Cins, Sayı: 106

Cins dergisi 106. sayısında da Gazze’nin yanında olduğunu haykırıyor dünyaya. Unutmamak ve unutturmamak lazım Gazze’de yaşananları.

Cins’in Giriş yazısından…

Gazzeli Olmak-Muhammed Ebu Lebda

“Bir Gazzeli olarak, sizler insanlığın geri kalanı gibi değilsiniz. Standartlarınız tamamen farklı. Elektriği lüks, temiz suyu ise yaşam iksiri olarak gören birini kimseyle kıyaslayamazsın… Sizi tanımladıkları her şey güzel ve gurur verici görünebilir ama öyle değil. Ölüme ve acıya alıştınız. Vücut parçaları ve cesetlerle ilgili konuşmanız, dedikodu gibi kolayca geçip gidiyor.

Bir Gazzeli olarak sorununuz, hayata bakış açınızın tamamen farklı olması. Yalnızca basit bir geçim kaynağı, asbest veya oluklu demirden yapılmış bir çatı ve elektriğin dokunmadığı gecelerinizi aydınlatacak bir pil arıyorsunuz. Bütün bunların sebebinin sen olduğunu söylerken abartmıyorum. Hayatın kavramlarını değiştirdiniz, memnuniyet ve tatmin kisvesi altında insanlığınızdan pek çok şeyi feda ettiniz. Her yere düştüğünüzde ayağa kalktığınızı ve elbisenizin tozunu aldığınızı görmeye alıştırdınız onları.”

Kültürel İktidar Ne Değildir?

Ne çok konuşulur oldu kültürel iktidar meselesi. İşin içinde hem kültür hem iktidar olunca konu daha da dikkat çekici oluyor. Hakan Arslanbenzer, kültürel iktidarı ve bunun karşısında tilki ve tavukları da meseleye dahil ediyor. Bu kurnazlık bizi nereye götürür ya da ne der bu duruma Besim Hoca?

“Zürafa. Yani zürafa değildir. Fil de değildir nitekim. Tavşan hiç değildir. Laf uzayacak, kısa keselim: Ormandaki hayvanlardan hiçbiri değildir. Çünkü orman elden gidiyor. Hayvanlar arasındaki iktidar mücadelesi ormanı kurtarmayacak. Çünkü bu ormanda ayılar yoga yapıyor, zürafalar borsada oynarken aslanlar çocuklarının kreşte İngilizce öğrenmesinde ısrarcı. Daha da fenası tilkiler yabancı fonlardan aldıkları destekle kürkçü dükkânı işletiyor. Bu ne biçim orman lan?”

“İki, anominin olduğu yerde kültürel iktidardan söz etmek mümkün olmaz. 20 sene önce bunu yazdım, başka bir şey değildi. Türkiye’de solun hegemonya bakımından tek işlevi sağın kültürel üretiminin basamaklanıp yüksek kültüre, dolayısıyla kültürel iktidara ve sosyal eyleme dönüşmesine engel olmak, parazit yapmak. Saza elektrik takıp hızlandırılmış bozlak söylüyorsun, piyasa altı çalıştığın hâlde yıllar içinde yıkıp geçiyor. Tilki peh bu da sanat mı, hani senfoni diyor? Olm n’alakası var, o da sanat bu da sanat dersen, seni Besim Hoca’ya şikâyet edecek. Besim Hoca da diyecek ki Harvard, bildung, antropolojik kültür. Bu yüzden de Alman folkloristlerinin çalışmalarına benzer Rafinesse geliştirmeleri yapılamayacak ve elektro saz elektro şok etkisi yapmaya devam edecek. Erik dalı gevrektir.”

İhtilal

Hüseyin Atlansoy, Necip Fazıl’ın “İhtilal” kitabından hareketle darbelerden, ihtilallerden bahsederek konuyu Gazze’ye getiriyor.

“İhtilal denince zihnimde önce askeri darbe şekilleniyor. Devrim dense daha anlaşılabilir kabul edilebilirmiş gibi sanki. Bu yüzden olsa gerek devrimcilik saygın bir payeymiş gibi algılanırken ihtilalcilik itici bir konumda duruyor. Necip Fazıl’ın İhtilal kitabı bu konuda yazılmış en iyi kitaplardan biri. Belki de birincisi. Sezai Karakoç’un ‘devrim irinle kanla’ dizesi ile Nuri Pakdil’in devrimci selamı aklımızda bulunsun. Yetmişli yılların ortalarında önce günlük bir gazetede tefrika edilirken tam bir gazete sayfası hâlinde yayınlanmış ertesi günü bekleyemez bir hâle gelince sanırım yarıda bırakmıştım.”

“Peygamberler tarihi ile başlıyor Üstad. Kabil’in ilk cinayet ve ilk ateşe tapıcılığının simgesi olmasını ardından Nuh’un oğullarını Sam, Ham, Yafes ve Yam -Yam küfürde- serencamını anlatıyor. Galile Denizi’nin ismine Celil dendiğini öğreniyoruz. Peygamberimizin isminin İncil’de Paraklitos olduğunu da zikrediyor. Fransa’daki ilk ihtilal kıvılcımını çakan nehir yoluyla ticaret yapanlar birliği kahyası Etyen Marcel’i karikatür ihtilalci olarak niteliyor.”

“Dışarda müthiş bir ayaz var. Kahramanları ve anti kahramanların hepsini üşütebilir. Yarın Bir Mayıs. Irgatlarını sürekli arttırmak mı istiyorlar dünyanın? Ekmek bulamayanlara pasta resmi teklif etmek eski sporları. Amerika’nın demokratları ve cumhuriyetçileri İsrail ve Netanyahu ile hizalanıyor… Zulüm sürüyor. Herkes her şeyi bekliyor. Ancak salise sekmeyen büyük bir saat de vardır. Aklınızdan çıkmasın.”

Mekânda Güç ve Ahlak

Mekânın insana verdiği bir güç vardır. Toplu olmak, topluluk olmak hep mekânın ruhu ile ilgili bir durumdur. Savaş S. Barkçin; mekâna, güce ve bu gücün sonunda ortaya çıkan ahlaka dair yazmış.

“Mekânın şekillenmesi bütün toplumun hayat tarzını, psikolojisini ve yaşama şartlarını doğrudan belirler. Yıllarca devlet lojmanlarında oturdum. Nedense bu lojmanlarda mutfaklar buzdolabı bile sığmayacak kadar küçük olur. Bizim aile yapımızla, hayat tarzımızla, mutfak alışkanlığımızla alakası olmayan bu plan ülkenin her yanındaki kamu lojmanlarında onlarca yıl insanlara empoze edilmiştir. Neden? Çünkü belli ki bu lojman planları mutfakta yemek pişirme adetinin sanayi toplumu formatı içinde zayıfladığı, ev hanımı diye bir kimliğin yok olduğu, o yüzden mutfağın da küçüldüğü hatta salon içine entegre edildiği Sovyet Rusya’dan veya Kuzey Avrupa’dan kopyalanmıştır. Mesken planı kopyalanırken hayat tarzının da kopyalandığından haberimiz yok tabii ki!”

“Bugün bütün ülkeyi gezseniz tümden muhafaza edilmiş şehirler bir yana, korunabilmiş bir mahalle, bir cadde, hatta bir sokak bulmanız çok zordur. Koskoca ülkede Beypazarı, Cumalıkızık, Safranbolu gibi bir kaç örnek dışında “tarihî” diyebileceğiniz hangi yerleşim yeri kaldı? Bu yıkım sadece mekânı değil insanı yok etmekte.”

Yahya Kemal ve Türk Şiiri

Yahya Kemal hakkında yazmış bu sayı Ömer Erdem. Sezai Karakoç yazılarından sonra bu yazılarını da büyük bir merakla bekleyip ilgiyle takip ediyorum. Sadece edebî bir yazı ya da portre kaleme almıyor Erdem. Bir şairin ruh hallerini ve kat ettiği mesafeyi de gözler önüne sererek aslında bir nevi atölye çalışması yapıyor. Yahya Kemal’in şairliğine giden yolda ona etki eden tüm faktörleri görüyoruz. Çocukluğu, Paris’te bulunması ve daha fazlası.

“Yahya Kemal, Üsküp’te tertemiz bir çocukluk geçirmeseydi şair olamayacaktı. ‘Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım’ dilimizde yazılmış en samimi poetik özler içeren kitap olmakla kalmaz, bir çocuk, genç adam, Jöntürk ve idealistin Üsküp’ten İstanbul’a, sonra Paris’e fakat Osmanlı’dan çıkıp Cumhuriyet’e nasıl vardığını da sergiler. Yahya Kemal sadece mekândan mekânlara göçmez, Türkçenin şahdamarında daima akan yersiz yurtsuzluğu da temsil eder.”

“Yahya Kemal eğer Paris’e kaçmasaydı yine şair olamazdı. Bir vesileyle adımını attığı İstanbul ona alttan alta ‘şimdi benden git, buradan kaç fakat sonra ebediyen geri gel’ telkininde bulunmuştur. Ahmet Agah gibi, Üsküp’ten, Şerezli Şekip Beyin konağına inmiş, musiki meraklısı bir genç ancak Muallim Naci ve adamlarının eteğinde hayat hakkı bulabilirdi. Oysa onun teslim olmaz mizacı İstanbul’un politik ve kültürel ikliminde yaşamasının mümkün görünmediğini hissettirmişti.”

