Mahalle Mektebi, Sayı 70
Mahalle Mektebi dergisi 70. sayısına ulaştı. Dergide dikkat çeken bir noktayı belirtmek istiyorum. Dergi, genç isimlerin yeni çıkan kitaplarına geniş yer vererek onları çıktıkları bu yolculukta yüreklendirmiş oluyor. Yapılan işin karşılık bulması ve kendini ifade edebilecek bir alan bulma anlamında bu, genç isimlere bir imkân olarak Mahalle Mektebinde yer alıyor.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım; Ali Işık’ın “Yazar İki Yarım Arasında” yazısından olacak. Edebiyatın ve daha da özel olarak yazının insan üzerindeki etkisi ve işlevi üzerine yazmış Işık. Hayatı anlanmak anlamlandırmak ve kendini ifade etmek için bir fırsat bulmak gibi işlevleri olan edebiyatın, insanın içindeki potansiyelin ortaya çıkması için sunduğu imkânlar da kabul görür bir katkı olarak hayatta kendine yer tutar. Işık, yazarın yazma serüvenini ve mücadelesini anlatıyor yazısında. Yazmaktaki muradımız ne sorusuna da cevaplar var yazıda.
“Hayatı, yazılı ya da sözlü anlatılar belirler. İnsan, dünyayı kendisine izah edebileceği anlatılara tutunarak çözmeye koyulur. İçine doğduğumuz hikâyeyi başka hikâyelerle karşılaşarak fark etmeye başlarız. Hayata dair düşüncemiz, kendi hikâyemizi başkalarıyla karşılaştırarak oluşmaya başlar. Hayata dair düşünmeye devam ettikçe hayatla aramızdaki boşluğu kavrarız. Hayatla aramızdaki boşluğu ancak anlatılarla doldurmaya çabalarız.”
“Yazar sezdiği, hissettiği bazı durumları daha iyi kavrayabilmek, onlara mânâ verebilmek ya da hepsini anlam kaplarına yerleştirebilmek için kaleminin ucuyla deşmeye ve yazmaya başlar. Yazılacak ve ortaya çıkacak metni, yazar da merak eder. Bu merak ona yazıyı tamamlama motivasyonu sağlar. Yazar, yazıya kendini kurma alanını oluşturduğunda yazı kendini doğurmaya, yatağını bulmaya başlar ve kendini tamamlar.”
“Ezcümle hayatla yazı, yazar için iki yarımdır. O, hayat aralığından yazıya, yazı aralığından da hayata bakar. Onun için hayatta eksik kalan, yazıyla tamamlanır. Yazısının atar damarı yazarın hayata dair görüşleri ve duruşudur. Yazar hayata eseriyle, yazıya da hayata dair duygu ve düşünceleriyle müdahale eder.”
Tolstoy ve Gandhi’nin Sessiz Direnişleri
Bazen sessiz kalmak söylenecek en etkili sözdür. Sessizliğiyle de savaşabilir insan. Hilmi Uçan; “Sükutla söz Söylemek” diyor buna yazısında. Karşımızda iki isim var; Tolstoy ve Gandhi. Dünyanın büyük gürültülerle boğuştuğu zamanlarda sessizden ve derinden yol almak da bir hünerdir. Gandhi ve Tolstoy üzerinden sessizliği ele alıyor Uçan.
“Mahatma Gandhi (1869-1948) de bir sükût örneğidir, çok konuşmaz. Asıl adı Mohandas Karamchand Gandhi. Mahatma adı ona sonradan verilmiş bir unvan ve yüce ruh anlamına geliyor. Gandhi İngiltere’de hukuk eğitimi almış, hukukçu, avukat. Avukat sözgendir, etkili söz söyleyen kişidir, savunma metni yazan bir retorik ustasıdır, halk deyişiyle laf ebesidir. Ama Gandhi susmayı ve yalnızlığı seviyor. Sükût ederek ve sessiz eylemiyle söz söylüyor. Bu Hintli guru, konuştuğunda alçak sesle, fısıldar gibi konuşur.”
“Gandhi de Tolstoy da pasif direnişçilerdir. Kötülere, kötülüklere karşı şiddete başvurmadan direnmeyi önerirler. Tolstoy, dinin temelinde sevginin, devletin temelinde şiddetin olduğuna inanır. Devleti, iktidarı yeren, devletin şiddete başvurduğunu söyleyen Vakit Geldi adlı bir de makale yazar.”
“Gandhi, Londra’da sessiz sinemanın ünlü ismi Şarlo ile de görüşür. Şarlo’nun da makineleşmeyi eleştiren filmleri vardır. Şarlo da Gandhi gibi makinenin insanı özgürleştirmediğine inanır.”
Machiavelli’nin Prensi
Hüseyin Hakan, Machiavelli’nin Prens karakterini ele aldığı bir yazısı ile Mahalle Mektebi’nde. Etkileri, etkiledikleri, ruh dünyasına yaptığı ağır darbeler gibi birçok yönden ele alınmış Prens.
“Savunması, siyaseti kirli ellere teslim ettiği yönündeki ithamlara sebep oldu. İthamda bulunanlar için Machiavelli’nin geldiği nokta açık bir katliam sevicilikti. Rivayet o ki onun meşhur Prens’i, Hitler’in başucu kitabıydı. Yani kötülüğün sıradan olduğunu öğreten, devasa katliamlar korosunun şefi Adolf Hitler eylemlerinin kaynağı olarak Machiavelli’yi işaret ediyordu.”
“Onun tespiti açıktı. Sonuç almak için hareket edenlerin doğru davranmakla kaybedecekleri zamanları olamazdı. Tarih bize sayısız örneğini sunmuştu. Dolayısıyla bundan sonra da iktidarı arzulayanların uygulayacakları yol ortadaydı. Gözü dört açmak yerine geçmiş kötü ve kötülükleri ısıtıp ısıtıp gündeme taşımak alaycılıktı.”
Asyalının İman Dolu Kafası Ne İşe Yarar?
Okuduklarımızdan etkileniyoruz. Olması gereken de bu. İz bırakan okumalar yaptığımızda hayatımızı da etkiliyor anlatılanlar. Kenan Yusuf Taşkın, Ömer Seyfettin üzerinden tarih, bilinç gibi konuların etkisini detaylandırıyor.
“Türk hikâyesinin kurucu babası sayılan Ömer Seyfettin’in hikâyelerini, yeniden inşa edilmeye çalışılan bir toplumu dönüştürecek, mayalayacak unsur olarak değerlendirirsek her bir eserin alt metninin bile ne kadar değerli olduğunu tahmin edebiliriz. “Pireler” hikâyesindeki gibi aynı minvalde söylemlerin cesaret kırıcı olduğunu, komplekse yol açabileceğinin altını çizmek istiyorum. Hakeza bu atmosfer Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren sistemli şeklide artarak bir batı hayranlığına dönüşmüş, önü alınamayan bir kur yapma hatta zaman zaman flörtleşme ayinine dönüşmüştür. Toplum kendisi olmaktan uzaklaştıkça gülünç durumlara düşmüştür. Karganın kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü unutması gibi.”
Zarif Olmak Mümkün mü?
Ahmet Furkan Balta, Cahit Zarifoğlu üzerine kaleme aldığı bir yazısı ile yer alıyor dergide. Şiirleri temalarını örnekler eşliğinde işliyor Balta. Yazının bir bölümünü buraya alıyorum.
“Cahit Zarifoğlu şiiri temel alınarak, kendisinin insana dair bakışı farklı kategoriler ile değerlendirilmiştir. Görülüyor ki, insan, insanlarla ve çevresi ile cinsiyetler ötesinde, sorumluluklar zemininde bir ilişki içerisinde bulunduğu müddetçe insanlığını korumaktadır, zarif olabilmektedir. Temel meselenin cinsiyetlere takılmadan, sadece insan kalabilmek etrafında döndüğü açıkça görülmektedir. Elvan Sarı, “Cahit Zarifoğlu’nun nesirlerindeki insanın, sosyalliği ve toplumsal yaşamdaki kültürel kuralları öğrenmesi gereği; onu diğer insanlar ile ilişki kurmaya zorlar” der. İlişkinin insanca kalabilmesi için her bir bireyin sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiğine, Sarı da bu şekilde vurgu yapmıştır.”
Mekânın Kalbi
Mekânların da bir kalbi vardır diyoruz Elif Can’ın yazısını okuyunca. Yaratılan her şeye bir tefekkür sükunetinde bakmak ve şükretmek… Kula düşen görev bu.
“Bildiğimiz odur ki insanlık halinin meşakkatli görünen yaratılışına karşı, Rabbimiz bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece ol der, o da oluverir. Gökten perde perde yer gölüne yansıyan oluş hali, mekâna işlenir. Mürekkeplerin dayanmaya gücünün yetmediği bir aktarım yöntemidir bu. Aynı zamanda Âlemin ahlakını karanlık dehlizlere bırakmayan aydınlıkların rabbi, insanı tefekkür işçisi olarak yaratmıştır. İnsan her neyi olursa olsun akleder.”
