılışının yıl dönümü. Şundan eminim ki çoğumuzun üzerinde hakkı vardır Asım’ın. Rahmet ve özlemle anıyoruz sevgili dostumuzu.

“Neredeyse on dokuz yaşımdan beri yazılarımı alıp bir yerlerde yayınlayan, bana ilk telifimi alıp getiren adam ölmüştü Asım’la. Kalbimin ve ruhumun dilini tercüme edebiliyordu Asım. Ama daha çok da “Gâvurluk etme de yaz!” diyordu. Belki de tüm büyü, bu cümlede saklıydı. “Biliyorum, yazdıkların gevur dostların yazısına benzeyecek ama sen yine de yaz!” demek istiyordu. Son yıllarda İbrahim ağabey tehdit, şantaj, fırça, elindeki tüm silahlarla saldırıyor, yaz diye. Sanırım Sümerce biliyor. Bozkırın dilini bildiği için de olabilir. Zira bozkırda esen rüzgârlarda kayıp diller saklı. Kaybetmeyi, vazgeçmeyi, kendine dönmeyi, dünyanın peşini bırakmayı bilen tüm kavimlerin dillerini saklıyor poyraz.”

“Kısa ömründe uzun, derin, içli, neşeli bir dostluk yaşadık seninle. Dedim ya seninle tanıştığımızda oğlumdan iki yaş büyüktüm. Ona bugünlerde “İleride güzel arkadaşların olur, sabırlı ol!” demeye çalışsam da zor bir dünyaya doğdu bu çocuklar. Herkesin birey, herkesin aynı anda kolektif olduğu, herkesin hem melek hem suçlu olduğu, iç içe geçmiş yalan dolanın gerçekten daha gerçek olduğu ve hüküm sürdüğü bir dünyaya doğdular. Oğlum, sen gittikten iki yıl sonra doğdu. Düşün artık neyle karşı karşıya olduğunu, olduğumuzu. Bunları sana yazarken kulağımda Falco’nun sesi “Jeanny gel, hadi! Jeanny gitme!” diye bas bas bağırıyor acının, ölümün, ayrılığın Almancasıyla. İşte Asım’ın dediği şey, yüzüme bakıp güle güle “Gevurluk etme.” dediği şey buydu. Falco’nun sesindeki o onarılamaz insan acısını Türkçeye çevirmemi istiyordu.”

Kimin Kime Borcu: Sömürge Psikolojisi

Sömürge ve sömürgecilik kavramları üzerine yazmış Murat Erol. İki taraflı bir psikolojiden bahsetmek mümkün. Sömürenin ve sömürülenin yaşadıkları kendi zaviyelerinden bir mesaj veriyor dünyaya. Erol, Yasmina Khadra’’nın Günün Geceye Borcu romanından örneklerle ele alıyor konuyu. Fransa, Cezayir, sömürgenin ruhsal, fiziksel, kültürel etkileri ve tüm bunların karşısında Türkiye’nin durumu ve konumu da var yazıda.

“Sömürgeciler, sadece iktisadi bir yararlanmaya dönük olarak proje ve üretim tekniklerini değil, aynı zamanda kültür ve inançlarını, yani kendi dünyalarını da görürler. Sömürgeleştirilen coğrafyaya, sömürgeci kendi dünyasını taşırken bir bağlam kurma veya tarihsellik inşasına gerek bile görmez. Var olan yapıya eklemlenme ve her iki yapı arasında bir dengeleme gibi durumlar hesaba katılmaz, sadece güçlünün güçsüze tahakkümü ve bundan kaynaklanan doğal bir hoyratlık ortaya çıkar.”

“Khadra, Cezayir’in sömürge olduğu dönemin son dönemini anlattığı romanında bireysel ilişkilerin arka fonuna Cezayir’in özgürlük hareketini yerleştirmiştir. Romanda Cezayirli bir Müslüman olan Jonas’ın (Yunus) gönül meseleleri, farklı din ve kültürden arkadaşlarıyla bir tür çatışma hâli yanında yavaş yavaş ortaya çıkan bir tür “milliyetçilik” duygusu işlenir. Yunus’un ailevi meseleleri, diğer Cezayirliler ile olan mesafeli ilişkisi, koloni mensubu arkadaşlarının yanında silik ve içe kapanık hâli son derece başarılı şekilde anlatılır.”

“Türkiye’deki durumun kendi dinamikleri ve süreçleri çerçevesinde özel ele alınması gerekiyor. Örneğin tek bir milliyetçilikten bahsedemiyoruz, zira çok fazla milliyetçilik türü bulunmaktadır. Cumhuriyetin kurulması esnasında Millî Mücadele’de dini söylemin daha çok gerisinde yer alan milliyetçilik, kurucu ideoloji hâlini almıştır.”

Sevmek ve İnanmak Üzerine

Sevmek hem de “bin can ile sevmek” sevmelerin en güzeli olsa gerek. Sevgiyi aramak ve bulmakla ilgili bir durum bu. Mehmet Dinç, inanarak sevmek, hissederek ve kalbinden başlayarak sevmek üzerine yazmış.

Duygular… Hüngür hüngür ağlatan mutluluklar, tüyleri diken diken eden korkular, içe oturan hüzünler, kanı kaynatan heyecanlar, ayakları yere bastırmayan sevinçler, gözyaşı tüketen yaslar, midede kelebek uçuran neşeler… Güzel duygular, özel duygular. Bizi insan yapan duygular. Temel duygular her canlıda var. Her canlı korkuyor, her canlı mutlu oluyor. Ancak ötesi yalnız insanda var, insan olduğu kadar var. Bir insanlık vazifemizdir duygularımızı çoğaltmak. Bir insanlık işaretidir duygularımızda derinleşmek.”

“Bilelim ki kalp genişler, hem nasıl genişler. Genişledi mi de huzur, ferahlık, afiyet, neşve, coşku, heyecan ve daha ne duygular rahat rahat yerleşir kalbimize. O zaman işte haz ve korkuyla daralmış bir kalp yerine bin duygu ile bezenmiş bir kalbin sahibi olarak “bin can ile inanmak” ve “bin can ile sevmek” bizim için de mümkün olur.”