Tülay Gökçimen ile Söyleşi

Sueda Nur Çokadar, Tülay Gökçimen ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Konumuz elbette Gazze. Kısa filmleriyle, yazdıklarıyla, mücadeleci kimliği ve duruşu ile her zaman Filistin’in yanında duran Gökçimen’in Gazze’ye dair çağrısı tüm insanlığa; “Gazze için aksiyon hepimizin derdi olmalı.”

“Öncelikle Gazze halkına bu soykırımı yapanlarla mücadelemiz kıyamete kadar sürecek gibi gözüküyor tabi Cenabı Allah bir gün onları yeryüzünden silmediği sürece. Hep bunu hayal ediyoruz bir sabah kalkacağız ve bir bakmışız İsrail diye bir devlet yok! Ama o zamana kadar çok çalışmamız lazım. 7 Ekim’de hayatı dondurmak isteyen işgalci İsrail 7 Ekim’den önce yaşananları veya 7 Ekim’den sonra yaşananları dünya konuşsun istemiyor. Sanki her şey 7 Ekim’de Hamas’ın direnişi ile başlamış gibi bir algı oluşturmaya çalıştı ama dünya halkları gördüğünüz gibi ayakta.”

“Filistin’de olanları daha fazla bilseydik daha fazla ürün çıkabilirdi. Farkındalığımız artabilirdi. Ama olmadı pek çok şey için geç kaldık. Ben bir belgeselci olarak Filistinle ilgili belki binlerce videoya editörlük yaptım, iki bölüm yayınlanmış uzun metraj belgesel, bir bölüm de yayınlanmamış belgesel çektim Filistin topraklarında. Bunu çekmeyi bile 2015 yılında akıl edebilmişim. Ondan önce İsrail’in kuruluş sürecini ve Filistinli mültecileri anlatan başka bir belgesel daha yapmıştık. Çok az! Bunca yaşanan acı için bunca insan hikâyesi varken şimdi Filistin hakkında çekilmiş filmleri, belgeselleri say deseniz bir elin parmaklarını belki biraz geçer.”

Yahudiliğin Parmak İzleri

Rezilce bir iş gördüğümüzde; “Bu işte bir Yahudi parmağı vardır.” diyoruz ya; Muhammed Yazıcı tam da bunu anlatıyor yazısında. Tarihi gerçeklikler ve Kuran ışığında Yahudiler var yazıda.

“Yahudileri anlamak için elimizdeki ilk ve en önemli kaynak kutsal kitaplarıdır. 39 kitaptan oluşan ve yazımı yüzyılları bulan İbranice kutsal kanoniklerin ilk bölümü olan Yaratılış (Tekvîn), hepsine temel giriş niteliğindedir. Yaratılış ilklerin kitabıdır: İlk insan, ilk evlilik, ilk aile, ilk günah, ilk müzik aleti, ilk giysi… Hz. Musa bunlarla birlikte diller, uluslar, İsrail ve kurtuluş tarihi konularında Hz. Âdem’den Yusuf’a; başlangıçtan Malaki’ye kadar geçen sözlü ve yazılı kültürü Tanrının kontrolünde ifadeye dökmüştür. On Emir’de olduğu gibi bazısı doğrudan vahiydir. Yahudi inancında Hz. İbrahim’le başlayıp Musa ile mükemmel seviyeye ulaşan peygamberliğin son temsilcisi genelde Ezra ile özdeşleştirilir. Talmud’ta peygamberliğin sona ermesinin sebepleri arasında Mabed’in yıkılması ve artık bu liyakate sahip şahsiyetlerin bulunmaması zikredilir. Bu tarihten sonra yol gösterici ve seçilmiş Tanrı adamı (navi: peygamber) portresi yerine dini bilip yorumlayan bilgeler (rabbi: din adamı) figürü öne çıkar. Aynı zamanda kurtarıcı mesih beklentisi doğmaya başlar.”

Cennet Neden Vardır?

Mustafa Ulusoy, yazısına böyle başlıyor; cennet neden vardır? Herkesin gönlü cennetten yana. Ona şüphe yok. Hakkında Kuranî bilgiler dışında çok da malumatımız olmasa da herkes cennet hayalleri kurarak bir ömrü tüketiyor. Neden vardır ve nedir cennet gibi soruları düşünmeden kuruyoruz hayalleri. Çünkü nedensiz ve niçinsiz arzuluyoruz cenneti.

“Cennet neden vardır? Sonsuz cömertliği, tükenmez servetleri, bitmez hazineleri olan; sonsuz cemal ve kusursuz kemal sahibi mutlak varlık, sonsuz rahmetini, cömertliğini, servetini, ebedi olarak sergilemek ister. İşte bu serginin adıdır cennet. İnsan hamuru bu sonsuz serginin sonsuz ihtiyacıyla yoğrulmuştur. İnsan, sonsuz cemali, kemali, ihtişamı sonsuza dek seyredecek, temaşa edecek bir misafiridir. Cennet, Yaratıcı’nın insana verdiği sonsuz değerin en büyük kanıtıdır.”

“Cennet umuttur. Sonsuz merhamet sergisidir. Kusursuz bir tamamlanmışlık duygusunun yaşanacağı yerdir. Kalbin, duyguların, aklın, nefsin mutmain olduğu yuvasıdır insanın.”

Tanıl Bora’ya En Cins Cevap

Karın ağrısı gibi bir dert vardır ve bazılarında sık sık ortaya çıkar. Bazıları sebebe dayalı olsa da çoğu müzmin ağrıdan başka bir şey değil. İrfan Tabanca, Tanıl Bora’nın Cins dergisini hedef alan sözlerine esaslı üç el cevap vermiş. Tanımamakla ya da bilip de bilmemezlikten gelme (Tecâhül-i ârif demedim artistlik olmasın diye) ile belki açıklanabilecek bir durum bu. Cins dergisinin bir derdi var. Birkaç kapağına bakmak bile yeterli bu derdi anlamak için. Sadece yazılarla değil yürekle de çıkan Cins’e atılacak hiçbir çamur tutmaz çünkü sağlam yüreklerde durmaz hiçbir leke.

“Tanıl Hoca’yı, henüz ve hâlâ yazılmamış olan Cumhuriyet sonrası Türk düşünce tarihinin Demirel’i olarak işaretleyelim ve şunu netleştirelim; “Ot-Kafa-Deve-Fil-Bavulgillerin mütekabili olan Cins Dergisi”, Tanıl Bora’nın zannettiği gibi “Türkiye’de Kemalist beyazların oluşturduğu kültürel iktidarla mücadele etmek” için falan çıkmadı. Bu illüzyonu yeriz mi zannediyor Tanıl Hoca? Bu çayır, çimen değil. Bu sürülen yağ değil, o biçilmiş don kıspete nispet değil.”

“Adamlar kendileri çalıp kendileri oynuyorlar, orada niye sorun olmuyor. Demokrasiyi içselleştirmiş bir entelektüel olarak her şeyi ancak bulduğu karşılıkla izah etmeye yönelik bu eğilimin nasıl konuşmaya bile değmez bir düşüklük olduğunu gerçekten görmüyor mu Tanıl Bora? Bir şeyin bir şeyi ‘aşması’ ne demek gerçekten? Çok kırılıp dökülür yerler buralar. Mevcut düşünce ve kültür dünyası neymiş? İddiamız ya da iddiamız nispetince üretimimiz yoksa mevcuda mı eklenmeliymişiz? Nuray Mert bizzat öyle mi yapmış mesela?”

“Açık bir hesap hatasıyız biz. Söylediğimiz şarkının bir daha asla kimse tarafından mırıldanamaması için her şeyin yapıldığı bir dünyada, yüz küsur yılın ardından tuhaf tuhaf şeyler söylüyor ve başımıza dikilen tüm ayartıcı isim ve eserlere rağmen el yordamıyla bir ateşi yakıyoruz. Taşınacak suyun ve kırılacak odunun nerede olduğunu yeni yeni anlıyoruz.

Neden peki böyle? Çünkü Amerika’dan F-16 kitleri alıp, Türkiye’ye satan komisyoncu ve büyük ‘çevreci patron’larımız yok. Olsun arzumuz da yok. Bu böyledir ama. Tutarlılık arayınca kendinle kavga ediyorsun.

Son olarak evet, bazı şeyler hiç de ‘samimi’ değil Tanıl Hocam. Yoksa Osman Kavala niye hapiste olsun.”

Boykot’un Tarihi

Ali Sürmelioğlu, “Nanköre Cevabın Tarihçesi Boykotaj” yazısında boykotun tarihi anlatmış. Tarihteki ilk boykottan ve yapıla boykotlardan örnekler var yazıda.

“İlk boykot ne zaman yapıldı diye soracak olsanız evvela İrlandalı çiftçilerin 1879’da Charles Cunningham Boycott isimli bir adamın sert tutumuna karşı hayvanları sakatlaması ve kötü muamelesine engel olmak için protesto maksadıyla onu dışlamaya çalışmasını örnek verenler çıkacaktır. Haksız da değillerdir. Bir eyleme ismini veren adam olarak Boycott çocuklarına miras olarak evrensel bir kara leke bırakacaktı.”