“İnsanın tabiatla olan irtibatını yeniden kuvvetlendirebilmek ancak onu zayıflatan durumları sorguya çekmekle olur. Âlemi, düş dünyasının maddi manzarası olarak insana sunan rabbimiz onunla irtibat kurmamızı ister. Bu irtibatımız fikrin soluğunu besleyici bir yönelime sahip olursa tefekkür ihtiyacımız giderilecektir. Aynı zamanda fikir dünyamızı tazeleyerek her gün zikredeceğimiz anlayışları şekillendirebiliriz. Tabiat kimin içindir, doğayla kurduğumuz irtibat bizi nasıl etkiler, fıtratın ihlali kime zarar verir gibi sualler mekânın kalbini dinleyebilmemiz ve ona şifa olacak reçeteyi hazırlayabilmemiz açısından elzem.”
Söyleşiler Geçidi
Mahalle Mektebi’nin 70. sayısında Zeynep Sayman, Yasemin Onat, Ayşe Nur Biçer ve Gülsüm Sezgin ile yapılan söyleşiler var. Ben iki söyleşiyi buraya alıyorum. Devamı derginin 70. sayısında.
Zeynep Sayman ile “Uzakların Kokusu” Üzerine…
Zeynep Sayman ile ilk kitabı Uzakların Kokusu üzerine bir söyleşi yapılmış. Benim de severek okuduğum bir kitaptı Uzakların Kokusu. Kitabı okuduktan sonra bu söyleşi, tamamlayıcı bir unsur olarak tüm taşları yerine oturttu. Kitap bittikten sonra, içinizde dönüp duran Adem ve Havva ile yaşıyorsunuz. Uzakların kokusu da bitmeyen bir ezgi gibi…
Söyleşinin soruları Mehmet Kahraman’dan.
“Kendimi bildim bileli yazma isteğim var. Yazmak ne, ne yazılır, nasıl yazılır, neden yazılır; bütün bu soruların cevapsız kaldığı hatta sorulamadığı bir yaşam çevresi içerisinde var olmak yazma sürecimi uzattı diyebilirim. Bu bir bahane ya da suçlama değil, şartlar böyleydi. İlk gençlik yıllarımda şiir, deneme, günlük yazarak başladım. Kendi yazdığım şiirlerimden oluşan şiir defterimi okulda bir arkadaşım okuyup güldüğü için yırttım. Günlük defterimi annem okuyup güldüğü için yaktım. Denemelerimi bilgisayarda yazıyordum, onları da okuyup gülmesinler diye sildim. Üniversite yıllarında kendime kimsenin bilmediği bir alfabe oluşturdum, o harflerle yazmaya başladım ama birilerinin okumasına da ihtiyaç duyuyordum.”
“Öykülerim ve karakterlerimle Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulmalarına, dünya yaşamlarına atıfta bulunmayı amaçlamadım aslında. Benim için Adem ve Havva; saflıklarıyla, tereddütleriyle, pişmanlıklarıyla, sevgileriyle, hatalarıyla, inançlarıyla, umutlarıyla, zayıflıklarıyla ve sair insanı en iyi sembolize eden isimlerdir.”
“Yaşamsal ihtiyaçları bir kenara bırakırsak, sevme, sevilme, kabul edilme, inanma, inanılma ve sair, yaradılışımızla birlikte fıtratımızda olan temel ihtiyaçlar. Bunların eksikliği ya da zedelenmesi insanın dünya yolculuğunu da zorlaştırıyor. Topluma baktığımızda kolayca gözlemleyebiliriz: Öfkeli, kırgın, nefret dolu, insanlara ya da kendine zarar verme eğiliminde olan, içine kapanan, hatta hayatlarına son veren insanların yaşamlarında sevgi eksikliği, yalnızlık, dışlanmışlık büyük yer kaplıyor.”
“İnsan, bütün acizliğiyle bir adem olduğunu bilebilir ama bir insan olarak kendi içsel yolculuğuna çıkması, hakikatini araması, kendini bilmesi çok zor görünüyor. İmkânsız değil tabi…”
Ayşe Nur Biçer ile “Alaska’da Bir Kayın” Üzerine…
Alaska’da Bir Kayın, Ayşe Nur Biçer’in şiir kitabı. Kitabını ve şiir yolculuğunu anlatıyor Biçer. Sorular Kemal S. Sayar’dan.
“Şair, dili kültürle temas etmeyen o ilk hâline benzetmeye, döndürmeye çalışır. Dili bozar. Mitoloji de şiire girdiğinde eski bilgileri yenileri ile kaynaştırıyor bir nevi. Şairin, dili o ilk metaforik noktaya çekerek tazelemesine bir aracılık vazifesi üstleniyor.”
“Ritme ve armoniye tabiatımız gereği hayranlık duyarız. İnsan, sese kayıtsız kalamayan bir varlık. Aristoteles, şiiri insandaki taklit içgüdüsü ile açıklamaya çalışır. Şairlerin bu doğal taklit yetisini bir şiir doğurana kadar adım adım geliştirdiğini öne sürer. Bu görüş eksik olmakla birlikte bir yanıyla doğrudur da. Şiirin müziğe yakınlığını düşündüğümüzde bu anlamda bir taklitten de bahsetmek mümkün olabilir.”
“Anne olmak benim kendimden ayıramayacağım bir uzvum gibi. Yanımda taşıyorum. Nefes alırken nefes almamızın mucizevi oluşuna çok kafa yormayız. Nefese odaklandığımız anda ritmimiz değişir, doğallığı bozulur sürecin. Annelik de benim için biraz böyle. Mümkün olduğunca doğalında yaşamaya çalışıyorum.”
“Çarpıcı bir final bir şiiri iyi yapmaya yetmediği gibi, bunun aksi de bir şiirin kötü ya da yetersiz olarak nitelenmesine neden olmaz. Şiir bir bütündür. Bütün olarak değerlendirilmelidir. Yine de bir kısım dizeler öne çıkabilir bazı şiirlerde. O dizelerle karşılaşmak için tüm şiiri okursunuz, seversiniz o şiiri.”
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Emine Acar – Acı Bir Tatlı
“Apartmandaki hemen bütün kadınlar kilo verme derdinde, diyet yapma gayretinde. Ben de dahil oldum bu dert ve gayrete. Böylece pastalı börekli oturmalarımız sekteye uğradı. Bu durumdan hiçbirimiz hoşnut değiliz. Her çarşamba oturup iki lafın belini kırıyor, en fazla üç çeşit diye başladığımız ama yediyi, sekizi hatta salatalarla on çeşidi bulan ikramlarımızdan yiyorduk. Yedik yedik de ne oldu? Yakılamayan, belli bölgelerde biriken yağlar, bir türlü verilemeyen kilolar olarak bize geri döndü. Eee mide dediğin balon gibi! Genişlettin mi bir kez, dönüşü zor. Sabah yürüyüşleri de kâr etmiyordu artık.”
“Son söylenene hepimiz şaşırmıştık. Sakine Hanım o kadar nahif, o kadar nazik bir hatundu ki… Bunca yıldır komşuyuz bir Allah’ın günü eşinden dert yanmamıştı. Daha çok dinler, genellikle çoğunluğa uyardı. Eğlenceli biri olmadığı için yokluğu fark edilmez ama varlığı da kimseye sıkıntı vermezdi. Öyle kendi halinde bir kadıncağız yani…”
“Ev ahalisine güzel bir sos eşliğinde karnabahar kızarttığım akşamdı. Kendim mutsuz mutsuz bol limonlu haşlanmış karnabaharı yerken aklıma dahiyane bir fikir geldi: Sıramızı farklı bir formatta yeniden başlatmak. Masadan hemen kalkıp gruba yazmayı düşünsem de bunu yapamazdım. Benim adam kilomu falan dert etmezdi ama çocuklara örnek olma adına akşamları teknolojiden uzak bir ev hayatı istediği için elmahkum sabahı bekleyecektim.”
Fatma Nur Uysal Pınar – Biraz Biraz
“Son zamanlarda bizim evde bir şeyler kayboluyor. Çalınmıyor, bildiğin kayboluyor. Üç beş çeyrekle hanımın bilezikleri dururken bilhassa benim için önemli eşyalar yok oluyor. Evde sinsi bir oyuk var. Görmedim ama var. Başını alan, miadını dolduran orayı boyluyor zannımca. Akıl sır ermez bu duruma. Başka türlü nasıl anlatsam bilemedim gelenleri başıma.”
“Kırk yedi sene, tamı tamına Nazan’la geçen süre. Sorsan yedi sene ya oldu ya olmadı derim. Kırk yedi sene sevdim ben onu. Yanı başındayken bile özledim. Onu gördüğümde içime dolan sevinci, bu yaşıma dek göğsümde taşıdım. Benden üç yaş büyük diye anam istememişti, karşısına dikilip ya Nazan’ı istersin ya da kaçırırım, mat oluruz ellere, diye tehdit etmiştim. Kırk yedi sene gül devşirdim evimde. Onca sene içim içime sığmadı. Uçsuz bucaksız kırlarda yalın ayak dolaştım da ayağıma tek çalı çırpı batmadı.”