Hainlerle Hesaplaşma, Mağdurlarla Helalleşme Vakti

15 Temmuz üzerine yazmış Selim Cerrah. Aradan geçen zamanda gelinen noktayı özetliyor; “Hainlerle hesaplaşma, mağdurlarla helalleşme vakti”

“Milletimiz gizli amaçlarla hareket eden bu örgüte aldandığı için suçlanamaz. Tedbir alması gerekenler, uzun zamandır örgütün hamisi gibi davrandığı için millet şüphelenmedi. FETÖ, milletin güvenerek kendisine emanet ettiği zeki çocukları ve maddi imkânları kirli amaçlarını gerçekleştirmenin aracı olarak gördü. Çocukları ailelerinden, millî ve manevi değerlerinden, ülkelerinden, inançlarından kopardılar, emperyalizme kul köle hâline getirdiler.”

“Türkiye’nin bahtı açıktır, millet olma bilincimiz her problemi aşmaya yetecek derinliktedir. Aynı mabette namaz kılan, aynı mezarlıkta koyun koyuna yatan, birbirinden kız alıp vererek aile kuran farklı etnik yapılar ülkü ve ideal birliği yaparak millet hâline gelirler. Biz böyle bir milletiz. Yaraları sararken birbirimizin canını acıtan işler yapılabilir, acılar bıçak yarasından değil, neşterden sadır olmalı.”

Komşusu Açken

İyilik yapmak ve bunu unutmak. Müminin yapması gereken bu. Uzaktan yakına fark etmez. Herkes için aynı kıstas geçerli. İyilik yap ve unut. Soner Karakuş, komşuluk hakkından başlayarak iyilik ve yapılan iyiliği başa kakmaya uzanan insanlık dışı yaşananları yazmış.

“Yaptıkları sözde iyiliklerle, insanları, batıl inançları ve keyifleri doğrultusunda yönlendirebilecekleri zannına kapılmaları, onların bu ülkenin birlik ve beraberliğine kasteden potansiyel bir muarız olduklarını ve aynı zamanda, sözcülüğünü yaptıkları batı gibi bu milleti hiç tanımadıklarını gösterir. “Cahil halk,” gerektiğinde kanıyla, gerektiğinde içtiği bir şişe suyun dahi parasını iade etmek koşuluyla borcunu ödeyecektir.”

Mostar: Biz’den Biz’e Bir Köprü

Dursun Çiçek, Mostar Köprüsü’nü yazmış. Hepimiz biliyoruz ki Mostar sadece gerçek anlamda bir köprü değildir. Onun içinde saklı derin anlamlı tarihsel bir kardeşlik bağı vardır. Bizi birbirimize bağlayan ve aradaki mesafeleri kaldıran…

“Şehrin iki yakasını bir araya getiren köprü, aslında bizim iki yakamızı bir arada tutuyordu. Zaten şehrin adı da buradan geliyordu. Mostar; köprü demekti ama Mostar Köprüsü bir köprüden fazlasıydı. Nitekim köprü, varlığında belki de böylesine bizi bir ve biz yapmamıştı ama yıkılırken birden biz ve bir olduğumuzu hatırlatmıştı.”

“Âkif Emre, Süleymaniye Camii ile mukayese ederdi Mostar Köprüsü’nü. Onun neyi kastettiğini şimdi o kadar iyi anlıyordum ki Mostar bir köprüden öte bir şeydi. Bir iz, bir bağ… İki yakayı tutan düğme… Balkanlardaki en önemli mühür. Ve sanki Anadolu’dan Rumeli’ye bir kapı… Süleymaniye’nin bizi biz yapış nedenleri ile Mostar’ınkiler aynı…”

İznik’te Ulu Cami Olmamasına Üç Neden

Anadolu’da herhangi bir resmiyete ya da mecburiyete dayanmasa da Ulu Cami geleneği vardır. Her şehirde karşımıza çıkar Ulu Cami. Münire Rumeysa Çakan, “İznik’te ulu cami olmamasına üç neden” isimli yazısında İznik’te neden Ulu Cami yok sorusunun cevabını arıyor. Maddeleri, şahsi yakıştırma ve tahayyül olarak belirtiyor Çakan. Bir nedeni buraya alıyorum. Devamı Muhit’te.

“Ulu cami yerine üçüncü bir eser vermekten ziyade şehrin “ulu”larından bahsetmek boynumuzun borcudur. Eşrefoğlu Rûmi, Davud-i Kayseri, Sarı Saltuk ve dâhi birçok isim şehrin havasını soluyup şehre nefesini de üflemiştir. Her bir ismin birlikte anıldığı mekânlar malumdur: Davud-i Kayseri hocalık yaptığı medresesiyle, Eşrefoğlu Rûmi camisi, Sarı Saltuk türbesiyle bu şehrin makamını yüksekte tutmaktadır. Her biri ziyaretgâh niteliği taşıyan bu mekânlar, fiziksel yapılarında hiyerarşi gözetmeksizin vakur duruşlarıyla Fatiha sırasını beklemektedir. Çınarların ve servilerin gölgesinden davet ettikleri iklimlere icabet etmek dileğiyle…”

Muhit’ten Öyküler

Güray Süngü – Kutu

“Medeniyet çok ilerlemişti. Yok, teknoloji çok ilerlemişti. Ama medeniyet de çok ilerlemişti. Neyse işte bir şeyler çok ilerlemişti. Bu kadar ilerleyince toplumsal hayatta da epeyce güzel şey oluyordu. Mesela insanlar artık durup dururken mutlu olmak gibi saçma sapan güdülere sahip değildiler, birtakım oyunlar oynayarak eğleniyor ve mutlu oluyorlardı. Bu oyunlar çok çeşitli olabiliyordu. Mesela günün birinde dünya oyun ve eğlence komitesi şöyle bir oyun tertip etti: Bir kutu alındı, içine bir şey koyuldu. Sonra da o kutu içinde ne olduğu söylenmeden satışa çıkarıldı.”

“Dünya oyun ve eğlence komitesi ise yine müthiş bir oyun ve eğlence düzenledikleri ve hem bütün dünyayı mutlu ettikleri hem de bir birim paralık bir kutuyu dört yüz doksan sekiz milyar birim paraya sattıkları için epeyce keyifliydi.”

“Ultra zengin adam, kutunun içinde ne olduğunun öğrenilmesi anının yayın haklarını dokuz yüz doksan sekiz milyar birim paraya fakirlere sattı.

Ve kutu açıldı.

Kutu hâlâ açılmaya devam ediyor.”