“İlk boykot denemesiyle hem İttihatçılar hem de halk ellerinde nasıl bir güç olduğunu fark etmişlerdi. 1909’daki Girit ve 1911’deki ABD ile yaşanan Hacı David Kumpanyası boykotunu saymazsak bir sonraki büyük boykotun tohumları da yine 1911’de atılacak, 1913’de bir yıla yakın devam edecek asıl süreç başlayacaktı.”

Mehmet Öğün ile İslam mimarisi Üzerine Söyleşi

Servet Sena Sorkun, Mimar Mehmet Öğün ile İslam mimarisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Osmanlının mimari anlayışı, mimari ve gösteriş, peyzaj çalışmalarının mimariye etki ve katkısı gibi birçok konu ele alınmış söyleşide.

“Hesaplı hissiyatlar, ruh hâlleri oluşturmaya yönelik, tek merkezli ızgara plan şemaları, katı simetriler, oransallıklar ve benzeri değişmez estetik kuralları kullanarak görsel etkiler yaratmayı amaçlayan tasarım yasalarından uzak durur. Dünyanın, çok küçük unsurların birlikteliği neticesinde var olduğunun bilinciyle, yapıyı meydana getiren her unsurun, bağımsız ve zarif olması, bütüne zorlamayla değil de gönüllü katkıda bulunması, gösteri yerine, fiziki çevreye gerçek ve saf bir katkı sağlaması için çaba gösterir. Böylesi bir mimari esrarengiz ilham süreçlerine, sanatsal hokkabazlıklara ihtiyaç duymaz. Süreç zor da olsa hedefi belli, yapacakları tanımlı ve nettir.”

“İslâm toplumlarında genel olarak bahçe, cennetin yeryüzündeki yansıması olarak görülür; bahçenin en önemli unsurları olan bitkiler, çiçekler, ağaçlar ve suyun meydana getirdiği bütünlükten doğan tabii güzelliğe özel bir değer ve önem verilirdi. Ancak peyzaj düzenlemesinde, mezhep farklılığı yanında, bulunulan coğrafyanın iklim ve diğer özelliklerinin de etkisiyle değişik yaklaşımlar söz konusu olmuştur.”

Hayata Çalınmış İlahi Maya

“Hayata Çalınmış İlahi Maya” olarak adlandırıyor fıtratı Sadettin Acar. İnsanın elindeki en büyük nimetlerinden biridir fıtrat. Yaradılıştaki fıtrat üzere bir hayat sürse insanlık aslında dünya hayatının dengesi de bozulmayacak. Fakat Rabbin lütfu olan fıtrat yara aldıkça insanlık da yara almış oluyor.

“Hayatın fıtratı ile dinin fıtratı birbirine benzer. İkisinin de yaratıcısı ve belirleyicisi olan yüce Mevla’nın, birbiriyle uyum sorunu yaşayacak iki olguyu birbiriyle telif ve terkip etmemizi istemesi düşünülemez elbette. Bu, yerine getirilmesi mümkün olmayan bir teklif olurdu. Tıpkı dinde asıl olanın helâl ve mubah olması gibi hayat da bağışlanmış olan özü itibarıyla temizdir ve güzeldir. Hayatın içerisindeki kötülükler ise bir istisnadır.”

“Meselenin özü şudur: Din ile hayat birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Din mükellefiyetler yoluyla ve ibadet formlarıyla bu birliği tesis etmeyi amaçlar. Küçük ve narin dokunuşlarla hayatın tümünü anlamlandırmak ister. Aynı zamanda o dokunuşların hayatın kılcal damarlarına kadar sirayet etmesini hedefler. Dinsiz bir hayat sadece anlamdan mahrum kalmaz, iyilikten, güzellikten ve doğruluktan da nasipsiz kalır. Aynı şekilde hayatsız bir din de muallakta kalır, ayakları yere basmayan ütopik bir mesele olarak zihinlerde yaşar. Bu da hayatı hayat olmaktan, dini de din olmaktan çıkarır.”

Şehir Güzeldir

Şehir güzeldir, doğru. İnsana has kurulursa ve medeniyetin merkezi olursa güzeldir şehirler. Bombalar altında değilse ve kapitalizmin tatmin aracı değilse güzeldir şehir. Nuri Sincanlı, şehir güzeldir, güzel olmalı diyor yazısında.

“Güzel olmalı şehirler. Meydanı, çarşısı, mahallesi ve mimari dokusuyla abidevi bir güzellik inşa edilmek mecburiyeti vardır. Çirkinlik yakışmaz güzel olana. Tuvalin üzerine boca edilen renk paleti abstract bir bütünlük ortaya çıkarsa da bu soyut bir güzelliktir. Şehrin ihtiyacı karmaşa ve bilinmezlik değil; değişimi ve hayali de içinde barındıran empresyonist bir tablo olsa gerekir.”

Şiirimizi Kaybettik mi?

Musa Yaşaroğlu, şiir geri döner mi diye soruyor yazısında. Şiirsiz kaldık, bu doğru. Sadece şiirsiz mi? Tatsız, tuzsuz, renksiz bir hayatımız oldu. Modern çağ diye diye bizi her şeyden mahrum bıraktılar. Şiirden bile. Döner mi şiir tekrar gönüllere? Döner tabi. Hayat devam ediyor. Şiir hep var. Şiirin sesini duyacak kalpler tekrar doğrulacak ayağa.

“Şairlerin gönülleri de kelimeleri de ne yana gideceğini bilemeyen yolcu misali yorgun, kırgın ve tarumar… İyi şiir, hakiki şiir, anlamlı şiir… İstisnalar dışında ara ki bulasın. Üst üste yığılı kelime cümbüşlerinden başkasına yer yok sanki. Anlam herkesin yitiği, ahenk Kaf Dağı’nın ardında… Gönüllerin dili suskun, zihinler ise çok oldu elden çıkalı… “Bazıları şiir sevmez, çünkü onların yaraları yoktur, yaraladıkları vardır.” diyen Attila İlhan nasıl da haklı… Sözlerin bile mekanikleştiği, şairlerin “yeni şeyler deneme” hülyasıyla sözün itibarını yerlere düşürdüğü günlerde biz şiir arıyoruz okumak için. Okumak, dinlemek ve başkalarına da okutmak için… Olur mu dersiniz?”

Cins’ten Öyküler

Güray Süngü – Ekran

“Eline tutuşturulan ekrana bakarken sıkılan insan için sıkıldığı an devreye girecek başka bir eğleyici gerekiyordu. Dünyanın akıllı insanları bunu da buldular biraz çalışıp. Ekranların içine başka bir ekran koydular ve onu da hemen insanlara sundular. Harika derecede süper oldu böyle olunca; artık ekrana bakan insan sıkılınca ekranın içindeki ekrana bakmaya başlıyordu. Sonra ondan sıkılınca, ekranın içindeki ekranın içindeki ekrana bakmaya başlıyordu. Sonra ondan da sıkılınca ekranın içindeki ekranın içindeki ekranın içindeki ekrana bakmaya başlıyordu.”

Mustafa Çiftci – Unutamazsam Diye Korkuyorum Ebru

Derdimi anlatmaya başlamadan evvel söylemek isterim. Ben “Ebru” diyemem, zorlanırım. Ben ancak “Epru” diyebiliyorum. Epru ben üçüncü sınıftayken sokağımıza taşındı. Okul yolunun üzerinde birinci katta ev tuttular. Ben ciddi adamım. Okula giderken sağa sola aç kediler gibi bakmam. Dolayısıyla da Epru’ya da bakmadım ilk zaman. Bizim sınıfa geldi, oturdu. “Yeni arkadaşımızı bize tanıtan örtmen merhaba deyin.” dedi. Ben öyle yalandan “merhaba” dedim. Ama içimde bir şey oldu. Süt kazanındaki sütler kadar sıcak değil daha ılık daha arsız bir şey aktı içime doğru.

“Düğün başladı, millet birikti, oyun havasından evvel dans müziği çalmaya başladılar. Benim içime yine o şeyden aktı. Dayanamadım. Gidip Epru’ya “…merhaba…” dedim. Annesinin elini öptüm. Sonra nasıl cesaret ettim şimdi bile bilemiyorum. “Dans edek mi kız Epru?” dedim. Epru’nun artık mavi olduğunu kesin bildiğim gözleri kocaman açıldı, yüzü kızardı, sonra elini yüzüne kapatıp annesinin kucağına saklandı. Annesi de bu teklifimi duydu. Hep beraber hangır hangır güldüler.

Sonra mahallede olay oldu. Beni taklit edip eğlendiler yaz tatili boyunca.”

Kuşluk dergi, 3. Sayı

3. sayısı ile gönül hanemize kondu Kuşluk dergi. Halis bir niyetle yola çıkan yolda kalmaz. Yeter ki doğruyu anlatmak, gönüllere dokunmak olsun niyet. Kuşluk dergisi bu içtenlikle daha 3. sayısında aranan, beğenilen, tavsiye edilen bir dergi oldu. Yolu hep açık olsun.