“Başkasının hayatını yaşıyor gibi değişik hâl içindeyim. Sisli günde, dışarının ayazında dolaşmış gelmişim ve soğuk kokuyor üstüm başım. Tamam sakinim. Olanları yorumlamaya çalışıyorum. Bu yaşlı kalbe biraz fazla değil mi bunlar? Bu terk edilmişlik hissi de neyin nesi? Beni kim attı dağın başına. Ovalarda bağıra bağıra koşan cengâver mi benim gençliğim? Otuz sene bekçilik yaptım, sabırlıyım.”
Özay Erdem – Bulaşık Terapisi
“Bulaşık yıkamaktan bir süredir eskisi gibi keyif almıyordu Oktay. Öyle ki bu işi geciktirmek için elinden geleni yapıyordu. Sofrayı artık hemen kaldırmıyor, bazen bir saat ortada bekletiyordu. Bazen de bulaşıkları yıkamadan yatağa giriyor, sabahleyin tezgâhta kurumuş yemek artıklarıyla dolu tabak çanağı görünce canı daha çok sıkılıyordu.”
“O gece yine bulaşıkları yıkamadan uyumuştu Oktay. Gecenin bir vakti uyandı. Tuhaf bir cızırtı duyuyordu. Önce sokaktan geldiğini düşündü sonra bilinci açılıp dikkat kesilince sesin kaynağının kendi evi olduğunu korkarak fark etti. Artık istese de uyuyamazdı. Güvende olduğunu hissetmek için kalkıp yatak odasının ışığını yaktı. Cızırtı başka bir odadan geliyordu. Bu yüzden adım adım ilerlemeyi seçti.”
“Yatağa girdiğinde rahatlamış hissediyordu kendisini, içindeki o sıkıntı geçmişti. Bulaşık terapisi geri dönmüştü. Evet, Oktay bundan böyle buna “Bulaşık Terapisi” diyecekti. Vücuduyla temas eden su, kulağından ruhuna akan müzik ve saçma sapan yaptığı dans hareketleriyle köpüklerin halıya saçılışı. İnsanın kimseyi takmadan özgürce hareket edebildiği o kendine özel alanını farkında olmadan kaybetmiş ve şimdi yeniden kavuşmuştu genç adam.”
M. Talha Özmen – Geyik Çıkmazı
“Bu sabah yiyecek bulmak için sokağa çıktığımda beni gördü, ben de onu gördüm. Sokağın karşısında, kırmızı kapılı evin önündeydi. Şefkatle bana ihtiyacı olduğunu ifade eden bakışlarla kendisine çağırdı, “pisi pisi” diyor, elinin parmaklarını birbirine sürtüyordu. Hareketleri abimi alan insan gibiydi ama bu daha çocuktu. Biliyorum ki abim mutluydu. Benimle konuşmak için bir keresinde kiraz ağacına tırmanmıştı, buluşmuştuk. Karnı hep tok ve kaldığı yer de sıcacıkmış. O mutluluğu ben de istedim. Ve çocuğa yaklaştım. Beni kucağına aldı ve “Baaakk, ne buldummm” diye kırmızı kapıdan içeri bağırdı.”
Mahalle Mektebi’nden Şiirler
Havsalam bir şilep bayrağıydı benim
Kasırgaların mızrağıyla delip geçtiği
Henüz çevrilmedi Nuhçaya dalgaların dili
Bu benim geldiğim değildir dünyadaki halim
Madagaskar beynimin en uzak yeri
Ölümün atları vardı hepsi ezildi bir yokuş gününde
Sustu çıngıraklar, ağlara takılan gol sesiydi
Yüzüstü düşen gölgeme o çocukluğumdan kalan.
Dünü hatırlayalım diye bahşetti Tanrı bize bu günleri
Pembeyi moru bir de maviyi unutmayalım diye gönderdi
Ölüm var mezarlıktan geçerken dikkatli olalım
Hayat var tersten akan suyu içerken dikkatli olalım
Allah var, sağımıza solumuza selam verirken dikkatli olalım
Bir de öbür tarafı var bu dünyanın, şimdilik burada kalalım
Hüseyin Akın
Ölüm cebimdeki savunma mekanizmalarını çürütür
Resmî bir maganda gibi davranmakla
Sevgiliye verilen plastik çiçekten çıkacak gerçek
Miskin bir taşra öğleninden başka şey getirmeyecek
Başlığı konup yazılamamış şiirdir hayat
Ekmeklerin giderek kararması gibi
Duyuyorsunuz mekanik sesler içeri bönlük katıyor
Bütün sokaklar şimdi yanık kokuyor.
Mehmet Akif Öztürk
Ellerim en küçük öznesidir düşünmek de tahlil eder
Bildiriyorum bir karanfile başkalık atfederek
Derinleşsin bende böylece alelusul, olmak üflesinler tenime
İnsan üzereyken nasıl bir yol bu
Eğesi bir hissiyata boğumlu, dehre dakik frenler patlarken
Ben ve yağmur
Hiç koşmayız.
Ali Tacar
Muhit’in Kırkı Çıktı
Kırk sayısı önemli. Kültürel ve geleneksel yaşamımızda “kırkı çıkmak”, “kırklara karışmak”, “kırklanmak” gibi birçok deyim var. Kırk yaşına basmak, kırka ulaşmak da aynı değerdedir bizim toplumuzda. Muhit dergisi de Nisan 2023 sayısı ile kırkıncı sayısına ulaştı. Nice kırk sayılara ulaşmasını diliyorum.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Ali Emre ile son romanı Mehmet Akif merkezli yapılan söyleşiden olacak. Şiirleri, hikâyeleri, deneme ve incelemeleri ile gönüllerimizi dokunan Ali Emre, Nurettin Zengi ile başlayan biyografik romanlarına Mehmed Akif’i de ekleyerek edebiyat dünyamıza önemli bir eser daha kazandırmış oldu. Akif, hakkında en fazla kitap yazılmış bir isim olsa da onu yeni ve özgün bakış açıları ile anlatan kalemlere ihtiyacımız var. Çünkü onu ne kadar geniş kitlelere tanıtırsak ona karşı vefa borcumuzu bir nebze olsun yerine getirmiş olabiliriz.
Söyleşinin soruları Süleyman Ceran’dan.
“Mehmed Âkif hakkında yazmayı bir borç, omuzlarıma çöken bir yükümlülük olarak gördüm yıllarca. Vefa ve kadirşinaslık gereği yazmam gerektiğini düşündüm hep, doğru. Bunun için daha önce birkaç kez niyetlendim fakat sürdüremedim. Sağlık problemlerim de sürekli nüksediyordu bu arada, yoğunluğum da fazlaydı. Hem eşimin ve çocuklarımın hem de yakın dostlarımın ve yayıncımızın yüreklendirmesi etkili oldu ilk elde.”
“Romana can veren, her şeyden önce, benim Âkif ’im elbette. Benim hem gördüğüm hem de ne yalan söyleyeyim, görmek istediğim mütefekkir şair. Unutmadan belirteyim: Ben bütün romanlarımda biyografinin temel yükseltilerini, günümüze sufleler yollayan cehdi, hayat kimyamıza karışması gereken özü bulmaya ve göstermeye çalışırım. Tarih anlayışım daima aktüel ve işlektir. Buradan hareketle, dikkatli okuyucunun Mehmed Âkif ’in hayatı ve çabası hakkında derli toplu bir bakışa kavuşacağını ve esere serpiştirilen çıkarımları fark edeceğini umuyorum.”
“Aslında benim şiirimde, baştan beri sosyal ve siyasi olana bir ilgi vardır. Bir kavga vardır. Destansı bir taraf vardır. Coşkulu, yüksek sesli, aynı zamanda tarihe meraklı bir dikkat vardır. Edebiyata da hayat gibi olabildiğince bütüncül bakıyorum öncelikle. Bütünlüklü, tevhit merkezli, güncel ve işlek bir dikkatle yaklaşıyorum.”
“Mithat Cemal, onun Sultan’ı yakından bir kere gördüğünü söylüyor hatırladığım kadarıyla. Sultan’ı sevmediğini; bir sima, fiziki bir varlık olarak da görür görmez oradan uzaklaştığını abartılı ifadelerle anlatıyor. Mizacı itibarıyla da zor seven, zor beğenen bir adam Mehmed Âkif. Akranlarının, muasırlarının da neredeyse tamamı bu konuda muhalif.”
Günümüz Dünyasında Aşk İlişkilerinin Hâlleri
Erol Göka, Aile ve Aşk yazılarına devam ediyor. Bu sayı; “Günümüz dünyasında aşk ilişkilerinin hâlleri” üzerine yazmış Göka. Yani her şeyin çabucak tüketildiği, değerlerin değer kaybına uğradığı zamanlardan bahsediyor.
“Yaşadığımız dünyayı pazarlamacılık, reklamcılık ve reklamcılığın bir kolu olarak görülen politika, özgün tepkinin yerini televizyon ekranı aracılığıyla deneyimin alması gibi çok çeşitli kurgu türleri yönetiyor. Bizler kocaman bir romanın içinde yaşıyoruz…”
“Günümüzde insan ilişkilerinin en belirgin özelliği kırılganlık olduğu için Bauman, “akışkan” sıfatıyla tanımlamaya çalışıyor zamane aşklarını.”
“Kitle iletişim ve bilişim teknolojileri sayesinde psikolojimizde muhtemelen “imgesel” ya da “fantezik” dediğimiz alanda bir genişleme ya da önemsenme ortaya çıktı, daha doğrusu onların değerini keşfetmeye başladık. İmgesel, yani fantezik olan, gerçekliğin karşıtı değil, bir gerçeklik türüdür aslında. Rüyalarımız nasıl gerçekse fantezilerimiz de gerçektir ama her ikisinde de gerçeklik, hakikat değildir.”
“Aşk; bir kişiyi, güveni özgürlüğün önüne alabilmeyi gerektirir. Aşkın ardından sevgiye dayalı gerçek bir çift olabilmek için eşlerin sürekli birbirlerini övme becerisini gösterebilmesi, her halükârda kabul edici, sahiplenici, huzurlu bir liman olduğunu ortaya koyması gerekir.”
Düşmanlık Ahlâkı
İbrahim Tenekeci, ahlak yazılarına düşmanlık ahlakı ile devam ediyor. Düşmanlık ve ahlak gibi iki kavramı bir araya getiren yazıda geçmişten verilen örneklerle düşmanlığın bile bir ahlak çerçevesinde yapılmasının önemini anlatıyor Tenekeci.
“Kara kin ve kibir, insanın sadece gözüne değil, gönlüne de perde çeker. On kez seçim kaybettiği hâlde partisinin başında olan, kendisini değil de bütün o seçimleri milletin oyuyla kazanmış olanı, tek adam veya diktatör gibi göstermeye çalışıyor. Elindeki nasıl bir terazidir?”
“Bugün arkadaşlık ettiğimiz, beraber yürüdüğümüz, iş yaptığımız, kaderi ve kederi paylaştığımız, dertleştiğimiz insanla yarın yollarımız ayrılabilir. Hatta dost iken düşman hâline bile gelebiliriz. Olabilir, oluyor. O andan itibaren mahremiyetin zedelenmemesi, hatıraların korunması gerekiyor. Fakat bunun tersini daha sık görüyor ve yaşıyoruz.”
“Sadece kardeşliğin, aşkın, isyanın değil; düşmanlığın da bir ahlâkının olması gerekiyor. İyiyi kötülemek yerine daha güzelini yapma gayreti içinde olmalıyız.”
Kıskançlık Üzerine
Zeynep Merdan, kıskançlık üzerine yazmış. “O Zarif Kıskançlık” olunca yazının başlığı bu zarafeti merak ediyoruz ister istemez. Haset, kibir, kıskançlık üzerindeki hassas dengede yaşama çabası var yazının satır aralarında. Elbette en önemlisi de mümin bakış açısı.
“Kıskançlığın zarif bir tonu var. Sevilene zarar veren zehirli kıskançlık değil, sevene zarar veren tonu. Sahip olma hırsından değil, ait olunan kişiye yakın olamamaktan gelen ince sızı kıskançlığı.”
“Nedensiz husumet, en kısa haset tanımı bazen. Telaşlı itibarsızlaştırmaların ardından çaresiz bir kıskançlık çıkıyor çoğu zaman. Birini sürekli eleştirmek, her sözü/ eylemi üzerinden antitez geliştirmekten belirgin kıskançlık işareti yok. Öylesine hastalıklı bir hâldir ki bu, kıskançlık duyulan kişiyi alt edebilmek için onun kötü, şahsiyetsiz, aşağılık biri olduğuna kendini inandırarak mücadelesini meşrulaştırır.”
“Aidiyet, en sarsılmaz his. Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir varlığa ait hissedince didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş.”
Çocuk Fotoğrafa Sığar mı?
Dursun Çiçek, fotoğraflara yansıyan çocuk yüzlerini yazmış. En çok da hüzünlü bakan çocukları…
“Çocuk fotoğraflarında kendi geçmişimizi aradığımız gibi, kaybolmasını istemediğimiz bir yalın ve saf duruşu, bakışı, ifadeyi de saklamaya çabalarız. Özellikle çocuk fotoğraflarında fıtratı, bozulmamışlığı, berraklığı ararız.”
“Ve çocuk hüznü… Bir bitmeyen türküye benzer. Dağlarda yankılanan bir bozulmadır o. İnsanın en derininden gelen bir ağıt… Tıpkı çocuk ağlayışının sahilsiz umman oluşu gibi. En çok bir ağlayışında boğulur, hüznünde yanarız çocukların. En büyük ihanetlerimiz de onlara değil mi? Yaş alarak, yaş-lanarak bırakır gideriz ölüme doğru, çocukluğumuzu geride bırakarak.”
Kavramların Hikâyesi
Kavramların hikâyesini anlatıyor Murat Erol. Ortaya çıkışları, toplumlar tarafından nasıl kabul edildikleri gibi birçok konu işleniyor yazıda. Teknik, kültür, medeniyet gibi kavramların tarihsel yolculuğuna şahit oluyoruz.
“Milletler arası geçerliliği olan veya literatürün dayattığı bir kavram yoksa kavram üretimi tam da bu süreçte ortaya çıkar. Olgunun bir başka boyutunun ortaya konulması, kavramın bir başka boyutuna da denk düşer. Olayların tabii akışı, zihnin ve dilin tabii bir şekilde cevap üretmesini de sağlar. Dil dışı gerçekliğe, dil alanında karşılık bulma süreci bu bakımdan bir yenilik içerir. İfade edildiği gibi, mevcut kavramlarla veya dilin mevcut imkânlarıyla bu karşılık bulma süreci hitama erdirilir.”
“Etimoloji bilimi sadece kavramların kökenini araştırmakla kalmaz, bir anlamda katman çözümlemesine girişir ve kavramın tarihi süreçlerini de ortaya koyar. Kavramlar, tarihi süreç içerisinde örselenmeye neden olan veya güçlenmeyi sağlayan bir devinim ve dinamiklik yaşarlar. Tek bir anlama sabitlenmeleri neredeyse imkânsızdır, kök anlam bir şekilde diğer katmanlar için karine teşkil eder. Kavramın hangi alan veya konu içinde konuşulduğu katmanlardan hangisinin söz konusu olduğunu da gösterir, bununla ilgili anlam harekete geçer.”
Dünyanın Bütün Sabahları
Dünyanın bütün sabahları diyor Zeki Bulduk. En çok da Adıyaman’ın depreme uyanan sabahı. Her şeyin alt üst olduğu, eskinin yerini devasa enkazların aldığı sabah.
“Ben her sabaha hayranlıkla uyandım. Her sabahta bir dirilik, her sabahta bir mucize gördüm. Kışın ayrıydı sabahları; titreyen bir çocuğun sobaya yaklaşması gibiydi. Baharın sabahları bir başkaydı; muhteşem kokularıyla saldırırdı insanın üzerine ve sonra sarılırdı. Yaz sabahlarını hiç sormayın; değirmen sırası bekleyen köy çocuklarına sorun yaz sabahlarını. Hazan mevsiminde sabahlar insanın paçalarına sürünen bir kedi yavrusu gibiydi.”
“Adıyaman’da vilayet binasının önünden bir yol geçer. Vilayetin önünden Altınşehir, Gölbaşı tarafına doğru giden yoldan iki yüz adım ilerleyip sağa dönüp baktığınızda önceki sabahlarda aile apartmanı olan binaların enkazlarını görürsünüz. Sanki yoldan geçen dev bir araç, yol boyu dizili binaları biçip geçmiştir.”
“Aşk, birdenbire. Kavga, birdenbire. Kaza, birdenbire. Fikir, birdenbire. Biliyorum, her birinin temeli var. Nasıl ki evin bir temeli var, nasıl ki temelsiz bir tek uçanlar var, kanatlılar var; onlar dahi yerden güç alıp uçmuyorlar mı? Kaderin vuku bulması birdenbire. Birdenbire olan her ne var ise bizim bilincimizin dışında sanki.”
“6 Şubat 2023 tarihinde sabah saat 04.17 sonrası, birçok evin mutfağında bir daha çay demlenmedi. Ve o mutfakların birçoğunu gördüm. Gördüklerime bir daha dönüp bakamadım utancımdan. O kadar güzellerdi ki bir an görmem o uçuşan perdeleri, ocak üzerindeki çaydanlık ve kazanları, buzdolaplarındaki magnetleri, mutfak dolaplarını, lavabo üzerindeki tereklerde sıra sıra dizili renkli bardakları…”
Şehadet Yolunun Seherinde Hz. Hüseyin
Sibel Eraslan, Hz. Hüseyin’i anlatmış. Yolculuğu, mücadelesi, şehadeti en içli haliyle yer alıyor yazıda.
“Kufe’den yola çıkmışlardı nefes bile almadan rüzgârla yarışan atlılar… Bir çöl sırtını aşmak, buluğ dönemini her seferinde yeniden atlamak gibi bir şeydi bir çöl sırtını aşmak… Kızıl nefesli sarışın kum fırtınalarının birer kırbaç gibi şakladığı göz kenarlarında, burun deliklerinde, siyah birer kuyuya dönmüş çatlak dudaklarında ve yutkundukça çakıl taşları gibi çakırdayan gırtlaklarında… Çölü geçmek, kendini geçemeye benzerdi çölü geçmek…”
“Velayet, Allah katından hediye edileni hediye etmektir diğerlerine. Ve bir sahip çıkıştır ki velayet, insanlar yalnız olmadıklarını düşünsünler hayatta, yani en zor zamanlarında bile, en yalnız, en tenha zamanlarda bile umutsuzluğa düşmemeleri için kalpten kalbe akıp doğan, gözle görünmez bir dayanıklılık, sabır ışığıdır âdeta bu.”
Muhit’ten Öyküler
Aynur Dilber – Benim İçin
“Kâinatın yaratılışından bahsetmedim size. Tuhaf hastalığımdan sonra benim için “Ol” denilince olanlar bunlar. Benim kâinatımın başlangıcı. Habil dedimse benim Habil’im, Kabil dedimse benim Kabil’im. Ve hatta Habil de ben, Kabil de benim. Öyle değil mi?”
“Benim bu ani değişiklikle büyük bir travma yaşadığımı falan düşündüler. Bu hâlime alışabilmem için kendimi kandırıyormuşum, bir savunma mekanizmasıymış. Bir de psikologların onlara öğrettikleri doğrularla baş etmek zorunda kaldım. Hastaneler, ilaçlar, kusmaktan takatsiz kaldığım ilaçlar, serumlar, derime sürdükleri yakıcı, pis kokulu kremler…”
“En sonunda beni iyileştirme çabaları yanıt verdi. Bu dirim, bu hayat yitecek, bitecek diye o kadar korktum ve ağladım ki. Sonra bir ses duydum. Ne uykuluydum ne uyanık. Ne bir mekân içre idim ne zaman.”
Fatma Nu Uysal Pınar – Kapı Duvar
“Suzan…
Benden bir cacık olmaz. Ben zorluğa gelemiyorum. Hastalansan bir tas çorba koyamam önüne, evi bir kat süpüremem, derleyip toplayamam. Başlayıp bıraktığım işlerin haddi hududu yok. Bir ev nasıl geçinir, tencere nasıl kaynar, ilerde çoluk çocuk olursa isteklerine nasıl cevap verilir, bilmiyorum. Sadece rızık derdi değil bu. Bütün olarak geçim kaygısı bendeki. Maddi ve manevi. Baba olabilir miyim, onu da bilmiyorum gerçi. Gerçek bir baba nasıl olur ki? Yol yakınken… Zor oluyor Suzan, inan çok zor oluyor. Vebaline girmek istemem gönlümün gümüş düğmesi. Arızalı yanlarını kolay kolay kabul edemiyor insan. Edince de çözüm bulamıyor. Bunlar mesele değil, dediğini duyar gibiyim.”
“Sofrada tuz yok diye babam annemin başına siniyi geçirmişti. Sıcak tarhana yakıp kavurmuştu annemin her yerini. Banyoya acıyla koştu annem. Suyu vanadan keyifle kesti babam. Sana bu layık, dedi, bastı küfrü. Annemin safındayım diye dünyanın dayağını ben de yedim.”
“Beni unut, demeyeceğim. İnsan unutmaz Suzan. Sevgini ölene dek yüreğimde hissedeceğim, sen de hisset. Bağır, çağır, hüngür hüngür ağla. Kıyamam gözyaşlarına. Fakat iyi gelecekse içindeki ateşe, ağla. Zamanla sular durulur, sen de bir rüya gördüm, uyandım say. Geldi geçti deme, acır belki kalbim. Gelen geçmez Suzan. Ben hâlâ… Geçecek olsa çocukluğumda yaşadığım onca his geçerdi. Çoğu acılı, çoğu güdük, çoğu kısır hisler…”
Muhit’ten Şiirler
Depremin yedinci günü bir kız tanıdım, Cudi’ydi adı
On bir yaşında yakalandı o sarsıntıya
Bodrum katında bir binanın enkazı altında
İnandı ki Allah var, o varsa her şey olur
Çocuk ruhu direndi büsbütün üzerine çöken karanlığa
Ruhunu gördüm dağları taşıyan karınca
Sevdim ben onu, tanısanız siz de seversiniz
Allah’a nasıl inanılır, öğretir size de eğer isterseniz
Said Yavuz
Bir büyük arayı hızla geçerek fuzuli sanma nizamiyi hem niyazi i mısri
Hepsine selam olsun ok atmaya değmez kılkuyruklar söyleseler de mani
Mecnun u Leyla yazıldı iki kere çok olur tek sayıların ilki üç diyor el kındi
Şiirin sultanlarına sunduğum sözler yetmez âlemi yaratanın sebeb i telifini
Hüseyin Atlansoy
Evden ayrılmak bir ihlaldir, kovuluruz cennetten
Boş salıncak, ölü kediler bahçesi, kendi sesine ağlayan şarkılar
Evden ayrılmak resmi bir yazışma gerektirir
Ev ağlar çünkü biz tılsımlı nilüferler dökerek veda ederken
Elleriyle kazar köklerini, acıyla dağlar çocuklarını doğurduğu o beşiği
Şimdi aklımda tek soru
Bir fotoğraf dağılınca biz kime benzeriz?
Evi övdükçe var ancak bir evimiz.
Dilara Ayşe Akdeniz
Serkisof olmasa sanki zaman yok
Tespihten akardı cihanın kiri
O serin seccade Müslüman alın
Hicret’in ilk günleri gibiydi
Büyürken kaybolan o sessiz şiir
Dedemin mezarı dünyalar kadar
Hepimiz sığarız – sanki sığdık da
Tarihten bir nefes gibi eserken rüzgâr
Süleyman Unutmaz
evin içinde melek gördüydün o zaman
bayram günlerinde iç daralması iki damla
çalmamak için neşelerini arkadaşlarının
genç olduydun bir gece ansızın tanrı hediyesi
taşları böyle yontarlar, ağaçları budarlar böyle
neyin farkına vardıydı şakacı kedilerin bile
Mehmet Narlı
Allah somuttur bunu öğrettim çocuklara
Somuttur Devlet ekmek kadar, su kadar aziz
Saymadım yediğimiz yumrukları oturup
Doğruldum yeni baştan, suya düştü o akis
Nadir Aşçı
Parmaksız okçular yetiştirdim tek çocuğum ya
Kıymetinde kasvet barındıran sümbül
Güveniyor bir dahaki yanılgıma
Mehmet Fatih Öz
sanki içimizde bayatlar son ekmek
katlayıp kaldırdığımız bakışlarla
yine de dursun deriz burada yorgun ikindi
insan bozuk bir fermuardır, acır sesi
Ayşegül Baytut
Başladık bil ölümün ömrüne
Yaşarken, dönmemek üzere
Yol bitti hem, geldik işte
Geleni çevirmeyen mezarlığa
Dinle… Tespih ediyor cesetler cehri
Gök yarılıncaya bir ismi
Görünmeden, gün yüzüne.
Emel Özkan
Şehir ve Kültür, Sayı 105
“Biten Her Şey, Yeni Bir Başlangıçtır…” diyerek Mehmet Kamil Berse’nin giriş yazısı ile sayfalarını aralıyor Şehir ve Kültür dergisi.
”Kazanılan zaferden ziyade ,zaferi kazanmak için ya- pılan mücadele hoşumuza gider.. Asıl görmek istedi- ğimiz şey zafer için yapılan mücadeledir.. İnsanoğlu bir gayeye varmayı değil, o gayenin peşinde koşmayı seviyor. Aytmatov’un yapıtlarında başlangıç, aynı za- manda bitiştir. Başlayan her şey biter, biten her şey de yeni bir başlangıçtır. Zamanın erdiği bozkırlarda, gün, yüzyıl kadar uzun; geçen yüzyıllar ise bugün kadar ya- kındır aslında.. Bu gezegen tadında bir coğrafya için çabalamak gayret sarf etmek gereklidir.”
Cezayirliyi En Çok Etkileyen Unsur: İslamiyet
Cezayir izlenimlerine devam ediyor Prof. Dr. Ümit Meriç. Bu sayı, Cezayir ve İslamiyet konusunu ele alınmış.
“Cezayir insanını en çok etkileyen, en uzun süre devam eden unsur: İslamiyet… Roma İmparatorluğu’nun medeniyetini kabul ettiremediği topraklarda Müslümanlar muzaffer olmuşlar. Araplar VII. Özellikle XI. Asırda 100.000 ve 200.000 kişilik gruplar halinde buralara gelmişler. Roma’nın Galya topraklarına dilini ve dinini vermesi gibi Araplar da Kuzey Afrika’ya Arap dilini ve İslam medeniyetini getirmişler. Zamanla Fransa nasıl Lâtin dehasının bir parçası olduysa, Cezayirliler de Arap-İslam medeniyetinin bir parçası olup çıkmışlar. Ne var ki Kuzey Afrika’da 700 yıla yakın bir süre kalan Lâtin ruhu da akılcılığı ve eylem zevki ile Cezayirli ruhunu diğer Doğu kavimlerinin birçoğundan farklı biçimde etkilemiş, İstilacılara isyan, Mağrip ruhunun hiç değişmeyen özelliklerinden biri.”
Kültür ve Ekonomi
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, “Kültürler Ekonomilere Anlam Ekonomiler Kültürlere Değer Kazandırırlar” yazısında kültür ve ekonominin birbirini etkileyen yönlerini yazmış.
“Kültürle ekonomi, Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı gemiye ve denize benzer. Nasıl denizsiz gemi yüzemezse, kültürsüz ekonomi de ayakta kalamaz. Ekonomi gemiyi gösterirse, kültür geminin pusulasını gösterir. Pusulasız denizlere açılan gemiler, hiçbir zaman gitmek istedikleri limanlara ulaşamazlar. Ekonomi ağacının kökleri gökyüzünden, meyva yüklü dalları yeryüzünden beslenir. Kültürsüz ekonomi, ekonomisiz kültür, hayatı yoksullaştırır. Köklü düşüncelerin kalıcı eylemlere dönüştükleri gibi, kültürel derinlikler ekonomik zenginliklere dönüşürler. Anadolu’nun yüzyılların içinde zenginleşen, düşünce ve eylem dünyasında, kültürler bahçeler ekonomiler ağaçlar olarak görülürler. Anadolu’da insanlar bilgelikleriyle kültürlerini, bilgileriyle ekonomilerini güçlü tutarlar. Bu yüzden Anadolu insanı, eyleme dönüşmeyen düşünceden, üretime katılmayan bilgiden uzak durur. Kültürün derinlikleriyle, ekonominin zenginlikleri, bütün boyutlarıyla hayata yansır.”
Küllerinden Doğacak Şehirler ve Devletimiz
Hassas zamanlardan geçiyoruz. Devletin yaptığı her şeyi görmezden gelen, karalayan, öteleyen bir zihniyet durmaksızın fitne tohumlarını ekmeye devam ediyor. Güzel ve rahat zamanlarda değil böylesi zor günlerde devletinin ve milletinin yanında olacak yürekli insanlara ihtiyacımız var. Biz biliyor ve inanıyoruz ki devletimiz tüm varlığını milletinin huzuru ve refahı için harcayan aziz bir devlet.
Mehmet Kamil Berse’nin “Küllerinden Doğacak Şehirler ve Devletimiz” hassas konulara değinen, önemli noktaları işaret eden bir yazı.
“Devletimiz, dünyanın en zor ekonomik şartlarının yaşandığı bir zamanda , 2 yıl gibi evlere kapandığımız dünyanın en önemli salgınının ardından bu felaketle baş başa kaldı…Bu ekonomik zorluklar içinde adeta küllerinden yeniden ortaya çıkarılacak 11 şehrin imarı ihyası için büyük gayretler içinde çalışıldığını görüyor ve şahit oluyoruz.. Bu durum dünyada en güçlü ekonomisi olan ülkelerin bile tek başına altından kalkacağı bir iş değildir, farkındayız…”
Osmanlıda Ramazan
Dr. Önder Bayır, Osmanlı arşivleri ışığında Osmanlı döneminde ramazan ayı için alınan tedbirleri yazmış. Ramazanda alınacak tedbirler, dikkat edilecek hususlar sıralanmış. Ramazan Tenbihât-namesi 1856 yılına ait. Baktığımızda, günümüzle kıyaslanacak birçok ayrıntının o zaman da hayatın içerisinde yer aldığını görüyoruz. Keşke, 15.16. yüzyıla ait bu tür belgeler de ortaya çıksa da hiç olmazsa daha uhrevi vakitlerin yaşandığını da öğrenmiş oluruz. Bu tenbihatnamede de görüyoruz ki o zamanlarda da ramazan dolayısıyla fiyat arttıranlar var ki böyle bir tenbihte bulunma gereği duyulmuş.
– Padişahın bazı camileri gezmesi ihtimal dahilinde olduğundan herkesin vazifesini en iyi şekilde yapması ve saygıda kusur edilmemesi,
– Geceleri büyük caddelerde iskemle ile sokak aralarında ve halkın geçip-gitmesine engel olacak şekilde oturulmaması,
– Kadınların adap dışı açık saçık giyinerek dikkat çekici davranışlarda bulunmamaları,
– Herhangi bir sıhhî özrü bulunmayanların oruç tutmaları ve özrü bulunanların da aleni bir şekilde oruç yememeleri,
Ramazan ayında halkın refahının sağlanması için mısır pirinci, kahve, şeker, sade yağ, bal, tuz, nohut, soğan, zeytinyağı, beziryağı, üzüm, kuşüzümü, sirke gibi yiyecek maddelerinin fiyatlarının tespit edilmesi hakkında sadrazamın İstanbul kadısına emri.
Herkesin İstanbul’u Farklı
Şiir şehir İstanbul. Her köşesi ayrı bir değere ve güzelliğe sahip nadir şehirlerden olan İstanbul’un herkes için farklı bir anlamı vardır. Ekrem Kaftan, Herkesin İstanbul’u Farklı yazısında bu farkları sıralıyor.
İstanbul’da yaşayan milyonlarca insan için belki bi o kadar İstanbul vardır. Zira, günümüzde her insan, kendi yetişme ve kültür anlayışına göre İstanbul’u tanıyor ve/veya seviyor. ..İstanbul’da tahsil gördüğümüz ve gazetecilik yaptığımız 33 yıl boyunca öyle İstanbul’da doğup büyümüş insanlar tanıdık ki, Süleymaniye Camii’ni hiç görmemişti. Ayasofya’yı bir müze olarak gezmiş ve bu mabedin tarihinde nelere şahit olduğunu hiç merak bile etmemişti. Hele İstanbul’un diğer camilerini, medreselerini, sebillerini, çeşmelerini, kütüphaneleri hiç görmeden hayatını İstanbul’da yaşadığını zannetmişti…Demek ki İstanbul’u tanımak, İstanbul’da yaşayanların inançlarına, yetiştikleri çevreye aldıkları eğitime göre değişen bir husustur.”
Tanpınar ve Beş Şehir
Mehmet Kurtoğlu, Tanpınar ve Beş Şehir yazısının ikinci bölümü ile Şehir ve Kültür’de. Yazıdan bir kesiti buraya alıyorum.
“Şehir üzerine düşündüğüm için mi yoksa Beş Şehir’de bambaşka bir büyü bulduğum için mi, ne zaman okusam bambaşka ilhamlar doluyor içime. Ve kaç kez okuduğumu hatırlamadığım birkaç kitaptan biridir Beş Şehir…Şehir üzerine ciddi düşünüp de Beş Şehir’i okumayan bir yazar düşünemiyorum. Herkes Beş Behir’i okuyor ama herkes Beş Şehir’den aynı derece istifade edebiliyor mu? Bu tartışılır. Bu konuda Necmettin Turinay Beş Şehir’in tam olarak anlaşılmadığını inanıyor. Ayrıca bu kadar çok şehir üzerine kitap yayınlanmasına rağmen haklı olarak Beş şehir çapında ya da onu aşan bir kitabın henüz kaleme alınmadığını belirtiyor. Beş şehir kült bir kitap, klasikleşmiş, başucu eseri olmuş. Onun gibi bir eser beklemek bence doğru değildir. Ancak onun benzeri kitap yazmaya kalkanlar, hiçbir zaman onun gibi bir eser yaratamazlar. Çünkü ne anlatacakları İstanbul 20. Yüzyıl İstanbul’u, ne kendileri Tanpınar! Beş Şehir imparatorluk çocuğu Tanpınar’ın yaşadığı devrin zenginliğini ve ruhunu yansıttığı bir eser.”
Allah’ın Sessiz Kulları
Ezgi Elçin Oynak’a hayvanları ve özellikle kedileri anlatmak çok yakışıyor çünkü o kedileri sadece sokakta görünce sevenlerden değil. İki kedi ile yaşayan ve bundan da büyük bir mutluluk duyan biri. Allah’ın sessiz kulları, hayvanları anlatmış yazısında.
“Masum canlılarla beraber olmak, onlara sarılıp öpmek, onları doyurmak ve ihtiyaçları olan sağlık hizmetini sağlamak, içinde merhamet olan insana büyük mutluluk verir. Bize emanet edilen bu canlılar karşısında Allah’ tan korkar, onlara titizlikle davranırım. Yemeğime ortak olmak isterse fazlasını ona yediririm. Bana zarar verecek bir hayvanla karşılaşsam dahi ikimizin de zarar görmeyeceği bir çözümü bulmak isterim. Allah’ ın sessiz kullarının sesi olurum. Allah’ım, iyi ki hayvanları yarattın!”
Karhadoni’den Fikirtepe’ye
Ülker Gündoğdu ile İstanbul’u adımlamaya devam ediyoruz. Bu kez Fikirtepe’deyiz. Geçmişten günümüze Fikirtepe güzellemesi yapıyor Gündoğdu.
“Kadıköy’ün en eski yerleşim bölgelerinden birinin Fikirtepe olduğu bilinmektedir. Bunu bugünkü arkeolojik kazılar sonucuna göre söylemekteyiz. Fikirtepe’nin eski adı Karhadoni’dir. En çok tarihi buluntunun çıkarıldığı Fikirtepe 1942 ve 1952 yılları arasında yapılan kazı çalışmalarında insan ve hayvan iskeletleri, taştan çekiç, inci taneleri, firuzeden mürekkep eserler, vazo kırıkları, bronz levhalar, öküz heykelleri, Fenikelilerden kalma kandiller ve pişirilmiş balçıktan sakallı erkek başı bulunmuştur.”
“Bugün sıradanlığından sıyrılan Merdivenköy, geçmişteki Kadıköy’ün en önemli muhitlerindendir. Trakların bu bölgede oldukları muhtemel görülmektedir. Bizans döneminde kadınlar manastırı bulunduğu bilinmektedir.1329’da Osmanlılar ile Bizans arasında bir savaş sonrasında Orhan Gazi ile III. Andronikos Paleologos arasındaki görüşmelerde Andronikos’un buradaki köşkünde yapılmıştır. Bu köşk, Orhan Gazi’ye bırakılır. Orhan Gazi de burayı ahi dergâhına dönüştürecektir.”
Hezarfen Bir Sanatkâr
Mehmet Nuri Yardım, bu sayı Hezarfen Bir Sanatkâr dediği Mehmet Zeki Kuşoğlu’nu anlatmış.
“Akademisyenimiz, parlak medeniyetimizden hep bahsediyor ama peşini de bırakmıyor. Her zaman Kapalıçarşı’ya uğruyor, sahaflarda, bitpazarlarında, eskicilerde, bakır atölyelerinde dolaşıp Osmanlı’nın izini de sürüyor bu arada. Esasen asıl fikrî değişimi Batı’ya gittikten sonra yaşamıştı. Almanya’daki kariyerini bırakarak Türkiye’ye dönen fotoğraf sanatçısı ve tasarımcı Kuşoğlu, bu dönüşümü “Gittim Batıya, döndüm Doğuya” şeklinde özetliyor. Çünkü gördüğü uygarlığın temelinin Doğu kültüründen kaynaklandığına şahit olmuştur. Hocamızın maddi bir beklentisi de yok. Yeter ki, bu eserleri koruyacak ciddi bir kurum çıksın. Şüphesiz bunun için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul’daki belediyelerden birinin bu konuyu adamakıllı düşünmesi ve müze fikrini hayata geçirmesidir. Mesela Kadıköy’de, Üsküdar’da veya Fatih’te en yakın zamanda bir “Mehmet Zeki Kuşoğlu Sanat Müzesi” niçin açılmasın?”
Medine
Şifanur Özçelik Şirin ile kutsal beldelerdeki yolculuğumuz devam ediyor. Bu kez Medine’deyiz. Yazının her satırında Peygamber Efendimiz’e ulaşmanın mutluluğu ve huzuru var. Ramazan iklimini de ruhumuzda hissettiğimiz bir yazı bu.
“Akşam iftarımızı mescitte yapma kararı aldık. Mescidin içinde yer bulduk. İftara yarım saat kala hazırlıklar başladı. Caminin içinde cemaat karşılıklı oturduk. Araya naylonlar sofra bezi gibi uzunca serildi. Herkese yoğurt, ekmek, su ve hurma dağıtıldı. Arkasına buranın şifalı kahvesinden ikram edildi. Ve çok geçmeden ahenk içinde toplandı sofralar. Saflar sıklaştırıldı. Harika bir hizmete şahit olduk. Yüzbinlerce insanı Medine böyle karşıladı ve misafir etti. İkram üstüne ikram var. Ensar… Güzel Ensar duygu seli.”
“Bugün Ramazan Bayramı çok mutluyum. Bayram sabahı mescitte toplandık. Çok kalabalık mahşer alanı gibi her yer. Efendimizin (s.a.v.) misafiriyim. En güzel şehirdeyim. Huzur buymuş dediğim bir duygu yoğunluğuna sahibim. Mescid-i Nebevi bana birçok güzellik ve yeni haller yaşattı bu süreçte. Kıldığım namazların daha fazla feyzini aldım huşu içinde olduğumu hissettim. İlk defa burada Cuma namazı kıldım. İlk defa cenaze namazı ve bayram namazı kıldım. Tekbirler Mescidin bahçesini inletiyordu. Tam bir duygu seline kapılmıştık. Gözyaşlarımız sel olup aktı. Hiç bitmesin dediğimiz zaman dilimleri yaşadık. Gürül gürül hutbe sesinde dinlendik ruhlarımız demlendi.”
23. Yıl, 225. Sayı: Bir Nokta
255. sayısı ile karşımızda Bir Nokta dergisi. Hem dergicilikte hem de yayıncılıkta istikrarlı bir şekilde ilerliyor dergi. Elbette bu işin arkasında da inanmış ve gönülden bağlı isimlerin varlığı var. Nice 23 yıllara ulaşması dileğiyle; Mürsel Sönmez’in giriş yazısından bir bölümü buraya alıyorum.
“Yaşadığımız deprem felaketinin acıları aklımızın ama daha çok duygularımızın üzerinde bir kara bulut gibi duruyor. Acıları vefat ya da yaralı sayılarıyla, tahribat ve yıkım rakamlarıyla sınırlayamıyoruz, sınırlanamaz da. “Geçmiş olsun” hem teselli cümlesi, hem de gönülden bir dilek olarak dilimizden düşmüyor: Geçmiş olsun, geçmiş olsun sevgili ülkem, âhı göğü tutmuş insanlarım.”
Şiiriyetini Kaybeden İnsanlık
Şiirin hayata kattığı bir ahenk ve anlam var. Edebi tür olmanın dışında hayatın da ritmini sağlar şiir. Ne yazık ki kaybettiğimiz birçok değer gibi artık şiirin duru sesini de tam olarak duyamıyoruz. Hasanali Yıldırım, Şiiriyetini Kaybeden İnsanlık başlıklı yazısında şiirin hayatımızdan yitirilişini anlatıyor.
“Son dört asırdır eklemlenmek için yırtınıp çırpındığımız Garp merkezli insanlık anlayışının tarih kabûlüne göre milât hangi kıymette ise ve bütün o kıymetler moderniteyle nasıl yerle yeksan edilip bambaşka bir dünya kurulmuşsa şiir sahasında da öylesine bir hercümerçten ve dolayısıyla aynı zamanda ikiye bölünmüşlükten bahsedebiliriz: kadim şiir anlayışı ile zamane şiir anlayışı. Artık bugün her ikisini birbiriyle karıştırmamız imkânsızlaştırılmış. Hem yapı, şekil, ahenk, manâ, kuvvet ve kudret bakımından böyle bu, hem de ifade.”
“Şiir söylenmiyor artık. Şiir söylenmiyor çünkü neşidemizi kaybettik. Belki lisanından mahrum bırakılan bir cemiyet hüviyetiyle bizim vaziyetimiz başkalarına nispetle daha da fena ama aslında bütün insanlık şiirini kaybetti. Şiirini, şiiriyetini: kendini.
Anlamak kaygısı, hissetmek mükellefiyetinin önüne geçti. Ve şiir hem hissedilirlikten, hem de beklenmedik bir tarzda anlaşılabilirlikten taviz veren, adeta kendi içinde kapalı, ahenksiz, musikisiz, muhatapsız bir nevi çözmeye değmez ödülsüz bulmacaya dönüştü.”
Sürgünce
Mürsel Sönmez, yaşadığımız deprem felaketinin ardından herkesi düşünmeye çağırıyor. Neredeydik, nereye geldik, nasıl bir savrulma yaşadık gibi birçok soru var içimize hücum eden. Düşünmeden yaşamak insana ağır yük.
“Yaşadığımız bu büyük deprem felaketinin her insanda bir özsorguya yol açması ve bu sorgunun sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekli. Biz nerede yanlış yaptık, insanlığımız kan mı kaybediyor? Aklımız ve vicdanımızın üzerinde kara kalın bir kabuk mu var? Düşünme, sorgulama yetilerimizi yitirdik mi? Ve benzeri “nefis muhasebesi”. Yine şunu da sormalı, sorgulamalı değil miyiz: Vahşi kapitalizmin üzerimize boca ettiği maddî hırslar ve bunun sonucunda hiçbir kural ve kutsal tanımayan bir sosyal düzen mi inşa ettik? “Pazar Tektanrıcılığı” şehirlerimizi “kent”, evlerimizi “konut” yaparken biz neredeydik, neden karşı koymadık? “Sermaye”nin sınır tanımayan ihtiraslarına nasıl teslim olduk da şehirlerimizi rant imparatorluğunun hisse senedi kıldık? Uzayıp gider bu sorular. Bu soruların doğru cevapları verilebilir ve bundan sonrası ona göre şekillenirse yaşadığımız acılar olabildiğince hafifleyecektir.”
Mahya Dağı’nın Eteğinde Bir Münzevi
Sedat Sayın, 2020 Kasım’ında kaybettiğimiz Alaaddin Soykan şiiri üzerine kaleme aldığı yazısı ile bir Nokta’da.
“Alâaddin Abi’nin şiirlerini genelde serbest tarzda yazmış. Ve bu serbest tarzda yazılan şiirlerinde zaman zaman İkinci Yeni zaman zaman Mistik şiir dolaylarında gezmektedir. Tabi bu şiirlerin çözülmesi olabildiğince zordur. Fakat halk şiir tarzında söylediği şiirlerde sanki çok daha hür dolaşmaktadır. Kendini sanki daha rahat ifade etmektedir en azından bir okur olarak gördüğüm bu. Usul Endam, Sabır ve İçtenlik Eğiminde, Yazıt, Vakti Söz Çiçeklemek, Kıvrak Dil’e, Güzelleme… Bu şiirlerde devamlı semai nazım şeklini kullanmış ve rahat ve kıvrak bir biçimde duygularını dile getirmiştir.”
Ercan Ata’nın konuğu Hüseyin Akın
Şairler ve yazarlar üzerine detaylı çalışmalarına devam ediyor Ercan Ata. Bu ayın konuğu Hüseyin Akın. Söyleşi ve Tipide Bir Koşu kitabı üzerine değerlendirme yazısı dergi okurlarını bekliyor.
Tipide Gerçeğin Peşinde Koşan Şair: Hüseyin Akın
“Hüseyin Akın başarılı bir şair, donanımlı bir kültür ve sanat insanı. O, şiirin hakkını veren bir söz ustası. Aynı zaman deneme yazarı ve hikâyeci. Öğretmenlik ve sosyoloji üzerinde de kitapları mevcut. Onun on parmağında on marifet var.”
‘Tipide Koşu’, Kenardan İzleyen ve Kendine Tanık olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Seksen altı sayfadan müteşekkil olan eserde toplamda otuz üç şiir yer alıyor. Eser bizden önce dünya sürgününü tamamlayarak ahiret dünyasına adımını atan “Ahmet Kekeç, Mevlana İdris Zengin, Bülent Parlak, Asım Gültekin, Hayrettin Orhanoğlu, N. Ahmet Özalp”e ithaf edilmiş. Çoğu kişilik yönünden farklı bu yazarların isimlerinin aynı yerde zikredilmesi bile onun birleştirici ve bütünleştirici karakterinin bir yansıması olarak görülebilir.
Söyleşiden:
“Şiir yoğunluğu her an tetikte bulunmayı, teyakkuzda olmayı gerektiren bir yoğunluk. Ara sıra bu yoğunluktan bunalıp sıkıldığım oluyorsa da başka türlü yaşamayı beceremediğimden içinde bulunduğum durumu kanıksamaktan başka bir çarem olmadığını söyleyebilirim.”
“Şiir anlatılamayanın anlatılmazlığını anlatmak, anlatılabilenin anlamını çoğaltmaktır bana göre. Düzyazıya göre daha çok uhrevi katkıya sahiptir şiir. Çünkü şiir mücerretle insan arasında açılan mesafeleri kapatıp barikatları kaldırır.”
“Benim baktığım yerden görünen Âlem ne ise dünya odur. Kimi zaman da dışarıdan kendime fırlattığım bakış benim dünyam olarak şiirimdeki yerini almaktadır.”
Bir Nokta’dan Öyküler
Engin K. Demir – Ölen Adam
“Trende giderken şurada ölsem. Yere düşüp boylu boyunca serilsem. Cebimden kimlik yerine ekmek çıkacak. Bir avuç kadar. Görenler ne diyecek. Bir parça ekmek ve yanında yemek için taşıdığı bir dilim peynir. Şurada ölsem beni tanımlayacak olan şeylerdir. Beni fikrimle, karakterimle, insanlığımla tarif etmeyecekler; cebinden bir parça ekmek çıkan adam diyecekler. Kitap yazmışım, hikayeler anlatmışım, fikirlerimi söylemişim ne önemi var. Ben, cebinde bir avuç ekmekle ölen adam; ben, ekmeğini yanında taşıyan kişiyim.”
“Merdivenlere doğru yürüyüp trenden uzaklaştılar. Ölümün olduğu yerden hemen kaçtılar. Tren kapılarını kapatıp yeni yolcularıyla birlikte metronun dehlizinde kayboldu.”
Ezgi Fatma Açıkgöz . Çöpçü
“İlkokuldan sonra okumayan annem, çok genç yaşta babamla evlenmişti. Babamın işi nedeniyle maddi açıdan rahatlık içinde yaşayan bir kadın olduğundan, annemin zaman zaman, geçim derdine düşmüş insanları anlamakta zorlandığını fark ediyordum. Sözleri ve davranışları, gözünün hep yükseklerde olduğunu, biricik oğlunun toplumda hatırı sayılır mevkilere gelebilmesi için duyduğu hırsı yansıtıyordu.”
“Onu ilk kez gördüğümde evimizin bulunduğu sokağı süpürüyordu. Orta boylu, geniş omuzlu, esmer tenli bir adamdı. Başındaki turuncu kasketi ve parlak kıyafetiyle farklı görünen bu adamın, süpürgeyi sıkıca kavrayan iri elleri hızla çalışıyordu.”
“Annem çileden çıkmış gibiydi. Yolda yanımızdan geçenlerin meraklı bakışları bile onu durduramıyordu. Çöpçünün bizden epey uzak olması nedeniyle bu sözleri duymamasına sevinmiştim. Yoksa ona karşı kendimi çok mahcup hissedecektim. Annemin tepkisinin, babamın yanında olmaması nedeniyle ve bir annenin korumacılık hisleriyle oluştuğunu sezebiliyordum.”
“Biliyor musunuz, işte o gün hayatımızın dönüm noktası olmuştu. Annemin hayata ve insanlara bakış açısı, onları değerlendirme şekli, acı da olsa mucizeyi andıran bu olay sayesinde tamamen değişti. İnsan olmakla, zengin, unvanlı ve çoğunluğa göre üst düzey olmanın birbiriyle bağlantılı olmadığını o kazâ vesilesiyle anladı.”
Bir Nokta’dan Şiirler
sütunları çatlayan kalbim
yüzümde kırılmış şubat gibi baygındı/gördüm
ah duygular inşası Allah’ım topla beni
beni ısıran taşlar ağzına koyma
şu duvar arkasındaki hayalim cebimde kalsın
gömleğim kan lekesiyle kalmasın askılarda
kaynamasın gözlerime yıkılan uzak
çöl çiğdemi yine sırrını açsın leyla’ya
mecnun desin kanatsız kuşlar ülkesinde kum olmadı
âmâ çiçeği kanatmadı züleyha’nın ellerini
tam ortasından kesilmedi aşk ile zaman
yusuf’un göz yankısıyla çatlamadı kuyu
çatlamadı dağı çalkalayan damarları ferhat’ın
ellerimde kalsın şirin bir kanat çırpıntısı
Yasin Mortaş
Göz pınarında kirpiklere tutunan bir damla kadar ürkek
Keşişler geçti düşkünlük korkusuyla tanrısına tutunan
Hiç görülmedi bir makberin mehabetli kar tutuşuna denk
Yatışan bir bakışla sessiz ve berrak gövdesinden taşınan
Güzelliği bir sayhayla kopartılan amansız çığla indi
Kim baktıysa yıkılan bir mihrap gördü züleyhanın yüzünde
Bir azize kösnüyen tenden başka esrarengiz ne vardı ki
Sarınca dölek yarınca yedi veren kara çıban değilse
Metin Tavukçuoğlu
Ben iyi değilim sanki nasılsın
Döndü mü kum saati griye
Kedin döktü mü tüylerini
İçtin mi son yudumu kahvenden
En sevdiğin koltukta iyi değilim
Bak bu mumluk bu billur sürahi
Bu ince vazo kitaplık sen nasılsın
Sanki misafirim hayatında
Çayını bitirip hemen kalkacak
Özcan Ünlü
Yangında ilk önce kurtarılacak evrakların
Sararmış yapraklarında bir mürekkep lekesi
Göğsünde bulutları taşıyan karıncaların
Ayaklarında yağmurdan harfler
Başlangıçta her şey suskunluktu
Sonra unutuluşun yapraklarını titretti rüzgâr
Bilmek yasak meyvesiydi cehennemin
Bir gülüşün patikalarında ağlayan
Mehmet Baş
Menzilini unutmuş okun eğri sırtından sesleniyorum
Düşmanı titretirdi ıslığı evvelde, şimdi caz yapıyor köşesinde kurumlu
Alabora olmuş geminin lombozlarından sarı ışık sızıyor
Sarı benizli bir genç Kafka okuyor köpek balıklarına
Okuyan kurtuluyormuş amma kurtaramıyor ceddini alaydan
Halaydan şaşmaz, vals de bilir amma tereddütlüdür niyazdan
Zikri kesilmiş benefşeyi işiten kulağına damlayan bir gram yağ
Duyurmaz nasıl ola ki salayı, göklere uzanan raylarda salınan duayı
Ahmet Yılmaz