Muhsin Macit – Dönüş Yolunda

“Dün gece geç vakitte kardeşim aradı. Beklediğim bir haberdi ama yine de çok üzüldüm. Çocukluk ve ilk gençlik çağlarımın kahramanı, en iyi arkadaşımdı Selo. Akciğer kanserine yakalandığını duyduğum hâlde bir türlü aramaya cesaret edememiştim. Yüz yüze görüşmeyeli neredeyse kırk yıl oldu. Telefonla da sadece birkaç defa görüşmüştük. İlki iki sene önceydi; tesadüfen eline geçen bir dergide kendi macerasını anlattığım hikâyeyi okuyunca aramıştı. Nerede olduğundan, ne yapıp ettiğinden ancak o zaman haberdar olmuştum. Meğer uzun yıllar İstanbul’da turist rehberliği yapmış, neredeyse görüp gezmediği ülke kalmamış.”

“Tekrar yola koyuldum. Gaziantep’e Bingöl üzerinden gidip gelirken her yolculuğumuzda kızlarıma yüksek sesle okuduğum “Bingöl Çobanları”nı aynı ses ayarında kendi kendime okudum. Hem de birkaç kez… Yol boyunca hayat şartlarının kırsal kesimin çocuklarını nasıl göçebeleştirdiğini ve semtimizin o ayarsız, delişmen, kabına sığmaz ve bir o kadar da saf Selo’suna neler ettiğini düşündüm. En son konuşmamızda Selo’nun da epey durulduğunu, yaşama sevincinin giderek azaldığını sezmiştim. Yaşadığı hiçbir şehirde evindelik duygusunu hissetmediğini, içinde dinmeyen bir tedirginlik taşıdığını söylüyordu.”

“Asri Mezarlık’tayız. Mevsimin ilk karı yağıyor. Bir avuç insan, her biri diğerinin yorgun gözlerinde gençlik yıllarından kalma bir ışıltı arıyor. Hatıralar sökün edip kalbimin pervazına üşüşüyor. Selo’nun saf, ikircikli kalbini taşımaya mecalsiz bedenini toprağa verirken değil, doğduğu evde, büyüdüğü şehirde bile ölmeyi bahtiyarlık sayan benim gibilerin yazgısına hayıflanıyorum.”

Muhit’ten Şiirler

Her kılığa girebilen hakikat,
Öngörülemez şakacılığıyla,
Dondurma kıvamında,
Eriyordu sayın düşünürün
Mütevazı ağzında

Vanilya
Ve süt aromasına
Benzer bir aura,
Yayılıyordu salona
Cevdet Karal

şafak ki gece dağının açılan kırmızı lalesi
seni sende bil görme gayrı kendinden kimseyi

yakıcı ateşi cehennemin aşk ile yüzündedir
niyaz etmiş ta mısırdan özü kendindendir

Hüseyin Atlansoy

Mahvoluşu insanın seyirdir ötekine
İzliyorsun bu filmi soluksuz
Şehrin çeperlerinde bir adam, dalgın
Aynı palto ve aynı aşkla bir kış daha
Devam ediyor ölmeye, çürümeye
O dua gelmedi aklına
Ama mırıldandı bir şeyler:
Kimse kendisi değildir
O adam ben değilim
Yazgım en cesur düşmanım
Hayatımın en güzel filmi
Ve ben kötüyü oynuyorum

Gökhan Ergür

Ben bir serçenin pençesinde
okyanusun dibinde
suyun değmediği taşlarda
ve seslerinde sincapların
herkes uyurken
yanlış bir suyu çeviriyorum
bir ok göğsümü okşuyor
Hızır doluyor yüreğime
ufuksuz bir yere sürüyor kurtlarımı

Yunus Karadağ

şehirliydin güneşe varırdı yüzün
kendin olurdun çocukluğuna karşı
kızları kadar büyür babalar derdin
sen tek kalabilen, ölebilen, sevebilen yanlışlarını
sensin seninle arandaki her şeyi yok edebilen
benimçün dünyasız bir gündü sesin
boşluksuz ve bölünmeden yaşamaktı
aile fotoğrafında yanımda duran omzundu işte
gök bir hatıraydı, yusufçuklar, umulmayan gülüşler
parmakların
kalbime sürdüğün incelikti

Cengizhan Konuş

bütün tedaviler yarım kalır, bütün iyileşme ülküleri
ölümler tam, boşluklar tam, uçurumlar görkemli
idrar söktürücü ilaçlar, genç doktorlar acemi
hani yurduna bir çentik atan yeryüzü depremi
hani alkışlara heveskâr kalp ritimleri

Âdem Yazıcı

Toprağa bakarken bunlar geçiyor içimden
Ölüme yolladığım soluklar gibi günler
Duyuyorum, kemiklerim kanıyor
Siz nasıl diyorsunuz, “geçer gider” mi?
Uyku ile uyanıklık arasına sıkışmış onca ima
Nereye döküldüğü bilinmeyen kan
Aksın bakalım

Süleyman Unutmaz

Öyle böyle değil avunmak her gün
Ve bilmemek, sadece uzuvları
Özgür olan tutukludur derinde
Sır tutmayı bilmeyenin rüyası
Erken biter hayal gecelerinde

Nurullah Genç

Yanlış mevsimlerden kazıyıp etimi
Onca dev dalgalardan sonra
Vardığım yerdi yanın
Beni ayartamazdı kabaran omuzları kentin
Bir uçurumu uçup da gelen bendim
Avucumda zapt ettiğim yaramaz dağlarımı
Baş kaldıran nehirlerimi
Tam bırakacakken arza
Bulandı su, bir ok da sen attın

Aynur Dilber

her varlık nasıl hem suç aleti hem
suçun hikâyesinde masum oluyor
eşkıya baskında rahmet olurmuş
insan dağa dağ insana yürürmüş gibi

yeryüzü kitaplarının hiçbirinde
akıllıların ve delilerin defterlerinde
meleklerde ve cinlerde bulunmuyor
sensiz bir haber sen olmayan bir bilgi

Mehmet Narlı

Sair korkular büyümüş bende şair olmuş
Ezberlerken bir hatayı mahrem yerlerinden
Göğsümde hiç kavuşturmadığım ellerim
Ne çok yanılmışım Tanrım rolümü oynarken

Nadir Aşçı

Bir Nokta, Sayı 258

Bir Nokta dergisinin 258. sayısında; Hasanali Yıldırım; “Esas Muhatabımız Kimdir?” diye soruyor. İnsan; yaşarken canlı ya da cansız muhataplarla sürdürür hayatını. Kendine yoldaş bulmak da denebilir buna. Yol arkadaşlığı ya da yâren… Bir insan ya da çiçekler, kitaplar, deniz ve daha fazlasıdır insanın muhatabı. Elbette bir de kendisi de muhatabı olabilir insanın. Yazarın ve şairin de bir muhatabı vardır. Olması da gerekir. Yıldırım, sahtesiyle, gerçeğiyle insanın muhataplarını anlatıyor yazısında.