Derginin Giriş yazısından…

“Kuşluk Dergi olarak, sanatın ve doğanın büyüleyici dünyasına olan tutkumuzu sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Bu sayımızın kapağı, yaz aylarının sıcaklığını ve doğanın cömertliğini yansıtıyor. Deniz, kum ve güneşten ziyade; doğanın içinde yüzmeye, ağaçların gölgesinde serinlemeye davet ediyor bizi. Başakların olgunlaştığı bu mevsimde fırsatınız olursa onlara bir dokunun; doğanın bu huzur veren dokusu size iyi gelecektir.”

“Kuşluk Dergi’miz yolculuğuna sizlerden gelen harika desteklerle devam ediyor. Kuşluk’a abone olarak Gazzeli kardeşlerimize yapmış olduğunuz destekleri ulaştırdık ve ulaştırmaya da devam edeceğiz. Edebiyatın yaraları sarma gibi bir gücü varsa işte bu, bunun en somut örneği/”

Zamanda Yolculuk Yapmak Mümkün mü?

Hayali bile güzel zamanda yolculuk yapmanın. Zamanları aşarak bilinmez bir yolculuğa çıkmak masaldan başka bir şey değil. Peki bu yolculuk mümkün mü?  Feyza Kartopu, gizemli bir yolculuğa çıkarıyor bizi.

“Aklımdaki sorular birbirine eklenerek uzun ve güçlü bir zincir ediyordu etmesine ama bibliyofil kimliğimin verildiği ve artık sıradan bir fil olmadığım o gün, ak­lımda tek bir soru vardı: Zaman, bazen uzayıp bazen kısalıyor muydu gerçekten?Benim için bir dakika gibi geçen saatler, başkası için uzun ve yorucu günler gibi gelir miydi? Zamanın farklı yerlerde farklı hızlarla aktığını söyleyen Einstein’ın ifade ettiği şey, böyle bir şey miydi? Bir “solucan deliğinden girdiğimde uzak bir zamana ışınlanabilir miydim? Sahi, şu zamanda yolcu­luk denen şey, gerçekten mümkün müydü?”

Kur’an’ın İçindeki Arı

Kur’an bir hayat kitabıdır. Yani hayatta ne varsa hepsinin bir izi, sesi, haberi vardır Kur’an’da. Özkan Öze çok güzel yazı kaleme almış. Kur’an’ı anlamaya davet eden, okudukça hisseler çıkarılabileceğini işaret eden bir yazı bu. Âkif’in sesiyle sesleniyor Öze yazısında; “İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;/ Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.” Anlamak, hayata geçirmek indirilmiştir için Kur’an ve bu sebeptendir ki her şey vardır içinde; arılar bile.

“Çocukluğumda bana, “Bunun içinde arı var/” diyerek Kur’an’ı gösterecek olsalardı aklıma başka hiç bir ihtimal getirmez, arının nasıl olup da bu mukad­des kitabın içine girdiğini merak eder, “Hadi bir şekilde girdi; acaba neden zamanında uçup kaçamadı? Kaçıp kendini kurta­ramadı?” diye sorardım.”

“Taptaze kalbimizin bütün odacıkları ile iman ettiğimiz sevgili kitabımızın içinde, esen rüzgârlardan ve incir ile zeytinden ve muhkem dağlardan ve üstümüzden gelip geçen bulutlardan ve okyanusların derin dalgala­rından ve inci ile mercandan ve karanlığı delip geçen yıldızlardan ve ka­natlarını aça kapata uçan kuşlardan bahseden âyetler olduğu gibi, bal arılarından bahseden ayetler de bulunduğunu, hatta bu sebeple, yüz on dört suresinden bir tanesine, NAHL yani BAL ARISI isminin verildiğini, ta o zamanlardan öğrenmiş ve biliyor olaydık…”

Bir Atlasla Neler Olur?

Abdurrahman Ekin, bizlere Nuri Pakdil’i anlatıyor. Elbette Pakdil demek Kudüs demektir. Bir atlasa sarılıp yatmaktır. Özgür Kudüs rüyaları görmektir.

“Gökyüzüne eşsiz kanatlı birkaç kuş yerleştirdi. Rengârenk bulutları saldı ardından. Birkaç yağ­mur damlasının da iyi olacağını düşündü. Sonra elleriyle boyadı semayı. Yeryüzünü çocuklarla, çiçeklerle, ceylanlarla, güneşi çağıran horoz­larla, yeryüzünü koşan atlarla, bebekler uyu­sun diye anne kucaklarıyla donattı. Balıkları ekledi. Bir de şiiri aldı eline. Kudüs, Mekke, Medine gönüllere yerleşsin istedi.

Nuri Pakdil, derlerdi ona. Güneş doğmadan kalkan bir babanın evladıydı. Oğlu uyansın, diye; usul usul kapıları çalan, güneş gibi odaya sızan, günün beş vakti en nazik şekilde namaza çağıran bir baba… Her baba çocuğuna biraz da aynadır, onu örnek alır.

Pakdil de babası gibiydi. Ona benzemekten gu­rur duyardı. Onun gibi kendinden emin ve güçlü biri olmak isterdi.”

Okula Gitmek Şart mı?

Bu sorunun cevabı net; şart. Müzeyyen Çelik Kesmegülü ne diyor acaba bu konuda? Peki çocuklar ne düşünüyor bu konuda? Aklımızda deli sorular ama hepsinin de cevabı var.

“Düşünsenize hayatınızda okul dışında nerede aynı yaştaki pek çok ar­kadaşınızla bir araya gelebilirsiniz? Okul bunu sağlar. Aynı yaş guru- bundakiler daha iyi anlaşırlar. Çünkü aynı kuşağın insanları olmaları onların çok fazla ortak noktası olduğu anlamına gelir. Buna okulun sosyalleştirme yönü diyebiliriz. En güzel yönü dememizde de bir sakınca yoktur bence.

Bir de covid 19 salgınında okulsuz kalmıştık. Bilgisayar ekranlarında okulu yaşamaya çalıştık. Olmadı öyle. Sevemedik. Koridorların cıvıl cıvıl olduğu okulumuzu, arkadaşlarımızın olduğu eğlenceli sınıflarımızı öz­ledik. O zaman da anladık ki okul iyi, okul güzel, okul iyi ki var!”

Bağlama

Bu sayı bağlama ile çıkıyoruz yola. Bir türkü tadında ağır ağır ilerliyoruz. İçimizde huzur veren bir türkü var. Yunus Meşe; Türk’ün Sözü, Türk’ün Sesi olarak tanımlıyor bağlamayı. Yüzyıllar boyunca şekil değiştirmiş olsa da bağlama bizim milli bir çalgımız. Türkülere ve Yunus Meşe’ye kulak veriyoruz.

“Adımıza saz derler. Bağlama derler. Meydan sazı, Çöğür, Cura, Dede sazı, Balta sazı, Kopuz, Üç telli… Onlarca ismimiz var. Yöreye, tavra, enstrümanın yapısına göre değişiyor bu isimler. Farkı adlarla anılsak da atamız kopuzdur. Ondan, onun doğduğu topraklardan geldik.”

“Orta Asya topraklarından başlayan yolculuğumuz Anadolu’ya uzanır. Yûnus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Neşet Ertaş gibi söz ve saz ustaları bağlamayı Anadolu sazı hâline getirir. Yedi telli, yedi burgulu bu enstrüman biçim değiştirse de o günden bugüne Türk’ün sesini duyurur. Türk’ün sözünü söyler. Âşık Veysel, “Ben giderim sazım sen kal dünyada. Gizli sırlarımı aşikâr etme.” demişti bana. Söyleyeceklerim bu kadar evladım.”

Sarının Profesörü Vincent Van Gogh

Esra Karaman, Sanat Günlüğü köşesinde Vincent Van Gogh’u anlatıyor. Resimleri, renk tercihleri, dahil olduğu akımlar gibi ayrıntılardan bahsediyor.

“Van Gogh resme başladığında koyu renklerle çalışıyordu. Paris’te tanıştığı Yeni İzlenimcilik akımının etkisiyle canlı renklere geçti. En çok da sarıyı sevdi. Van Gogh, doğayı ve köy hayatını çok seviyor; sabır ve emek önemli diyordu.

Bunun için eserlerinde doğa ve insan yaşamı arasındaki bağlantıyı resmediyordu.”

Sanatçının eserlerinde kullandığı sarı tonun sebebi, yaşadığı rahatsızlığın etkisinden midir bilinmez ama sanat tarihine “Van Gogh Sarısı”olarak damgasını vurduğu bir gerçektir. Hayatı boyunca yalnızca bir tablosunu satabilmiş Van Gogh’un sanatı ancak yıllar sonra anlaşılabilmiş ve birçok sanatçıya, sanatsevere esin kaynağı olmuştur.”

Kuşluk’tan Hikâyeler

Muhammet Kamil Yaykan – Uykucu Tulum

“Merhaba, ben uyku tulumu. Gecelerin en sıcak dostu. Üşütmem çocuk­ları, geçirmem soğuğu. Anneler en çok bana güvenir, dışarıda ister kar yağsın ister dolu… Adım “1-2”. Desenlerimde sayıların her biri. Pa­mukludur astarım, içim yeşil, dışım mavi.

Gelince uyku saati, çıkarım dolaptan. Önce sarınırım çocuğa, ninni söylenir bir yandan. Bazen “Danalar girer bostana” bazen de “Çamlıbel’den çıkılır yayan.”Sonra göz kapakları kapanmaya başlar ağırdan. Çıkagelir artık uyku aniden. Ardından başlar bin bir çeşit macera. Kapısı aralanır rüyaların usulca.”

“Ardından kurulur en mükellef sofralar. Süt, reçel, ekmek, peynir, zeytin, bal ve tabii ki yumurta da var.

Genellikle ben de katılırım kahvaltıya. Hatta ara sıra bakarım yemeklerin tadına. Bakmayın siz küçüğün dikkatsiz davrandığına, titretiveririm kolumu eğer yemek mis gibi kokuyorsa.”

Abdullah Harmancı – Genç Adam ve Çilli Oğlan

“Genç adamın kalbi kırıktı. Bakışları ışıksızdı. Rengi soluktu. Kaşları çatıktı. Yüzü asıktı. Sakalları bir haftalıktı. Elleri ceplerindeydi. Kendisini bu toprak yola bırakıp giden, giderken de her yeri toza bulayan otobüsün arkasından baktı. Ayağını boşluğa doğru salladı. Sırt çantasını eline aldı. Ağır ağır yolun etrafını saran tarlalara indi. Çilli oğlan işte o zaman çıkıverdi karşısına.”

“Çilli oğlan sessizleşmişti. Yüzü sıcaktan kızarmıştı. Başındaki komik şapka iyice alnına eğilmişti. Muhtemelen ağabeyinin şapkasıydı bu. Yere bakarak yürüyordu. Genç adam, çocuğun gerisinde kalmıştı. Onu izliyordu. Kocaman adammış gibi tavırlar takınması, tertemiz sesiyle sorduğu sorular, üzerinde neredeyse dizle­rine uzanan uzun, bol ve eski ceket.. Sıska vücudunun üstünde tiril tiril sallanan ceket.. Hepsi, hepsi, içini sızlatmıştı. Çilli oğlanı göz ucuyla süzüyor, bu gariban çocuğun yaşayacağı hayatı düşünüyordu.”

Feyza Şahin – Fistan Teyze ve Gizemli Kayıp Eşya

“-Bak şimdi… Yine unuttum! Ne arıyordum ben? Ah Fistan ah! Sen genç­liğinde böyle miydin? Zehir gibiydin. Hey gidi… Ama hep o cep telefonları yüzünden. Herkesin elinde bir telefon. Benim de. Sonra unutursun tabii!

Fistan Teyze böyledir. Bir yandan kaybettiği eşyalarını arar, unuttukları­nı hatırlamaya çalışır, bir yandan söylenir. Bu Fistan Teyze kimdir, böyle döne döne neyi arıyor, diye sorabilirsiniz. Sorun, hakkınız var. O konuya sonra geleceğiz, diye umuyorum. Fistan Teyze neyi kaybettiğini unuttuğu için ben de henüz bilmiyorum. O bulursa biz de öğreneceğiz.”

“Torun lokması dediği en küçük to­runu. O da artık kocaman bir adam. Hep “Seni yerim!” diye seviyordu çocuğu, ondan aklında bir lokmalık, ufacık torun olarak kalmış. Mamayı ayakkabılığa torunu koymadı aslında, kendisi koydu. Neyse, kadıncağızın aklını bir de biz karıştırmayalım. Sa­atini buldu mu acaba?”

Kuşluk’tan Bir Masal

Dilara Uysal Yurtsever – Kanaviçe Masalları

“Güzeldüş Mahallesi’nin tüm çocukları; her pazar Kanaviçe Nine’nin evinde toplanır, ondan türlü türlü masallar dinlerdi. Masalları dinlemeye doyamaz, bir sonraki haftanın gelmesini iple çekerlerdi. Kanaviçe Nine öyle önceden hazırlık falan da yapmazdı ha! O gün, o anda canı hangi hikâyeyi anlatmak isterse onu anla­tırdı. Belki de onu dinleme­ye gelen çocukların anne babaları bile ondan hikâye­ler dinlemişti. Sahi Kanaviçe Nine kaç yaşındaydı?”

“Zaman öylece geçip gitmiş. Artık gencecik bir kız olduğunda Kraliçe, kanaviçeye merak salmış. Bembeyaz kumaşlar üzerine rengârenk iplerle çeşit çeşit desenler işlemiş. Kanaviçe işlemeyi öyle seviyormuş ki neredeyse tek ilgilendiği şey bu olmaya başlamış.”

Kuşluk’tan Şiirler

Hiç üşenmeden her harfi için
Bir kez öpmüşsün
Bütün çiçekleri
Ne kadar teşekkür etsek azdır sana
Ve söylesek
İçimizden geçenleri.

Siz geleceksiniz diye
Bir gün önceden başladı
Telaş, heyecan…
Zor sakinleştirdi ormanı
Sürmeli ceylan.
Gökhan Akçiçek

Alacağın olsun
Anneden dedem
Onca uzak yoldan geleyim
Sen çıkıp gelme
Beni görmeye

Selam iletmişsin
Bizde âdettir diye
Torunlar gider
Her zaman
El öpmeye
Tacettin Şimşek

Ben Koala
Gün boyu sarılıp yatarım
Ağaçların kollarında
Oh bir güzel uyurum
Hem deliksiz uyurum

Tembele çıkmışsa da adım
Göğü seyretmesini de bilirim
Geceleri yıldızlara dalıp gitmesini de…
Vural Kaya

Babamın kolları
Kilometrelerce uzar
Ta uzaya kadar
Nerede olursam olayım
Beni sarar sarmalar

Babamın ellerinde ne var,
Nasıl böyle güzel yapıyor her şeyi?
Ayşegül Sözen Dağ

Çiçekten bir mevsim düşleriz
Oyun parklarında
Hiç bitmeyen bahar vardır
Zeytin ağaçları arasında

Umudumuz tükenmez
Kâğıttan dünyada
En iyi arkadaşımızdır
Mescid-i Aksa
Ayşe Altıntaş

Bazen diyorum ninem gibi
bulutlardan ip yapsam
kediler hiç üşümez
yıldızlardan cep yapsam

kitapları çırpıp önüme
masallardan kip yapsam
kötüleri kovalayıp
iyilerden tip yapsam
M. Ali Köseoğlu

Şehir Kültür- Sayı: 120

10. yılını geride bıraktı Şehir ve Kültür dergisi. Derginin ne kadar istikrarlı yol aldığını görmek için 120 sayıya bakmak yeterli olacaktır. Her sayı büyük bir özenle hazırlanan, şehirlerin ve ülkelerin nabzını tutan dergiye nice 10 yıllara ulaşmasını diliyor, emeği geçenleri kutluyorum.

Küçük Ayasofya’da Bir Çift Yürek

Ümit Meriç ile bu sayı Küçük Ayasofya’ya gidiyoruz. Bir huzur iklimini anlatır gibi bize Küçük Ayasofya’yı anlatıyor. Tarihi, özellikleri, bahçesi, mimari özellikleri ile Küçük Ayasofya’dayız.

“Camii’nde birkaç asır sonra büyüyen ve kemâl zincirini batıda Edirne Selimiye Camii’sinde noktalayan mîmârîmizin ihtişam silsilesinde Küçük Ayasofya’nın hiç mi hatırı yok?”

“Peki ya sessiz bir cıvıltı içindeki avlu? Suyu kesilmiş şadırvanın etrafında at nalı gibi sıralanan derviş hücrelerinde Aziz Mahmut Hüdâyî seneler boyu girip çıkan, âşıkânı irşâd etmiş, Kim bilir kaç tanesinde sinesi âteşlere yanan bir Celvetî dervişinin “Âh”ı, semâvâta yükselen hafî bir “Allah” nidası olmuştur? Şimdi en dipteki odadan acemi bir neyzenin kesik kesik nefesi geliyor. Yan hücrede yeni Müslüman olmuş koca sakallı bir Fransız, nurlu çehresinde bir “Vav” levhasının hayreti, küçük tahta kapıdan çıkıp yandaki hücrede sergilenen Yeşilırmak’a hayali düşmüş bir Amasya konağı tablosuna bakıp, hayran kalmaya gidiyor.”

Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Mekanı: Domaniç

Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Domaniç’i anlatıyor. Bir devletin kuruluşuna ev sahipliği yapmış, tarihe şahitlik etmiş bir mekân var karşımızda.

“Kayı Boyu’nun Batı Anadolu’da Söğüt ve Domaniç’te rahatça yerleşmesinde Bizans’ın saray teşkilatındaki iç huzursuzluklar ve çeşitli entrikalara sahne olan hanedan değişiklikleri de etkili oldu. 1261’de İznik İmparatorluğu İstanbul’a taşınmış ve Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’da, Paleolog hanedanı kurulmuştur. Bu karışıklık süreci, sonraki devirlerde on yıllar boyunca devam etti. Bizans sınırını Türklere karşı müdafaa eden halk, eskiden vergilerden muaf tutulurken sonradan ağır vergilere tabi tutuldu. Bu politika değişikliği, doğal olarak tepkiyle karşılandı. Uzun bir geçmişten gelen imtiyazlarını kaybeden yerel halkın hoşnutsuzluğu, sınırlarda tam bir karmaşaya yol açtı. Bizans içindeki bu zaaftan istifade eden Türkler, yayılma siyasetlerini başarıyla uyguladı.”

İki Asır Önce İstanbul’da Yabancı İstanbullular

Seyahatnameler ışığında iki asır önceki İstanbul’u anlatıyor Mehmet Kamil Berse.

“19.YY.da Payitahtta Türkler nüfusun yarısını oluşturuyorlardı. Kalan yarısı da Rumlar, Ermeniler, Yahudilerden oluşuyordu. Şehrin Bizans tan kalan sakinleri Rumlar, asıl olarak Fener, Pera, Galata semtlerinde oturuyorlardı.

Ancak başta Boğaz köyleri olmak üzere şehrin hemen her yerinde onlara rastlamak mümkündü. İmalat ve ticaret başlıca işleri idi, aralarında bankerler büyük tüccarlar mimarlar denizciler bahçıvanlar ve daha başka mesleklerden insanlarda çıkmıyor değildi.. Örneğin doktorlarda vardı tamircilerde marangozlarda… Eskiden içlerinden prenslerde çıkıyordu, asillerde. Mora devrimi bu tür şeylerin sonu olmuştu… Fener ,balat semtleri onlar için bizansın görkemli günlerinden kalan bir sığınaktı… Fener onlara ikinci Atina idi, zamanla bu özelliğini kaybetti… Asiller sınıfı zamanla Osmanlı memalikinin her tarafına dağıldılar, bazı aileler sürgün edildiler. Bir kısmı da Yunan gurubunun randevu mekanı Naupli yolunu tutmuş. İstanbul Rumları kendileri için bir tür hükümet anlamına gelen patrikliği, kendi okullarını, hastane ve ancak fedakarlıkları ile ayakta kalabilen kiliselerini korumuşlar.”

Djerba Adası

Esra Bozdemir, Türkçe öğretmek için gittiği Tunus’un Djerba Adası’ndaki izlenimlerini yazmış. Yazı devam edecek. İlk bölümde adaya ait bilgiler, tarihi geçmişi, fetihler, işgaller gibi önemli noktalara da değiniyor Bozdemir. Çoık hoş ve kuşatıcı bi anlatımı var Bozdemir’in. Ondan yeni yazılar da bekliyoruz.

“Türkçe öğretmek için geldiğim bu adada öncelikle ders vereceğim eğitim merkezini ziyaret ettim. Beni çok sıcak karşıladılar, sanki uzun zamandır bekleniyormuşum gibiydi. Eğitim merkezindeki kahve faslından sonra arabaya atlayıp adanın merkezine doğru yöneldik. Burada çoğu kadını araba sürerken hatta motorsiklet sürerken görebilirsiniz. Adada toplu taşıma aracı olarak otobüs de bulunmakta ancak çoğu insan motorsiklet ya da bisiklet tercih etmekte. Adanın merkezinde Libya’ya, Cezayir’e kalkan otobüsleri de görmek mümkün. Taksiler oldukça ucuz ancak herhangi bir taksi uygulamasından bahsetmek söz konusu bile değil.”

“Adanın başlıca yerleşim yerlerinden biri Houmt Souk’ta Borj El Ghazi Mustapha adındaki kale yer alıyor. 15. yüzyılda Hafsiler döneminde inşa edilen kale, Osmanlı döneminde genişletilmiş ve güçlendirilmiştir. Djerba Adası’nın tarihi mirasının önemli bir parçası olan Gazi Mustafa Kalesi bugün çok fazla turist tarafından ziyaret ediliyor.”

İstanbul’da Su Üzerine Yazı Yazmak

Kamil Uğurlu, İstanbul’un suyuna dair bir yazı kaleme almış. Su yolları, su ihtiyacının giderilmesi yapılan çalışmalar gibi birçok detay var yazıda. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in tefrikaları eşliğinde zamana doğru su serinliğinde bir yolculuğa çıkıyoruz.

“40 yılı geçen bir zaman Su Nazırlığı idaresinde hizmet etmek suretiyle bentlerin bütün özelliklerini bilen Emin Efendi ile Suyolcu ustaların ileri geleni / ustası Tahsin Bey merhumlar, her gidişlerinde Ali Rıza Bey’le birlikte olurlarmış ve onların bilgilerinden çok istifade edermiş. Gelişleri dönüşleri eğlenceli, alayişli bir kervan yolculuğu olurmuş. “Yolda zümrüt yeşili çimenler, sarı, mor ve pembe çiçeklerin olağanüstü çekiciliği, bir tarafta da göklere yükselen orman ağaçlarının, taze, gür ve canlı yaprakları arasında bülbüllerin uzun demler çeken nağmeleri hepimizi mest ve hayran ederdi” diyor, böyle hatırlıyor.”

“Su azlığı sebebiyle İstanbul’da oturmaya fazla rağbet yok iken, Sultan Süleyman’ın Kırkçeşme suyunu şehre getirmesi ile halk, şehre akın etmeye başladı. Nüfus hızla arttı. Gıda ve diğer malzemelerin tedariki sıkıntı olmaya başladı. Devletin başına ciddi gaileler açıldı. Sultan’ın bu duruma üzüldüğü ve suyu getirdiğine pişman olduğu bile rivayet edilir oldu. Şehre 110 lüle su artık az gelmeye başladığından çareler arandı. Kışın yağan kar ve yağmur suları kontrol edilmediği için zararlara sebep oluyordu. Yazları ise su sıkıntısı çekiliyordu. Düzensiz suların depolanması yolları arandı. Vadilerin önüne setler çekildi ve bu düzensiz sular oralara yönlendirildi.”

Ihlamur Kasrı Ziyaretçilerine Hazır

Ruha huzur veren ıhlamur kokusu eşliğinde Ihlamur Kasrı’nı anlatıyor Hülya Günay. Ihlamurun şifası kadar kokusu da özeldir. Günay rehberliğinde kasrı geziyoruz. O kadar güzel yerleri anlatıyor ki Günay; bunca zaman neden buraları görmedik diye hayıflanmadan geçemiyoruz. Görülecekler listemiz uzayıp gidiyor.

“Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı yamaçlarında kalan Ihlamur Vadisi, 18. Yüzyıldan 20. Yüzyıl başlarına kadar, içinde Fulya deresinin aktığı, ıhlamur ve çınar ağaçlarının gölgelediği yeşillikler içinde bir mesire idi.”

Sultan Abdülmecid’in, 1846 yılında konuğu olarak ağırlanan, ünlü Fransız şair, yazar ve politikacısı Lamartine, Ihlamur ve çevresini şöyle tasvir eder: “Binanın karşısındaki bahçede güzel yemiş ağaçları ile bu vadiye ismini veren büyük ıhlamurlar vardı. Köşke çıkan üç basamaklı merdivenin önünde, yasemin dallarını aşamayan küçük bir fıskiye, tatlı bir şırıltı ile mermer havuza dökülüyordu. Ihlamur padişahın en sevdiği köşktür, burada dinlenir ve mütalaa eder.”

“Cumhuriyet’in ilanından sonra 1966 yılında, TBMM Milli Saraylar bünyesine katılan Ihlamur Kasırları Merasim Köşkü, bir müze-saray olarak ziyaretçilerini kendine hayran bırakmaya devam etmektedir.”

İstanbul’da Bahar

İstanbul’un her mevsimi güzeldir de bahar ayrı güzeldir orada. Açan çiçekler eşliğinde ayrı bir güzeldir İstanbul. Mehmet Sermet Molu, İstanbul’un baharını yazmış.

“Mevsim bahar. Erguvanlar çıldırtıcı renkleriyle, hanımelleri, yaseminler, sümbüller sarhoş edici kokularıyla her tarafı sarmış…”

“Burada bahar; bu baştan çıkarıcı mevsim, İstanbul’un ve İstanbullunun emrine girmiş de öylece kıvamını bulmuş sanılır…

Bir zevk birlikteliği içinde yüzlerce yıl boyunca oluşturulmuş kendine has bir yaşama medeniyetidir söz konusu olan…”

Kapadokya Yahut Güzel Atlar Ülkesi

M. Nihat Malkoç, Kapadokya’yı anlatıyor yanımızda koşup duran atlar eşliğinde.

“Türkiye’ye gelip de Kapadokya’yı ziyaret etmeyen turist sayısı azdır. Bütün turistler bu büyülü coğrafyanın sırrına vakıf olmak için kilometreleri bir bir aşıyorlar. Fakat yerli turistler bu harikalar diyarına yeterince ilgi duymuyorlar. Çocuklarımız ve gençlerimiz daha çok, okullar tarafından düzenlenen yıl sonu gezileriyle bu güzellikleri görebiliyor. Seyahat acenteleri okullar için gezi programları düzenleyerek iç turizme hareket kazandırıyorlar.”

Şehir ve Yaban Hayatı

Alper Göncü, yaban hayatının zamanla değişen yüzünü yazmış. Yaban hayata uyum sağlamış hayvanların hayatlarının zamanla değişen yaşam koşullarını anlatıyor Göncü.

“Domuzlar yılda üç veya dört defa doğurduğundan ve bir batında yirmiye kadar yavru yapabildiklerinden, günümüzde sayıları inanılmaz şekilde artmış olup memleketin her köşesinde boy göstermeye başladılar. Yaban domuzları, bağlar, bostanlar ve tarım alanlarına zarar vermekle kalmıyor, çoğunlukla geceleri anayollara çıkıp kazalara neden oluyorlar. Öyle ki yol kenarlarındaki uyarı levhalarında eskiden sığır-sıpa resmi varken şimdilerde sıklıkla “domuz çıkabilir” uyarıları görmekteyiz.”

“Yaban hayatına dâir basında çıkan haberler, her vakit dikkat çekmiştir. Harmana dadanan porsuk, dama çıkıp mahsur kalan vaşak, insan elinden ot yiyen geyik ve karacalar, yaralı ve gamlı baykuş haberlerine ilâveten, 1955 tarihli Niğde’nin Sesi Gazetesinde Adana’da bir eve giren sırtlan haberi, son derece ilginç bir vak’a olarak tarihte yerini aldı.”

Edebiyatın Öncü İsmi

Edebiyat dünyamızda Orhan Okay ve Orhan Okay öğrencisi diyebileceğimiz iki ana yapıdan bahsedebiliriz. Erbay Kücet, öncü isim olarak anlatıyor Orhan Hoca’yı. Hocayı her yönüyle tanıtan bir yazı olmuş Kücet’in yazısı.

“Orhan Okay, akademik kariyeri boyunca birçok öğrenci yetiştirmiş ve edebiyat dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Onun öğrencileri, hocalarıyla kurdukları güçlü bağlar ve aldıkları ilhamla kendi edebi yollarını çizmişlerdir. Eserleri, genç kuşak yazarları etkileyerek Türk edebiyatının geleceğine şekil vermiştir.”

“Orhan Hoca’nın etrafında şekillenen edebiyat çevresi, genç yazarlara ilham kaynağı olmuş, böylece Türk edebiyatına yeni ufuklar açılmıştır. O’nun izinden giden pek çok yazar, kendi eserleriyle Türk edebiyatına özgün bir katkı sağlamıştır.”

Unutulan Kocaeli Simgelerinden Bazıları

Sehe Keçe Türker’in yazısında bahsettiği Kocaeli’nin unutulan simgelerinin tümünün en canlı hallerini ve zamanlarını yaşadım diyebilirim. Zamanla kayboluyor elimizdeki güzellikler. Bize sadece anısı kalıyor. Türker, bir masal-efsane tadında aktarıyor bu simgeleri. Şişmaniye, Sapancı, Karamürsel Sepeti, Kefken Pembe Kayalar yazıda ele alınan şehrin simgeleri. Birini buraya alıyorum. Devamı dergide.

ŞİŞMANİYE

Çok eski zamanda Astakoz’da yaşayan bir tatlıcı varmış. Yaptığı tatlılar çok meşhurmuş. Yolcular, onun yaptığı tatlıyı yemek için dükkânının önünde uzun kuyruk oluştururmuş. Kuyrukta bekleyenler o kadar çok olurmuş ki Baharat ve İpek yolunda ilerleyen kervanlar sıkışırmış. Yollarına devam edemezlermiş.

Tatlıcı ustanın, güzeller güzeli şişman bir sevgilisi varmış. Aşkın gözü kördür, derler. Bizim tatlıcı ustanın gözü de şişman sevgilisinden başka kızı görmüyormuş. Onu her şeyden çok seviyormuş. Çıkardığı anda meşhur olan yeni tatlısının ismine ’Şişmaniyem ’demiş. Tatlıcı sonunda muradına ermiş ve Şişmaniye ile evlenmiş.

Ancak evlilikleri kısa sürmüş. Şişmaniye, kıskanç ve huysuzmuş. Hayatları cehennem azabına dönüşmüş. Bizim tatlıcı ustamız da o çok kederlenmiş. Uğruna tatlılar yaptığı kadından ayrılmak zorunda kalmış. Evlendiğine bin pişman olmuş. Bu olay duyulduktan sonra, ustanın tatlısı ’Pişmaniye’ olarak anılmaya başlamış. Yemesi zahmetli olan pişmaniye tatlısı; tel helva, çekme helva, keten helva adıyla da anılırmış. Pişmaniye tatlısının tadına bakan bir pişman, tatmayan bin pişman olurmuş.

Diyorum ki: Keten helvasını nasıl çekiyorlar biliyor musunuz?

Şiirimizin Ankara Burcu Ali Akbaş

Mehmet Nuri Yardım’ın bu ayki konuğu Ali Akbaş. Hayatına dair notlar, eğitimi, şiiri gibi birçok konu işlenmiş yazıda.

“Ali Akbaş, Karakoç kardeşlerin yetiştiği şiir ikliminde doğdu. 1941 yılında Kahramanmaraş’ın güzel ilçesi Elbistan’ın Maraba (Çatova) köyünde dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu memleketinde, tahsilini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yaptı. Çeşitli liselerde ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olarak çalıştı. Bir müddet Film Radyo ve Televizyon Eğitim Dairesi (FRTEM)’de program yazarlığı yaptıktan sonra Hacettepe Üniversitesi’ne geçerek dil üzerine yüksek lisansını tamamladı. Bu üniversitede Türk Dili okutmanı olarak görev yaptığı sırada 1996 yılında emekliye ayrıldı.”

Ali Akbaş’ın diğer şairlerimizden en bariz farkı, yetişkinlere şiir yazması kadar çocuk edebiyatına da ehemmiyet vermesi ve bu yolda kıymetli şiirleri de kaleme almasıdır. Kuş Sofrası, onun çocuklarımıza armağan ettiği çok güzel şiirlerden meydana geliyor. İçlerinden seçtiğim “Küçük Akıncılar”ın ilk kıtasını okuyalım: “Kırda at yayan çocuklar/Ufacıklar ufacıklar/Korucu var, korucu var/Der demez hep kaçıştılar/Canım küçük akıncılar”

Plazanın Sahte Sözcükleri

Necla Dursun, Yaz İstanbul Yazarlık Mektebi’nin kapanış programından bahisler açtığı yazısına atölyenin bir ürünü olarak neşredilen Kelimelerden Orkestra seçkisini ve bu seçkide yer alan Plaza Türkçesi yazısını anlatıyor. Plaza Türkçesi, önemli bir mesele. Hem kendine has oluşan diliyle hem de yalanları ile buyrun plazaya.

“Bu gün artık şehir hayatının bir parçası haline gelen plazalar kişisel hayatımızda da yer edindi. Şehrin yaşantısına, siluetine ve kültürüne olan etkisinin yanında şahsi etkileri de bulunduğu yadsınamaz. Yeni bir dil türetilmesinde olduğu gibi kişisel tutum ve davranışlara da etkisi bağlamında birkaç kelam etmek mümkün. Yabancı bir dilmişçesine konuşulan bu yeni lisan yani Palaza Türkçesi, uluslararası şirketlerin yöntemlerini benimseyen işyerlerinde İngilizcenin gerekliliğiyle başladı.”

“Literatürde yalanlar türlere ayrılmış mıdır bilinmez ancak Plaza Türkçesi konulu yazımın devamında bir de plaza yalanlarını konu etmek isteğimle olası olası çeşitlendirmeye katkı sunmak isterim. Öyleyse birkaç plaza yalanı sıralayalım: ‘Bunu önceliklendirmemiz şart, Rapor çok acil değil ama akşamüstüne bende olsa yeter, Bu dosyaya bir tur daha çalışmamız lazım, Biz bir aileyiz, Ekip arkadaşlarımı bu maile ekliyorum size dönüş yapacaklar, Off the record olarak söylüyorum ona göre, Bir tek sana söylüyorum, Bu proje tam olarak içimize sindi, Mesaiye kalmayı sevmeyiz, Toplantı çok verimli geçti…”

Hararet, 4. Sayı

Mevsimleri güzelleştirerek çıkmaya devam ediyor Hararet dergisi. Yaz’ı 4. sayısı ile selamladı dergi. Bir derdi ve söyleyecek sözü olan dergilerimizden olacak Hararet. Bunu vurguluyor dergide yer alan çalışmalar. Derginin giriş yazısı da bu hassasiyete dikkat çekiyor.

Faruk Sarıkavak’ın Giriş yazısından…

“Aradığımız şeyleri, asıl hedefimizde olan o şeyleri nerede aradığımız da çok önemli. Her bitki her toprakta yetişmez. Gönlümüzdekinin gönlünde filizlenmiyorsak, yanlış topraklardayız demektir. Hayat bir arayış… Bu arayışta sağlam rehberlere ihtiyacımız olacak, kuşkusuz. O yüzden yalnızca neyi aradığımız değil, o şeyi kiminle aradığımız da çok önemli.

Biz, birilerini yahut bir şeyleri ararız; aynı şekilde başkaları yahut başka şeyler de bizi arar. Yüce Rabbimiz gönlümüzden geçeni hakkımızda hayırlı eylesin.”

Köle Değil Ruhumuz

Yaşamak ve hayatı anlamlandırmak için farkında olmak gerekir. Gerçeğin, hakkın, hukukun, doğrunun farkında olanlar tüm esaret zincirlerini kırarlar. A. Çağ Kılınç, umuda sarılmayı salık veren, ilahi bir mesaj içeren Ahrar isimli yazısıyla Hararet’te.

“İnsanın olduğu yere benzediği hayatta, kimseye benzememek için yaşıyorum ben. Yolumun sonu pişmanlıksa, keşkelerle doluysa şayet, sorun etmem. Bunca yıl sönmemiş ve yine sönmeyecek umudum. Bugün değilse yarın; yarın değilse Mart, Mart değilse Mayıs. Biliyorum, evet. İnsan bazen nasıl olsa güneş bana doğmuyor diye karanlığa gömüyor kendini. Güneşin kendisi siz olun ve aydınlatın her yeri. Ellerinize kıymık dolacak. Kalbiniz çok acıyacak. Hiç mendiliniz yokken ağlamanız tutacak. Bütün duygularınızın size olan itaatsizliği ile karşılaşacaksınız. Geminiz batacak. Duaları unutacaksınız. Çaresizlik işte bunlardır kızlarım, hayatın getirdiği.”

Büyük Harf

“Allahım” diyerek dünyada yapılacak en güzel hasbıhali yapmış Tuğba Karademir. Bir iç dökme, yüz yüze gelme, tertemiz bir yürekle en doğru olana yönelme… Gönül ne ister ki başka?

“Allahım kalbim orta yerinden kırıldı. Ama sen çok güzelsin. Dünya omzumda tepiniyor, omzum acınacak halde ama sen çok güzelsin. Allahım ben baya üzülüyorum söylememe gerek de yok zaten görüyorsun aslında sen de söylememi istiyorsun. Herkes zor ben daha da zorum. Ama sen çok güzelsin.”

“Allahım, aștım mı aşar mıyım, yardım ettin mi edecek misin, ettiysen ya da edeceksen, sonrası ne olacak, tabiat boşluk kabul etmiyor diyorlar, kalbimin çukurlarına bundan sonra ne dolacak, tekrar eden her şeyden usandım ama yaşamak böyle bir şey mi ve sen yine çok güzelsin.”

Kuvveden Fiile

Düşünce, tasarı, proje, planlama anlamında herhalde dünyada ilk sıralarda yer alıyoruz. Herkesin kafasında müthiş projeler var. Yeni planların biri gidiyor biri geliyor. Peki, bunların hayata geçme oranı kaç; belki de binde bir. Daha da fazla olabilir oran. Efe Berke Saptar, hayata geçmeyen düşünceler üzerine yazmış. Konuyu oldukça geniş bir açıdan değerlendiriyor.

“İtiraf edin, hepiniz günlerden bir gün öyle büyük bir acı yaşadınız ki, gerçekten delirmekten korktunuz. Ama o kadar çok korktunuz ki, delirmeyi beceremediniz. Beceremediniz çünkü gelecekteki mutluluk umudu aklınızı çeldi. “Şuraya ahşaptan bir ev yaparım,” umudu aklınızı çeldi. Borçların sıfırlanması umudu, aklınızı çeldi. Oysa umut etmek geleceğin eline esir düşmek demektir.”

“İbn Sina “düşünüyorum” kelimesinden anlamlar çıkarıp benik olgusunun her hafriyetine uyarak “benin bilgisi” teorisini ortaya atmamış mıydı? Ve uçan adamı örnek göstermemiş miydi? Aslında hepimiz göklerdeyiz. Ben ise hem göklerdeyim hem de banka soyuyorum! Ama size kesinlikle tavsiye etmiyorum. Çünkü yaptığım şey gerçekten ayıp. Bunun farkındayım çünkü hiçbir zaman parayı ve ayıbı birbirinden ayıramazsın. Paranın olmadığı yerde ayıp da olmaz. Bir yerde para varsa orada mutlaka ayıp bir şeyler yapılıyordur.”

Yöneticilik Üzerine

Yöneticilik kavramı bizde hep bir soru işaretini ve tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Liyakat ya da yönetici kimi yönetir gibi soruların etrafında dönen ve cevabı bulunamayan sorular devam ederken verilen cevapların daha çok öznel bir karşılığı olduğu da değişmeyen bir tavırdır. Ben de ucundan kıyısından bir kurumda yönetici olduğum için tanımlamalarımı bir kenara bırakıp Taşkın Osman Yılmaz’a kulak veriyorum.

“Değişsen dünya, küreselleşen ticari hayat, ikiletişim çağının baş döndüren yenilikçi yapılanması sonucu insanların pek çok karakteristik özelliği değişişse bile değişmeyen algı düzeyleri, duygusal yapısı sonucu yönetim anlayışının geçmişten bugüne taşıdığı ana iskeleti çok fazla etkilemediği düşüncesindeyim.”

“Yönetici, en basit tanımlamasıyla, başkaları aracılığıyla sonuç alma becerisi gösteren kişisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ülkemizin sosyal kültürel yapısı, içinde bulunduğu ekonomik koşullar ve toplumun eğitim düzeyi birlikte değerlendirildiğinde gerek özel sektör gerekse devlet sektöründe yönetici pozisyonlarının doldurulmasının pek çok gelişişmiş ülkede görülen kriterlerden farklılıklar arz ettiği konusunda hepimiz hemfikiriz.”

Hararet’ten Öyküler

Yunus Kemal Aydoğan – Tren

“Raylardan çıkan sesler zihnimde çınlıyordu. Rahatlığa elverişsiz ekonomi sınıfı koltuğumda güçbela uyuyabilmiştim. Bana bu kadarcık uykuyu bile çok gören mesaneme birkaç küfür savurdum içimden. Tuvalete gitmeliyim… Yan koltuğumdaki yolcuya baktım. Herife baktıkça öfkelendim. Mışıl mışıl uyuyordu. Benim hakkım olan uykuyu gasp ettiğini düşündüm onun. Çünkü bir insanın bu denli rahat uyuması mümkün olamaz böyle bir kompartımanda. Katmer katmer derinliklerine indiği uykuyu nasıl açıklayabilirdim ki başka türlü?”

“Yavaşça açtım gözlerimi. Koltuğumda oturuyordum yine. Şaşkındım ama sakindim de. Şöyle bir yokladım üzerimi gayriihtiyari. “Rüyaymış,” diye fısıldadım. Rahatlayıp kafamı yasladım koltuğa. Gözlerimi şöyle bir kapasam da bu, otomatik kompartıman kapısının sesiyle uzun sürmedi. Vagon görevlisiydi gelen.”

Musa Nasibi – Aybüke Sare

“Sevda boynumun borcu, borç yiğidin kamçısı. Oysaki ben ne Ferhat gibi dağları deldim, ne de Mecnun gibi çöllere düştüm. Ama size yemin ederim, onlar baktığı yerde ne gördüyse, ben de aynını gördüm. Nasıl anladın, nereden biliyorsun diye sormayın. Şayet bunu soruyorsanız, siz henüz onların gördüğünü görmemişsiniz demektir. Olur ya, belki de hiç göremeyeceksiniz. Nasip işte…”

“Mektubumda belirttiğim tarihte, belirttiğim mekânda buluşmak istediğimi ve bana cevap vermemesi gerektiğini, o gün geldiğinde onu bekleyeceğimi, çünkü beni bu duygunun ayakta tuttuğunu, beklemenin ölümden beter ama beklememenin ölümün ta kendisi olduğunu… Anlatsam nasıl anlatırım? Dilim dönmüyor ki? Nasip işte…”

Hararet’ten Şiirler

Bir gün biberden tatlı, hayattan acı şiirler yazacağım
Yazacağım ve bırakacağım ardımda yaşayanlara
Öyle isyankâr, melankolik değil;
Umutsuz ve ümitsizsin deme sakın bana
Bu duyguları bile bırakmadılar
Bilmem kaçıncı yüzyıl denilen bu çağda.
Ben küçükken
Arabalarını satıp akbillerini doldurmanın mutluluğunu
yaşadı o paralarla
Deniz Zeyrek

Sesin sessizlerin ağıtı,
dinlenmelerim kuyusu,
kuytusu çiçekli bahçelerden.
Duyuyorum sesini, ellerini buluyorum
Üzüldüğün yerinden bir ağacın,
Kırılıyor mu ruhun, çiçek açmayı bilmediğinden
Soluyorum sesinden, değil ki yaprak döküyor hüznüm.
Gülsüm Gülsu

Gün batarken yaşanır en güzel saatler
Kapanır kapılar, kalabalıklar evine gider
Bir tan yeri sessizliği kalır bir de yalnızlık
Loş sokaklarda yıpranmış yüzler duruyor artık.
Mücahit Danabaş

nankör değilim ya Rabb’i!
öyle bir mucizeyle karşılaştırdın ya;
ben hep başka biriyle karıştırıyorum
kendimi affet..
adı üstünde mucize Gafur-ur Râhim,
aciz kuluna merhamet!
Halis Tamkoç

Yorgunluğun cezası yaşamak olmamalı
Yaşamanın cezası bazen ölememekken…
Yazın büyüyen çiçek kışın da solmamalı
Solmayıp da görmeli kabrime dikilirken

Herkes neden susuyor, cümlede nokta gibi?
Kapanan perde de ne? Buraya kadar mıymış?
Şu yalnızlığım sanki yedi kat yerin dibi
Böyle hayata kimse ömrünü adar mıymış?
Faruk Sarıkavak

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir