Mustafa UÇURUM
İkinci Yeni şiirine aşina değilseniz şiirin kapısını araladığınızda sizin neyi karşılayacağını bilemezsiniz. Zengin, ufku geniş, poetikası özgün, yaşantıları birbirinden farklı şairler ve bunun yansıması olan şiirler karşılar sizi. Postmodern bir dünyadan şiirler devşirirken, bir anda uçsuz bucaksız bir Anadolu tablosu ile karşılaşabilirsiniz. Epik bir ruhun dirilişi ile hemhal olurken bir anda mistik bir alacakaranlıkta bulabilirsiniz kendinizi. Oldukça zengin bir dünya olan İkinci Yeni, o günlerden bugünlere uzanan çizgide etkisini hiç kaybetmeden hükmünü sürdürüyorsa şiir kuramı üzerine yeni sözler söyleme gereği hissediyorsak farklı bir pencerenin bizleri sürekli izlediğinin bir kanıtıdır bu.
Şairler içinde bir şair olarak Edip Cansever, hem şiiriyle hem de şiire ayırdığı mesai ile İkinci Yeni içinde ve geniş anlamda edebiyatımızda iz bırakan bir şairdir. Onun şiirini okurken kendinizi sınırları belli olmayan bir dünyanın koynuna bırakmanız gerekir. Yaşadığı topraklara aşina, taşını toprağını bilen ve yaşayan bir şairdir Cansever. Onun her şiiri hakkında konuşmak, düşünmek gerekir. Özenle işlenmiş bir şiirdir onun dünyası.
Her dönem geçerliliği olan duyarlılıklara seslenen, şiirini sığ ideolojilerden arındırarak felsefi çıkmazlardan daha çok sosyolojik hassasiyetleri gözeterek şiirini inşa eden Edip Cansever, derdi olan bir şair kıvamında dizeler arasına sarsıcı eylemler kurmayı tercih eden bir şair. Bütün şiiri bir erdemler kılavuzu haline getirmek yerine, yer yer küçük dokunmalarla söyleyeceğini etkili birkaç imge ile söyleyip, şiirinin akışına devam eder Cansever.
Çağrılmayan Yakup, Edip Cansever’in 1966’da yayınlanan şiir kitabının adı. Dört uzun şiirden oluşuyor. Bir hikâyenin akışına kaptırırsanız kendinizi, içiniz dışınız bir seslenmeyle yankılanarak dolacak çok sesli bir şiir. Yalnızlık ve insanı boğan bir gürültü iç içe geçmiş bu şiirde. Hatta klâsik söylemiyle kalabalıklar arasında yalnız kalmış bir ruhun kendine bir ses aradığı şiir diyebiliriz.
“Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç / Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım” Bu dizeleri her okuduğumda aklıma Sait Faik’in Hişt… hişt hikâyesi gelir. Bir sese, çağrıya duyulan büyük özlem, her yerden beklenen bir seslenme arzusu ve sonunda sessizliğiyle baş başa kalan yalnız adam. Yakup da şiirin tamamında bir sesin ama içten gelecek, ruha değecek bir sesin arzusunu hissediyor. Her yerden ses geliyor, hem de aynı ritmde, bir kurbağa korosunun ahenginde ama Yakup’un kalbine değen bir ses yok. O, hep Çağrılmayan Yakup.
Bu şiir, sorgulayıcı bir zihinle okunacak olursa toplumsal duyarsızlığın, düşünmeyen ve başkalarından duyduklarıyla aynı nakaratı bir ömür tekrarlayarak direndiğini sanan içi boş güruhların eleştirildiği bir şiir diyebiliriz. Çünkü kurbağalar şiirde bir ağızdan, birbirlerini dinlemeden, düşünmeden, açgözlü bir iştiha ile kalabalık ve çok, sadece kendilerine seslenen bir topluluk olarak karşımıza çıkıyor.
Edip Cansever, ruhunun çalkantısının şiirini yazan bir şair. Hayatın akışı gibi yaşamış ve bunun şiirini yazmış. Yer Çekimli Karanfil şiirindeki lirik şair, karşımıza sosyal duyarlılıkları çok yüksek bir şair olarak da çıkabiliyor. Yaşadığı çağa ve ülkeye yabancı durmuyor. Mendilimde Kan Sesleri şiirinde gözlerimizin önüne bir Türkiye haritası çizerken nasıl hassassa, Uçurum şiirinde de aynı içsel ama lirik duruş karşılıyor bizi. “Kalbim, sersemliğim benim”
Çağrılmayan Yakup, sadece boş konuşan kekeme korosundan rahatsız değildir. “Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum / Yazı makineleri, kâğıt sesleri/ Ben oradan geliyorum.” Masada oturmak ve yazmak. Yine kurbağaların haykırdığı ritimde yapmak bunları. Bu dizelerle edebiyat ve fikir dünyasına da ince göndermeler yapıyor Cansever.
“Mısra işlevini yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı.” dese de Edip Cansever, bazen tek dizenin alıp götürdüğü şiirlerin şairidir. Bütün bir şiiri okuduktan sonra içinizin bir yerlerinde çınlayıp duran bir dize sizin yakanızı bırakmayabilir. “benim olmayan bir sevinç duyuyorum”, “çok büyük bir oteldeyiz hepimiz”, “Askerim, benim ağzım kuşlardan.”, “ne gelir elimizden insan olmaktan başka”, “dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar”
Dizeler bu denli güçlüyken ve şiirin önüne geçecek kadar kabul görmüşken Çağrılmayan Yakup şiirinin adı da yayınlandığı dönemde dillere yerleşen ve hatta deyim gibi kullanılan bir rağbet görmüş. O dönemde çekilen filmlerde bile Çağrılmayan Yakup ifadesi sık sık umutsuz kalplerin adeta tesellisi olmuş.
İkinci Yeni şairleri arasında mistik çağrışımlar diyebileceğimiz bir yaklaşıma en cesur göndermeler yapan ve Dünyanın En Güzel Arabistanı’nı bizlere armağan eden Turgut Uyar dışında bu tarz bir göndermeyi şiirine yaklaştıran şair yok diyebiliriz. Hatta bu tarz bir yaklaşımdan özenle uzak durmuşlardır desem abartmış olmam. Çağrılmayan Yakup ismi, birçok çağrışıma açık bir söyleyişe sahip. Hatta şiiri bilmeyen birisi için bu isim bile anlatılacak birçok menkıbe için girizgâh olabilecek bir içselliğe sahip. Şiir okunurken de bu mistik hava Yakup’un yanına Yusuf’un da eklenmesi ile daha da pekişiyor gibi olsa da Edip Cansever hemen bu havayı dağıtıyor; “Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği/ Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup”
Arasıra Yakup’la Yusuf karışsa da “ Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup/ Bazen karıştırıyorum.” şairin tavrı nettir; “Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri / Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar / Bağırdım, bağırdım, bağırdım/ Tanrının ayak izleri!/ Tanrının ayak izleri!”
Çağrılmayan ama bir sese hasret yaşayan bahtsızlar olarak bu çağ çokça ayrılık bırakıyor kalbimize. Biz davet etmesini bilirsek en özgün sesimizle belki bir kapı aralanır ve Yakup görünür kapıdan. Birçok uyarıcının arasında bize en çok tesir eden sesi aramakla geçen ömrümüzde Edip Cansever’e çokça kulak vererek içimizin ıssızlığını biraz olsun dindirmeye çalışacağız. Umut gelip kapımızı çalana kadar; “Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım/ Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.