“Eğer kendi kendisine konuşmuyorsa bir kişi, muhakkak karşısında bir muhatabı varsa konuşur, değil mi? Ehli zahire göre böyle. Aklı başında sayılan herkes konuştuğunda karşısında biri yahut birileri bulunur. Biz gene de zahirin ötesine sarkmaya niyetlenerek soralım: Konuştuğumuzda yahut yazdığımızda ve hatta meramımızı herhangi bir sanat şekli içerisinde kalıba döküp zengin manâsıyla dillendirdiğimizde esas muhatabımız kimdir?”

Evvelâ modern zamanların en palavra cevabını ele alalım: “Kendim için yazıyom gardaş.” Adama sormazlar mı, madem kendin için yazıyorsun, niye evinde oturup bizzat kendin okumuyorsun da bütün o zırvalarını bizim üzerimize boca etmeyi kendinde bir hak görüyorsun? Aslında bu bahis pek kısa. Şundan: Sahiden kendisi için yazan biri yazdıklarını asla Max Brod’una “Bunları yak.” diye teslim etmez.

Sadece işaret edip geçelim: Dünyanın her yerinde her hakiki şairin esas muhatabı daima annesidir; hiç şaşmaz. Her şair, kendisi ne zannederse etsin, ne söylüyorsa söylesin, farketmez; bütün o söylediklerini derinden derine annesine duyurmak ister aslında. Hepimiz birer şairiz; ya bilkuvve veya bilfiil.

Sezai Karakoç’un Bereketi

Sezai Karakoç, bir yazar ve fikir adamı olarak tüm insanlığa büyük miraslar bırakmıştır. Ondan alınan feyz ile gönüllerin mutmain olduğu, direncin bilendiği, hayata karşı duruşun pekiştiği gerçeğini unutmamak gerek. Bunların hepsi berekettir. Ondan bize kalan bitmek bilmez bir bereket. Enver Çapar, bu bereketi yazmış.

“Adanmışlığın ve hesap yapmamanın karşılığı olarak insanların gönlünde müstesna bir yer edindi. İnsanın bu dünyadaki gayesi Allah’ın razı olduğu bir kul olmaktır bilindiği üzere. İslam’ın hayat ölçülerine göre bir hayat sürmektir. Sezai Karakoç bu hakikati özümsemiş tatbik etmiş ve verdiği eserlerde de dile getirmiştir.” Bizim tek bir amacımız vardır. O da iyi bir Müslüman olmak ve Müslümanca bir hayat yaşamaktır” demiş ve bu söylediği sadece sözde kalmamıştır. Sade ve saf bir Müslüman olarak yaşamış ve İslam’ı hayat gayesi edinmiştir. Bir insanı anlamak için onun anlam dünyasına bakmamız gerekir. Üstadın anlam dünyasına baktığımızda biz İslam’ı görüyoruz.”

“Onun manevi mirasına sahip çıkmak her diriliş erinin boynunun borcudur. Onun bütün imkansızlıklara rağmen yaptıklarını ve çektiği çileleri düşündüğümüzde acaba ben daha ne yapabilirim diye düşünmeden edemiyor insan. Biz bir şeyleri kaybettik de bu hale geldik bu belli. Kaybettiğimiz şeyin ruhumuz olduğunu hatırlattı üstat. Hayata anlam veren şeyin o ruh olduğunu. Hakikati ancak o ruhla kavrayabileceğimizi. İslam’ın ruhuna ve onu nurunun aydınlığına çağırdı her zaman insanları. Tarihimiz ve kültürümüzle koparılan bağlarımızı yeniden onarmaya çalıştı. Bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkmamızı salık verdi.”

Görmenin Körleşme Merceğinden Hak

Nuray Alper, Hak’kıgören gözleri yazmış.Toz duman meydanlarda,hakkını vererek Hak’kı savunan ile kuru gürültü çıkaranlar arasındaki farkı görüyoruz bu hikmet dolu yazıda. Geçmişte nasılsa günümüzde de aynı yaşam düzeyi devam ediyor. Dopdolu yaşayanlar ve yaşıyormuş gibi yapıp başkalarının üzerinden pirim yapmaya çalışanlar hayatın içinde yer tutmaya çalışıyor. Önemli olan doğruyu görebilenlerden olmak. Alper, bunu başaranlardan. Gelip geçici olanların değil kalıcı olan ve Hak’kı incitmeden amel işleyenlerin tarafında olduğu için böylesine hakikatli bir yazı kaleme almış.

“Çok görmek körleşmenin alt kümelerindendir. O kadar çok görülür ki kanıksanır, yeniyse de tozlanmış rafların unutturdukları arasında kalır, görünmeze düşer göre görüle eskiyenler… Çok görmek, görmemek olur körleştiğinde algı. Büyüklerin ikaz mahiyetinde söyledikleri “yüzünü eskitmemek” tabiri çok görünmenin getireceği aleladeliğin sakıncasından hareket eder. Bıkkınlık da alışkanlığın peşinden sürüklenen bir duygu biçimidir; özlemeyi özler, beklemeye karşı hasret çeker. Bu duygulardan yoksun olduğu için bilinçaltında bir öfke biriktirir çok gören, görünene karşı. Değil mi ki gözün görmediği yerlerde hissiyat harekete geçer. Ve kavi bir hissiyat saklı definesidir insanlığın…”

“Kalabalıklar arasında kalıp da sadrı daraldığında hoştur insanın kendisine verilenleri hatırlaması, şükür hissiyle dolması. Zira emanetin hatırı şükürden geçer. Bir evlada, bir kitaba, bir fincan kahveye, sanata… İnce şeyler durup anlaşılmayı bekler. Bu sebeple bir parça uzlet, biraz tefekkür çağırır her kalabalık…”

Beylerbeyi Günlükleri’nden

Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri devam ediyor. Büyük bir keyifle okuyorum bu günlükleri. İnce göndermeler, hasbıhaller… ve dostlar çıkıyor sık sık karşıma sıcak bir selam gibi.

“25 Temmuz 2015, Cumartesi… Dostlar meclisinde gece vakti hak ve adalet üzerine bir dostu dinlemek… Necmi Hamza kendini iyi yetiştirmiş bir kardeşimiz…”

“31 Temmuz 2015, Cuma, 22: 33… Günler derken bir yılın içindeki bir ayı daha yaşayıp tüketmiş oluyoruz. Böylece hayatımız kendini yaşayarak bitiriyor. Ömür dediğimiz böyle bir şey. Yaşanıyor, tükeniyor, gelip geçiyor birer birer. Bir de sıcak günler yaşanıyor. Olaylar, ölümler, suikastlar, hükümetin kurulmayışı bütün bunlar bir huzursuzluk veriyor haliyle. İstikrara ihtiyaç var.”

“10 Ağustos 2015, Pazartesi, 22: 45… Kitabını vermişti ya dün. Ben de söz vermiştim kitabınızı okuyacağım diye. Öğleden sonra okudum, sözümde durmak için okudum. Kendimi zorladım, baktım, düşündüm, dedim ki hani diyorlar ya bu milletin her dört kişisinden beşi şairdir… Öyle dedim ben de. Hakikaten ya demek ki şairi bol bir milletiz. Bereketli topraklar üzerinde yaşıyoruz. Söz vermeseydim okunası olmazdı bu şiir kitabının… Oh be bitti nihayet. Kitap 64 sayfa imiş meğer…”

Bir Nokta’dan Öyküler

Hüseyin Mehmet- Daima Baştan

“Bunca uzağa neden atmıştın. Beni. Yani bendenizi. Kalabalıklar arasından omzuma biri çarptığında aklıma ilk gelen hayalinizdi. Demiştim. Biliyordunuz. İçimden geçenleri…”

“Sese biçilen kefaret için şimdi buradaydım. Tasdik edilmenin en yalını için bile şekiller bahşedildi. Kulaklar ve gözler bunun için… Gelecektik, gölgede biriktirdiklerimiz rağmına temizlik yapacak ve gidecektik. Burada demirlemeyi marifet sayan kalbime onlarca ihtar geçtim. Düştüysem yarım, yolda kaldıysam ağır aksak sil baştan başlamalıyım dedim. Daima baştan…”

Yunus Atalay – Patate’S

“Ağzından fışkıran beyaz köpükler, altında duran yaş tahtaya doğru dökülmüştü.

Yanında duran adamlardan birisi ona bakıp konuşmasını bitirmesini beklemişti.

Ancak derin bir nefes daha çekti.

Kahverengi, yünden yapılma ceketinin, kol düğmelerine yakın bir yerine ağzını sildi. Sararmış kızıl sakallarının arasındaki beyaz köpükler cekete doğru atladı.”

“Kalabalığın gürültüsü aşırı yükselmişti, konuşan adamın sesi de. “Patate!..” Menteşelerin arasında geceden kalma bir yağmur damlası kayarak toprağa düştü. Tahta kürsünün üzerinde olan adam “S” harfinin sesini çıkaramadan kürsünün ortasında açılan kapıdan aşağıya doğru sallanmıştı. Boynu kırılmamıştı.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Yıldızlarına baksam sen
Koklasam çiçeğini
Her koku yine senden
Senden mavi yeşil her renk

Bil ki nedensiz sevmişim seni
Huzurum bu yüzden
Bu yüzden bu derin sevincim

Seslendin duydum
Çağırdın geldim işte

Mustafa Özçelik

Evindesin
Emin olduğun sığınağında
Sırtın dinlenecek,
Doyacaksın aşkla pişmiş aştan
Ve Şükredeceksin
Yaşlandıkça, bir elinde mushaf yavaş yavaş
Nasılsın, elhamdülillah, şikâyet yok hayattan.

Süleyman Çelik

Temmuzun zifir soğuğunda
Defne kokulu bir kelebeğin izinde
Huzura teslim ederek ruhumuzu
İki yana gerilmiş korkuluklarına
Tutunarak kanı kurumuş köprünün
Dünyaya düşmüş sırat yansımasına
Gülümseyerek belki kalkıp gideriz

Özcan Ünlü

sana bir sır sakladım anna
şu parkta açlık hissini
en çok ben bilirim
bir küçük kızın gülüşünü
bir simit parasına
bana verdiği sonsuz merhameti
ve annenin yanarken yüceldiğini hep
hani öpüp başıma koyduğum
kitap diye ellerini
hangi cebime koyduğumu bilmeden

Müştehir Karakaya

yaşar mıydık bir daha
cebindeki resme bakarken
bizim evin balkonundan
düşüp de kaybolmasaydı
bahçedeki ıhlamur ağacının altında
serinlemek için oturur muyduk
akşamın karanlığında
eve girmek yerine bahçede
bir bahar mevsimini birlikte
yaşar mıydık bir daha

Şakir Kurtulmuş

bir çukurluk suskunluğuz
kelimelerle dolu gövdelerin içinde
çürüyen ve çürüten sözlerle beslenen
ve susan ve susan ve susan
bir uçurumluk suskunluğuz
kelimelerle dolu bir gürültünün içinde
biraz konuşsak kendimize gelirdik belki
yahut kendimiz sandığımız
bize kendimiz diye ezberletilen bir yere
bir çukurluk kelimeyiz
kefen niyetine büründük söze

Suavi Kemal Yazgıç

akşamın bana verdiği bir hal var
ah yürekler dolusu sızı içime boşanmış
sanki çok eski, mahzun bir şiirdeyim
her yer soğuk, kasvetli, bunalmış
dranas’ın şiirindeyim bir an yapayalnız
‘bakıp imreniyorum akınına
şehrin üstünden geçen bulutların’
inanmıyorum ama o iyi’ye ve yeni’ye

Berat Bıyıklı

Şimdi haklı çıkmanın gürültüsünde
duyulmuyor ağlaması çocukların.
İncecik bir yağmur ses vermek istiyor bana,
fakat nafile.
Çünkü çağrılacak bir adı kalmazmış insanın,
sadakati kendine ihanet edince.

Rıdvan Kadir Yeşil

Modern Taş Devri’ndeyiz ve amalgam insan
Kent kodlu vicdansızlığın periferisinde sayfiye hayat
Durabilse zaman katarı üç dakika, düşünebilecek
Yakacak sonra belki hesap kitabı cetveli cebiri
Üstten bakacak yangın yerine ve eyvah diyecek

Kent ve yalnızlık, zorunlu çağcıl birliktelik
Ah, bir de bu ikiliye eklenince yaşlılık
Ne yürek dayanır, ne hüzün kalesinin kavî burçları
Adına koca bir bakanlık dahi kurmuş devletin biri
Yalnızlıktan buz kesmiş, kimsesiz modernin elleri

Erol Yılmaz

Ruhsatsız’ın Budaktan Sakınmadığı Gözü

Temmuz dergilerini yazıyorum ama Ruhsatsız’ın 4. sayısını yazmazsam olmazdı. İlk sayısından bu yana tüm çizilmiş sınırların ötesinde kendi sesiyle konuşan bir dergi olduğunu gösterdi Ruhsatsız. Tam da beklediğim çizgide yoluna devam ediyor dergi. Ruhsatsız; rahatsız etmek, tedirgin etmek ve gidişata karşı kendi gür sesiyle “dur!” demek için gözünü budaktan sakınmıyor. Dergicilik de böyle olmalı.  Aynı sözlerin tekrarlandığı, bir sayısını diğer sayısından ayırt edemediğimiz bir dergi olarak çıkmaya devam etmek her anlamda israftır. Ruhsatsız ekibini kutluyorum. Söyledikleri doğrudur, değildir, bunu tartışan tartışabilir ki keşke tartışılsa. Edebiyat dünyasının yeni sözlere ve heyecanlara ihtiyacı var.

Derginin 4. sayısında “Edebiyatla Oyun Olur mu?” dosyası var. Edebiyatı oyun alanı olarak görmek, yaptığı işin ciddiyetinin farkında olmamak, ne yaptığının ve ne olduğunun farkında olmadan yer işgal etmeye devam etmek gibi bir oyundan bahsediliyor. Bunlar ve daha fazlası edebiyat gündemini meşgul etmeye devam ediyor.

Dosya konusu ile ilgili yazılar ve şair Ahmet Murat ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Böyle bir dosyada Ahmet Murat tercihine tam isabet diyebiliriz. Şairliği, yazarlığı, editörlüğü ile günümüz edebiyatının yüz akıdır Murat. M. Burak Çelik ve Kadir Tepe’nin soruları eşliğinde dosyaya dair verilen cevapları okuyuruz.

“İyi bir metnin hedefi okurun kapısını çalmaktan ziyade kırmaktır. Okurun kapısını bütün yazarlar çalıyor zaten. Ama iyi metin o kapıyı kırıp içeri girer. İyi metnin özelliği biraz da beklenmedik bir misafir olmasıdır. Bunun dışındaki durumlar, kapıyı komşuya çaldırmak, kapıya kurye göndermek, kapıya dilenci görünümünde gelmek vs şeklinde gider. Tatsız bir durum.”

“Şair, muhayyel bir okur için yazar. Bu muhayyel okurun kendisi olması evladır. Ama kendisinin de yüksek beğeni sahibi bir okur olması şartıyla.”

“Şairler, kendi şiirleri hakkında yazmazlar genelde (Attila İlhanlar hariç). Ama kendi şiirlerini görünür kılan başka yazılar yazarlar. Şairin şiiri hakkındaki bilincinin de çok yüksek düzeyde olmaması gerekir. Bu tür bir bilinç şiiri bir kurgu ve yapıntıya çevirir. Şair bence kendi şiirinin yapılışına kendisi de tanıklık eder. Bir okur gibi.”

Dosyada yer alan yazılardan birkaç örneği buraya alıyorum. Devamı Ruhsatsız 4. sayıda.

Kadir Tepe – Hipokondriyak

“Edebiyat Taklitçiliği” yeteneksizliğin getirdiği kaygıdan peydahlanan hastalıktır. Hastalar, herhangi bir acıya yakalanmaktan gereksiz endişe duyarlar. Yani Hipokondriyak: Bu hastalığı düşsel zeminlerinde barındıranlar, teşhis zararsız olsa bile, saptadıkları fiziksel veya psikolojik bulgu hakkında gereğinden fazla alarma geçerler. Ciddi bir hastalıkları peydahlandığına, teşhis edilmek üzere tanımlandıklarına ikna olurlar.

Hüseyin Hakan – Edebiyatın Yetkili Bayileri

Edebiyatçılık oynamanın, alanı domine etmesi için belli isim, marka ve kurallara terk etmenin, hariçte kalanların dansına kulak tıkamanın ne gibi zararları olduğunu da konuşmak gerekir. Şundan eminiz ki hiçbir şey sadece “öylesine” yapılmaz. Hiçbir eylemin, sözün arkasında öyle pastörize bir niyet, halis bir gerekçe, damıtılmış mazeretler bulunmaz. Gerçeklerin arkasında bir yığın bağlantı, o bağlantıların içerisinde sayısız strateji, ittifak, çatışma ve maksat vardır. Yani toplamda bir çıkar güdüsü vardır. Bu, işin sosyolojik kısmıdır. Edebi kısmı ise şudur: Sosyal hayatı hesaba katmadan edebiyatla ilgili çıkarımlarda bulunmak mümkün değildir. Edebiyat bir alan ise, ki öyledir, bu alanın kendine ait ilişkileri, konum almaları, stratejileri de bulunur.

Can Ülgen – Hey Mayk, Alırım Anahtarını – Çocukları Pistten Alalım

Türk edebiyatı, kendi içinde var ettiği zenginlikler ile dünya sanatına katkıda bulunan çok denli kavramlardan biri. Fakat biraz içselleştirip içine girdiğinizde daha çok rantın ve piyasanın esiri hâline gelmiş bir Türk edebiyatı göreceksiniz. Mezkûr durum, literatür taraması karşısında “görünürlük” çabalarından dolayı da son dönem çağdaşlığının anti tezi gibi adeta. Burada çağdaş demek, gerçek ve sahici bir yeteneğin getirisi olarak yaşantısında “şair kimliği” taşıyanlar hâlinde de adlandırılabilir. Fakat her kesimin bu çağdaşlığa erişebilmesi imkansızdır. Bu yüzden ortalıkta görünme çabasındakileri görürseniz onları kenara çekip şöyle söyleyin: Hey mayk, girdiğin tüm kapılar kilitli. Yoksa anahtarın mı kayıp? Belki de kapılar sana ait değildir. Hiç mi yanlış adreste olduğunu düşünmedin? Pes.

Kendini Akışa Teslim Eden: Gayb

Günlük hayatta sık sık kullanılır “gayb” kelimesi. “Gaybı ancak Allah bilir.” deriz mesela. Kelimeler üzerine kurulu bu evrende nedense çok fazla düşünmeyiz kelimelerin anlam derinliğini. Birçok şeyde olduğu gibi bizi alışkanlıklarımız yönetir. Nafiye Yüksel, “gayb”ın ardına düşüyor yazısında. Bilinmeze doğru bir yolculuk diyebiliriz buna.

“Gayb, bir belirsizlik halidir. Bu belirsizliğin içini kendi hayatlarımızdan pek çok örnekle doldurabiliriz. Günlük hayatında kimse görünmeyen şeylere ya da henüz yaşanmamış hadiselere inanıyor diye imanında bir tazelenme hissetmez. Fakat önünü göremediği durumlar karşısında sabırla bekleyen her insanın imanının güçlü olduğunu uzaktan bir gözle de olsa hissederiz. Modern dünya, son zamanlarda bize yeni bir cümle sunmaya başladı: Akışa teslim olmak. Bir insanın akışa teslim olması demek hayatındaki gri alanlara eyvallah, diyebilmesi demektir.”

Türk Şiiri İçin Yeni Bir Başlangıç Noktası

Eray Sarıçam ile kuşaklar arasında gidip geliyoruz. İkinci Yeni, 80, 90, 2000, 2010 kuşağı ve belki de daha fazlası. Gerçek anlamda bir birliktelikten bahsederek kuşak kavramını ele almak artık çok da mümkün değil. Örneğin, Garip Akımı gibi ya da II. Yeni gibi şairleri, poetikaları belli bir oluşum özellikle son kırk yılda mümkün olmadı. Günümüzde de olma ihtimali yok. Sadece, ortak bir bakış açısından ve tavırdan bahsedebiliriz. Sarıçam yazısında, kendisinin de içinde olduğu 2010 kuşağını ele alıyor ve belirgin özellikleri ve 2000 kuşağı ile karşılaştırmalar var yazıda.

2010 Kuşağı da tıpkı İkinci Yeni gibi, çoğunlukla “birbirinden habersiz” şairlerden oluşuyor. Yani Yedi Meşale, Garip ya da 1960 toplumcuları gibi birliktelikten bahsedemiyoruz. Bu yıllarda kimse, bir gazete röportajıyla “devrimci genç şairler savaş açıyor” demedi örneğin. Bu bakımdan bizim kuşak bir “koro” olmadı. Olması gerekir mi peki? Gerekmez… Bu sayede, daha ilk kitaplarıyla bile “kişilik” sahibi olan birçok şair çıkardı 2010 Kuşağı. Esasen İkinci Yeni de koro değildir. Ama onların birbirlerinden tamamen koparak kişilik sahibi olabilmeleri 1960’ları buldu. Onlar 1960’larda artık tamamen kişilik sahibi eserler verirken, yine aynı yılların devrimci şairleri “koro” halinde dikkat çekmeyi nispeten başardılar. Sonra onlar da korodan ayrıldı. Yani şiirde esas olan korodan ayrılmaktır.

“Şiir öyle ya da böyle kendinden önce gelenlerle çarpışmak veya anlaşmak üzerine çıkış noktası bulur. Genelde çarpışarak yeni bir şiir çıkar. İsmet Özel ve arkadaşları da böyle yapmıştı. Onların putu da İkinci Yeni şairleriydi. Hem de ne putlar. Belki de ortaya Türk şiirinin en yetkin toplumcu kuşağını çıkarmıştı bu çarpışma. Yani 20’li yaşlardaki bu çocukların önünde İkinci Yeni gibi bir “put” vardı. O putu yıkabilmek için baltasını kavi ve sağlam tutmalıydı genç şairler. Öyle de yaptılar. En azından İsmet Özel ve bir yere kadar Süreyya Berfe böyle yaptı.”

Bağdaş Kuran Şiir ve Enis Batur Üzerine

Şiir nedir ne değildir, şiir ve elbette şair yerinde durur mu yoksa bir hareket halinden bahsedilebilir mi? yerinde saymak ya da klişelere hapsolmak şaire ne yapar, okur bu klişenin neresindedir? Soruları uzatmak mümkün. Şiir varsa ki var, sorular da uzar gider. Can Ülgen, Enis Batur örneğinden hareketle şiirin ve şairin yerini tayin ediyor. Tabi ki okur karşındaki yerini…

“Artık şiirin gelenekselden çıkıp çağdaş şairlerin ellerinde büyümesi gerektiğini herkesin kabullenmesi gerekiyor. Klişeden, sentetik olmaktan ve biraz da (kabul ediyorum) arabesklikten uzak olan çağdaş şairleri, bir kalıba sokmak yerine, onların bulundukları durumu hissedebilmek lazım. Örneğin: Ötekileştirmeyi, bir masada kendini yüce görüp bu yüzden etrafında bir çay içecek kimsenin olmamasını da bırakmak bunların başlangıcı olmalı artık. İşbu, yeni dönemin çağdaş şairlerinin eskilere nazaran hayatın getirdiği sosyoekonomik hâle kapılmamaları da güç bir durum. Bu anlamda şairin okudukça şair olduğu bir gerçek iken okuduğu kitapların da “geleneksel” yahut “klişe” fark etmeksizin kendi çarkına katkısı olduğunu herkes bilir.”

Ruhsatsız’dan Öyküler

Hamza Eren Sarıçam – Yürekten Çorba Olmaz

“Taş duvarların arasında küçük yuvarlak pencereleri zorlayan güneş, farklı renklerdeki kalın vitranın izin verdiğince taht odasını aydınlatıyordu. Odanın bir köşesindeki tahtında parlak kürkü ve belli belirsiz bazı yerleri ezilmiş tacıyla kral oturuyordu. Eniyle boyu neredeyse aynıydı. Ayaklarını tahttan aşağı sarkıtmış, yere değmiyorlardı.”

“Sonunda beklediği oldu. Kalın tahta kapı bütün heybetiyle gıcırdayarak açıldı. Kapıdan içeri odadakilerden  çok daha iri iki askerle kollarında üstü başı pespaye bir adamla girdiler. Onların girmesiyle taht odasına ahır kokusu yayıldı. Adam hiç de kısa değildi fakat kollarına girdiği askerlerin devasa vücutları ve uzun bacakları ile kıyaslanınca kralın pek sevdiği cücesi gibi kalmıştı.”

“Zindan kalenin en diplerinde rutubetli ve sidik kokan bir yerdi. Estetikten yoksun şekilsiz taşlardan örülmüş duvarlarına fare ve çıyanlar yuva yapmıştı. Meşalelerle zor aydınlanan zindanda ışığın biraz arttığı yerde kedi büyüklüğünde fareler hemencecik kaynaşıyordu. Kral yıllardır zindana inmemişti. Nizami olmayan zindan merdivenlerinden inerken yüzüne vuran sidik ve kan kokusuyla birkaç kez öğüren kral koluna giren bir şövalyeye dayanarak karanlık hücrelerin yanından geçip seyisin olduğu köşeye gitti. Yanından geçtiği hücrelerin karanlıklarına gizlenmiş bir sürü tuhaf beden ellerini uzatıp aman diliyorlardı.”

“Uçurumu kontrol eden askerler dibinde akar su olduğunu, suyun hemen yanı başında da boş bir mağara olduğunu söylediler. Kral sandık işini çözeceğini düşündüğünden başka bir şey istemedi. Seyisin iskeletini ise cevizden yapılmış bir sandığa koyup etrafını üç tur zincirle çevirdiler. Şehrin dışındaki mezara gömdürdüler.”

Arif Semih Sulubulut – Bodiler Döngüsü

“Metroya bindiğimde yine bodilerden biri vardı. Vagonlarda yatıyor, boz kılları arasında parlayan kara gözlerini zemine dikmiş, öylece seyrediyorlar. Onları insanlara saldırmaya karşı koyan, belki de böylesi bir eylemden yıldıran sebebi hep merak ettim. İçlerinde isyan bayrağını kaldırmayı bekleyen bir beyaz diş barınması muhtemel. Açığımızı, bir gaflet hâlimizi kolladıklarını biliyor gibiyim. Zaman zaman kudurduklarını duyarım. Vagonlara, raylara hırlar, tükürükler saçarlar. Yaşlıların münasebetsiz dokunuşlarına, çocukların çığlıklarına, trenin şangırdamasına, bu şey onların içinde gizlenen fitili tutuşturmuşçasına alev alırlar. Kelimenin tam anlamıyla ağızlarından ateş çıkar. Ejder yakıcılığında değil, uysal köpeklerin oyununa benzediği söylenir bu yalımların. Ürkeriz bodilerden.”

“Bodiye sataşmak, çıkacak hırgürde kadının karşısında oturma mecburiyetinden kurtulmayı geçirdim. Bodi huzursuzlanıp, sağa sola savruk koşturmalar yaparak yanına gelse, püskürttüğü alevlerle saçlarını, kaş ve parmaklarını, o zarafet siluetini küle çevirse. Karşısında oturmak hür irademle bulunduğum bir seçim değil mi? Yürüyen merdivenlerde görmüş, hava koridoruna kapılarak peşinden sürüklenmiş, beklediği vagona yanaşmış, kapıdan birlikte girmiş, karşısındaki sıkışık oturağı seçmemiş miydim? Kalkıp gidemez miydim şimdi?”

“Gümüş gümüş duruyorum şimdi, giden ve yenisi de gelmeyecek trenin ardından. Vaktim olmasa keşke. Bodiyi kışkırtan yaşlı adamı hayalime getirip durmasam. Körlüğün getirisi imgelem gücüyle, bu adamın ölmeden evvelki hâlimin ölmesem ileride bürüneceği yüz olacağını düşünmeye vakit bulamasam mesela. Acil durum valfini çeviren çocuğa kaymasa sonra kadrajım. Pozlaması yetersiz çocukluk fotoğraflarımdaki gözleri kırmızı çıkan küçük çocuk olduğunu, bu çocuğun vaktiyle âşık olduğunu…”

Ruhsatsız’dan Şiirler

Beynimde son bir kurşunluk yer var mı?
Hasmım yapar mı meydanda iyiliği?
Ve kabarttığında göğsü, çakıldığında duvara çivi
Tek bir kurşun ve her perşembe halk kurusun diye asılan kimdi?

Süleyman Emre Bayrak

Büyük bir çarşıymış kaybolmuşum ve herkes
Tarağımda birkaç tel yıldırım kalmış
Asıl ben sana baktım da dükkanlar düze çıktı gönlüm serbest
Diz dize uykumuz yok ama uyuyoruz çünkü bu genç bir atış

M. Burak Çelik

bugün celalinizi düşündüm, âşığım size
size âşığım yalan değil kılıcınız ne güzel
ne güzel kılıcınız öfkeniz geceleri uyanmanız
tam en doğru yerde damarınızın kabarması ne celallisiniz yandım
ne kadar korkardım damarınızı görsem
ama o kılıcı karnıma da yerdim göreceksem
pirinçlerim dökülürdü hep yesrib toprağına

Kadir Daniş

Kırmızı ışıkta bekleyemem memur bey, şemsiyem yok
Ayaklarımın altında bir Kurtuluş ıslanıyor bak, kırk iki numara
Cebimde sıkılmış iki yumruk, boğazımda portakal suyu
İnerken serin bir karna doğru şehrin uğultusu
Sende toplumsal düzeni tesis etme duygusu
Bende düzen yok, tesis yok, şemsiye yok memur bey

Sami Uluğ

Atları bağlayın, hiç ata binmemiş olanlar
Ne kadar da azız
Ama bu kadarız
Şimdilik.

Sadece gece çökmeden önce
Sönecek bir kandilimiz var.

Salim Nacar

zaman köle kadar anıtken uykuya
gök rahmet yağdırmak için yusuf verdi kuyuya
beniyse sıcak demirlerle dövülsün diye ellerim
çıkart galoşlarını bulaşsın dünyanın kiri ayaklarına
kapılar sürgüsüdür evlerin
böyle diyorum: ölü çocuklar yaşlarını yutkunamaz
ben ölmeye hayli yakınım, yürüyelim, yürüyelim

Berat Kormaz

Zambağı suladım o sarı işaret parmağını
Pazar yerinde bahaneler arandım
Binlerce intiharla yoklansa da
Uyanmak bilmiyordu deniz
Kafama diktiğim her bardak
Daha var diyordu
Büfede, loş odalarda, çekmecelerde
Sayfası kıvrılan veresiye defteri
Bitmedi daha

Muhammet Durmuş

eşraf yap beni ey aşk kollara damar
ceket içre yeleklere referanslarla ula beni
dünyanın çekirdeği soğuyor, koçlar hesap sormak için ayrışıyor birbirinden
ve bizler birbirimizden şişen bir balon gibi gittikçe
onu diyorum, kalbimdeki titrek nokta yok olsun sonsuza dek
güçleneyim, katılaşayım, tarkovski saçmalıklarını aşayım
ağzımın ortasından çakarlı konvoylar geçsin

Mustafa Yılmaz

Perşembe şüphesiyle birlikte balkondan
Uçuşsan güvercin sesleri
Yok mu odamda
Zayıflığın terk edilmiş gölgeleri

Ah sevdiğim
Olsun yine de
Gömleklerim kötü değil
Hala güzel düşüncelerle dolu

Evliya Çelik

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir