Deprem’den Sonra Yitiksöz
6 Şubat depreminin merkezi Maraş’tı. Edebiyatımızın merkezi de Maraş olduğu için oradan gelen her haber edebiyat dünyasına kara bir bulut gibi çöktü. Depremle birlikte gelmişti derginin son sayısı. Şimdi; enkazların, acıların, yitirilişlerin arasından çıkageldi Yitiksöz’ün 16. sayısı. Deprem ağırlıklı bir içerikle yoluna devam ediyor dergi. Umutlarımız gibi, gelecek güzel günler gibi dipdiri ve heyecanını kaybetmeden ben buradayım diyor 300 sayfalık bir birikim ile Yitiksöz.
Derginin giriş yazısından…
“Bazı tarihler ve saatler insanoğlunun hafızasına derin harflerle kazınır. Kahramanmaraş’la birlikte on şehrin hafızasına 6 Şubat 2023 tarihi işte böyle kazındı. Saat: 04.17. Aradan yüz yıllar geçse de bu tarih, toplumun yazılı ve sözlü hafızasında hep asılı kalacak. Canlı kalmanın sağ kalmak anlamına gelmediği, hemen herkesin derinden yaralandığı bir tarihtir bu. Koca bir coğrafyayı kedere boğan kara bir haber. Yaşamanın derin bir mahcubiyete dönüştüğü, insanların sevdiklerinin enkazı başında çaresizce gözyaşı döktüğü bir kıyamet sahnesi âdeta. Söz konusu tarih, harfleri sadece gözyaşından oluşan bir yas anıtıdır sonuçta.”
Deprem Dosyası’ndan
Doğan Hızlan -Acılar Hayatı Değiştirir
“Her evin bir öyküsü vardır, geleceğe dair, bugüne dair. Yüz ifadeleri her şeyi söylüyor. Yeni hayatlara, yeni şehre, belki de yeni bir işe nasıl alışacaklar? Göç gerek aynı ülkenin içinde gerek başka ülkeler arasında alışmaların en zorunu yaşatır. Özellikle çocukların ruh hâllerini, büyüme sürecini çok dikkatle izlemek gerekiyor. Çünkü bazı çocukların aileleri bu dünyadan ayrıldığı için ana babanın varlığını da onlara yaşatmak için çaba göstermeliyiz. Okullarda yalnızlıklarını hissetmemeleri için öğretmenlerin onlara bir ayrıcalık tanımaları gerekir.”
İbrahim Demirci – Deprem Dengeleri
İnsanı, toplumu, çevreyi, tabiatı, şehri, mahalleyi nereye / nerede / nereden, nasıl ve niçin konumlandıracağız? Verili dünya düzeninin akışına, akıntısına kapılmaya devam mı edeceğiz, kendimize özgü bir dünya kurmayı mı seçeceğiz? (Bunu yaparken dışımızdaki dünyanın gerçeklerini, birikimini, deneyimlerini yok saymayı, görmezden gelmeyi aklımdan bile geçirmediğimi belirtmeme gerek yok/yoktu ama belirtmek ihtiyacını hissediyorum: Çok hazin bir durum bu!)
Necdet Subaşı – İçimizdeki Fay Kırıkları
Deprem yeni ve ağır yükümlülükleriyle bizi sıkıştırmaya devam ediyor. Zelzelenin maliyeti sadece maddi yıkım ve kırımla ilişkilendirilmekle yetinilmemesi gereken daha büyük fay kırıklarına işaret ediyor. Yeryüzü depreminin geniş toplumsal akışkanlığa sıçramasıyla birlikte işin en çok da inanç ve duygu boyutuyla baş edecek cevapların peşinde olmalıyız.
Bedir Acar -Depremden Sonra Filizlenen Bir Umudun Filmi Zeytin Ağaçları Altında
“İran sinemasının dünya çapında bilinen yönetmenlerinden Abbas Kiyarüstemi imzalı ‘Zeytin Ağaçları Altında’ (Zire Darakhatan Zeyton) adlı film, depremde harap olmuş Köker köyüne gelen bir yönetmeninin, çekeceği yeni filmi için, yerel ahali arasından oyuncu seçmesiyle başlıyor.”
“İran sinemasının dünyaya açılmasında önemli rol oynayan Kiyarüstemi, simgeselliğin hâkim olduğu küçük hikâyelerden yola çıkarak, evrensel bir bütünlüğe erişen filmlerin, duyguların yönetmenidir. Bütün bu unsurlarla bezeli Zeytin Ağaçları Altında deprem yıkıntılarından sevgiyle filizlenecek yeni bir hayat arayışının, zor da olsa umuda tutunmanın filmidir.”
Cihan Aktaş -Deprem Bir Olaydır, Afet Değil
“Şiddetli, hep daha şiddetli olacak şekilde yaşanan depremlerin kahramanı, gençler, deprem bölgesinde ihtiyaç duyduğumuz umudu kazandırdılar bize. Hiçbir şeye şaşırmama hissi nihilist bir yönelime sevk etmiş olabilirdi onları, gençlik üzerine alışılagelmiş yorumlar üzerinden konuşacak olursak. Felaket gerçekleştikten sonra meydana gelen dayanışma, yüreklere bir nebze su serpti. Gençler dayanışma ve destek ağlarıyla deprem bölgelerine koştu veya depremzedelere destek için bulundukları yerlerde örgütlendi. Varlığa biçilen kıymet konusunda başka bir bilincin doğacağını umabileceğimizi hissettirdi dayanışma sahneleri.”
Sibel Eraslan -Yeraltından Yükselen Haberler…
“Yeryüzü açıldıkça açılıyor, yeryüzü perdelerini kaldırmış, yeryüzü kendi hâllerinden haber veriyor. Lisanı hâliyle konuşuyor. Ve o kendi lisanıyla homurdanarak konuştuğunda, dağlar yürüyüp, yerler açılıyor. Büyük, çok büyük bir başka şeyle karşı karşıya kaldığını düşünüyor insan. Titriyor.”
Yıldız Ramazanoğlu -Televizyon Karşısında Çürümek
“Biz bölgeye ulaşamayan zihni felç olmuş kişiler. Ekranın karşısında bağlıyız, gözümüzü bir an bile ayırsak, kıpırdasak insanlar çıkamaz, kurtulamaz sanki. Doğal afet evet fakat ölümlerin çoğu insan eliyle. 1999’da kıyametimiz kopmamış, kapı gibi sağlam bir deprem yönetmeliği yazılmamış gibi, tekrar pervasızca çürük yapılar. Adamını bulmak için koridorları arşınlayan siyah zalim tüccar karaltıları. Bugün derli toplu bir yazı yazılması mümkün değil, belki tekrarlar ve hatalar var cümlelerimde. Sadece bazı kelimeleri, anları, gözün gördüklerini, kulağın duyduklarını sıralayabiliriz unutmamak için. Unutmak suç, unutmak suç.”
Duran Boz – Ömrün Zelzele Hâli
“Hayata tutunmak arkada kalanların zikridir şimdiden sonra. Umut sağanakları umutsuzluğun üstesinden gelmeyi buyurur. Her yanı titreten yakarışların ahengiyle yeniden tazelenir hafıza. Unutulanların, görmezden gelinenlerin sağlaması yapılır. Hayatı saracak güzel işler, güzel davranışların peşi sıra sökün eder. Yaşamayı kuşandıracak umut da güzel eylemlerin besleyeni olarak açığa çıkar.”
İbrahim Gökburun – “Bu Sene Can Ektik Toprağa…”
“Firuze Apartmanı’nın enkazında, yıkılmış bir dağın dibinde bir karınca kadar gücüm yoktu. Hayatım boyunca hiç bu kadar çaresiz kalmadım. Gençken böyle zor durumda kaldığım zamanlar dayıma sığınırdım. Şehrin, ailemin, dostların, akrabaların, arkadaşların hâlini ve çaresizliğimi görünce yine dayıma koştum. Her şeye tevekkül eden, şükreden, sabreden bu adamın hiçbir şeyden yıkılmayacağını düşünürdüm. Çünkü her çıkmazın bir yolunu bulurdu dayım.”
Ümit Savaş Taşkesen – Depremler Oluyor Şehrimde, Dışarda Siren Sesi Var…
“Maraş’a varır varmaz, Mağralı’dan aşağıya, gençliğimde yüksek sesle şiir okuyarak geçtiğim yollardan, Trabzon Caddesi’ne doğru giderken, yıkılmış minareleri görmenin hüznü çöktü içime. Sütçü İmam Çeşmesi ve mezarını merak ettim. Çınarlı Camii’nin minaresi çökmüştü. Sonra Boğazkesen Camii ve devamında asırlık çınar dediğim, Ulu Camii minaresi… “Süngümüz Düşmüş” diye mırıldandım. Camiler ayaktaydı. Daha sonra, deprem öncesi gezdiğim mekânların son hâlini görmek istediğimde, Şeyh (Şıh) Camii hüzne boğdu beni.”
Edebî Kanon Kavramı ve Yazarın Endişeleri Üzerine
Çok fazla dillendirilen ama içine girdikçe daha girift bir hal alan edebî kanon kavramı üzerine yazmış Ali Galip Yener. Bir kanonun ya da kanon etkisinin varlığından bahsetmek mümkün müdür bilinmez ama bir kuşatılmışlık hali hiç bırakmıyor peşimizi.
“Edebî kanon, edebî otoritelerin üzerinde uzlaştıkları, edebiyat eğitiminde esas alınan eserler listesidir. Ancak geriye gidersek tarihî anlamda kanonun edebiyat dışındaki dinî anlamını keşfederiz. Kemal Atakay, kanonun kurumla irtibatlı bir angajmanı barındıran bir terim ve burada sekülerlik öncesinde önümüze çıkan kurumun din olduğunu belirtir.”
“Bloom, Batı kanonunu çeşitli argümanlar geliştirerek savunur. Batı kanonunu edebiyat dünyasında savunmanın, hiçbir şekilde Batı’nın savunulması olmadığını iddia eder. Tabii ki, bu dediği doğru değildir. Batı emperyalizminin kültürel bir monopol oluşturduğu, bütün dünyada çevrilecek, dağıtılacak, okurla buluşturulacak metinleri bu monopolün belirlediği günümüz şartlarında Bloom’un iddiası havada kalır.”
Mayıs’ta Necip Fazıl Esintisi
Mayıs, Necip Fazıl’ın adının en çok anıldığı aylardan. Hem doğum hem de ölüm yıldönümü mayısta Üstad’ın. Necip Fazıl üzerinden algı yönetmeye çalışanlara inat daha çok okumalı ve okutmalıyız Üstad’ı. Erol Çetin, “İmkânın Tükendiği Noktadan Yükselen Umut Dolu Bir Ses: Necip Fazıl Kısakürek” isimli yazısıyla Yitiksöz’de.
“Necip Fazıl’ın şiiri öncelikle varlığa yönelir. Onun şiirinde beşerî, ölümlü bir varlık olan insanın yer, gök; görünen ve görünmeyen nesneler, dağlar, denizler, diğer insanlar vs. gibi gelip geçici olan varlıklarla ve bunların ötesinde kalıcı olanla sahih münasebeti temele alınır. Bu bağlamda aşağıda yer alan Kader ve Çile şiirlerinde varoluşun en derin noktalarına nazar eder.”
“Necip Fazıl’ın şiiri çok yoğun bir şekilde telkin edici özelliğe sahiptir. O, şiirleriyle insana yalnızlığın, acının, varolmanın, ölüm duygusu taşımanın, benlik bilincine ve kulluk bilincine sahip olmanın ne demek olduğunu anlatır.”
Sevgilinin Üç Kimliği
Mahmut Gider, Âşık Paşa’nın bir şiirinden hareketle klâsik şiirimizin üç kimliği üzerine yazmış. “mutlak sevgili, beşerî sevgili, otorite veya onu temsil eden güç.”
“Mutlak sevgili, hakikî aşkın terennüm edildiği şiirlerde karşımıza çıkar. Böyle bir sevgili, celal veya cemal tecellileriyle âşığın gönlünde, tekâmül yolculuğunun önemli menzillerinde dönüştürücü dokunuşlar gerçekleştiren varlık olarak karşılık bulur.”
“Beşerî sevgili ise ana konusu aşk olan ve mecazî aşkın işlendiği şiirlerdeki sevgili tipidir. İnsanî vasıflar taşıyan bu sevgili, sahip olduğu yüce sıfatlar nedeniyle cinsiyetinin grileştiği tanrısal vasıfları içeren insanüstü bir varlığa dönüşür.”
“Siyasi otorite Osmanlılarda yönetimin yanında kültürel hayatın da merkezindeki güçtür. Payitaht merkez mekân, saray mihver menzil, padişah da hami (koruyucu) olarak değerlendirilir.”
Şairin Kendi Şiirine Haksızlığı
Şairlerin aynı imgeler etrafında dönüp durmasını ya da çok kullanılan imgeleri şiirlerinde kullanmalarını şairin şiirine yaptığı haksızlık olarak adlandırıyor Metin Kaplan. Özgün bir sesle ilerleyen şiirde, sık kullanılan bir imgenin karşınıza çıkması akan şiiri bir anlık da olsa sekteye uğratabiliyor. Kaplan bu tür kullanımları şairlerden örnekler vererek açıklıyor.
“Müslüman coğrafyada yükselmiş ve ortak birikimimiz olan “bize ait şiir” diye adlandırdığım, yakın uzak demeden bizi birbirimize bağlayan şiirin esası imgelerin aynılığı değil midir? Farklı zaman dilimlerinde, farklı dillerde yazılmış olsa bile gözümüzde aynı resmi canlandırıp, yüreğimizde aynı hissiyatı oluşturarak bir insan yığınından bir topluma dönüşmemizde imgelerin aynılığının rolü inkâr edilebilir mi? Buna her aklıselimin vereceği cevap imgelerin aynılığının olumlu katkısına dair olacaktır. Benim asıl vurgulamak istediğim ise aynı imge üzerine yazmanın bir meydan okumayı da içinde barındırdığıdır. Bu bir şair için ‘ben de varım’ın ilanıdır.”
Mehmet Solak Yitiksöz’de
Yitiksöz, her sayı bir şair ya da yazarı ayrıntılı olarak ele alıyor. Söyleşi, eserleri hakkında yazılar gibi birçok çalışma ile söz konusu kişi dosya boyutunda incelenmiş oluyor. Bu sayı Mehmet Solak konuk olmuş dergiye. Mehmet Özger, Âtıf Bedir, Ethem Erdoğan, Recep Ayık, Mehmet Aycı; Mehmet Solak hakkında yazan isimler. Bir yazı ve söyleşiyi buraya alıyorum. Devamı Yitiksöz’de.
Mehmet Solak, Faruk Uysal’ın sorularını cevaplamış.
“Şiirle ilişkim herhangi bir yönlendirmeye dayanmıyor. Çocukluk ve okul günlerime uzanan göstergeleri yok desem yanlış olmaz. Tıpkı okuma sürecim gibi kendiliğinden gelişti sanırım. Şiire ilişkin bir tetiklenme yaşamışsam asıl tetiklemeyi İsmet Özel şiiri yapmış olmalı.”
“İhsan Deniz Kitabı, planlanmış bir çalışmanın sonucu. Benzeri çalışmalar var ama benim çalışmam farklı ve tek sanırım. Aynısı yok. Kitabın özünü söyleşi ve şairin bütün kitaplarını açımlamayı amaçlayan iki metin oluşturuyor. Diğer bölümler de çeşni niteliğinde. Böylesi bir kurguyu zihnimde netleştirerek taslağı oluşturduğumda düşüncemi Ömer Faruk Ergezen ile paylaştım. Sağ olsun projemi olumlu karşıladı ve destekledi. Düşündüğüm şaire ilişkin bütün okumalarımı yapmış ve sorularımı hazırlamıştım.”
“Okurken, gezerken, çalışırken yani gündelik hayatımın herhangi bir anında zihnime üşüşen çağrışımları, imgeleri belleğime kaydederim. Mümkünse kâğıda… Sonrasında zihnimde ve belleğimde, hamur misali, artarak kabarır. O kabarır ben yoğururum, o kabarır ben yoğururum, nihayet kıvamını bulur. Metne yoğunlaşmam bir süre devam eder. Tamam, diyene kadar…”
“Şiirlerimde öne çıkan ben-biz dilinin, baştan beri, bilinçli bir tercih olduğunu belirtmem gerek. Bir zamanlar, şair-öznesi belirsiz hatta etkisiz eleman olan envanterci şiir furyasının etkisiyle lirik-ben küçümsemesi de modaydı hatırlarsanız. Ben-aşk-lirik üçlemesinden daha tu kaka bir şey yoktu kimi şairler nezdinde.”
Mehmet Solak Şiiri
Mehmet Özger de Mehmet Solak şiiri üzerine yazmış. Kitaplarından hareketle şairin şiir dünyasına bir yolculuğa çıkmış Özger.
“Solak’ın yazdığı metinlere bakıldığında bazen dize bazen de düzyazı şeklinin tercih edildiği görülür. Aslında her iki şekilde de Solak, şiir yazar. Düzyazılar da içerik olarak mensur şiir özelliğini taşır. Şairin mektup ifadesi bir açıdan doğrudur. O da teknik boyutuyla mektuba benzer. Mektup, bir bakıma iki kişi arasında geçen bir konuşmadır. Şair de bu kitabında sevdiği şairlerle şiir diliyle konuşur. Böylece çoksesli, Bahtin’in ifadesiyle diyalojik bir şiir ortaya çıkar.”
Düşlerle Koşturan Bir Buket Çiçek Yolcusu
Çiçeklerin en narin halleriyle annelerin kalbine dokunan yazısı ile Reşit Güngör Kalkan da Yitiksöz’de.
“Çevirdiğimiz ömür defterinin her sayfasında, nedense görünmez sandığımız ilk kelime aslında daima “Anne”yle başlar ve onunla büyüttüğümüz sıcacık sevinçler, muammayı esir kılan eskimezlik anıtıyla birdenbire ölümsüzleşivermiştir yüreklerimizde. Ömrümüzü sayelerinde -ki ‘gölgelik, gölgesinde’ anlamındadır bu ve hayatımızın her anında ziyadesiyle munis bir gerçeklik barındırır- geçirdiğimiz bütün destanların büyülü anlatıları her zaman onlarla başlamaktadır. Onlar; yani ömrümüzün bereketli sağanakları; ANNELERİMİZ.”
Çay Benim Çeşme Benim
Çayın muhabbetlerde olduğu kadar edebiyatta da yeri ayrıdır. Saza, söze, gönle her haliyle yakışır çay. Nadir Aşçı, çayın yolculuğunu anlatıyor. Uzak diyarlardan çıkıp gelen ve gönüllere konuk olan demli bir çayın ruha verdiği huzur kıvamında bu yazı bir çay eşliğinde okunabilir; şimdilik iftardan sonra.
“Rüzgâr o yaprağı Çin hükümdarının fincanının içine getirip bırakmasaydı ne olurdu? Bu sorunun teknik olarak cevabı şu elbette: “İnsanoğlu çay diye bir içecekten haberdar olmayacaktı.” Fakat sorunun bu cevabı da aşan muradının olduğu bir gerçek… O yaprak fincandaki suyla tanışıp kaynaşmasaydı, insanlığın seyrinde tıpkı tekerleğin, tıpkı yazının icadındaki gibi bir ivmeden mahrum kalacaktık. Abarttım mı? Belki ama çok abarttığım da söylenemez.”
“Çay bugün yaş farkı, eğitim durumu, sosyal statü farkı gözetmeksizin; evde, ofiste, büroda, devlet dairesinde; statta, sinemada, tiyatroda; ılık, sıcak; şekerli, şekersiz içilebilme özelliğini mündemiç olması hasebiyle bir ayrıcalığa sahip belki ama içilen her çayın, çay değeri taşımadığını söylemek de farz. İçilen çoğu çay, bir vazifenin yerine getirilmesiyle mahdut.”
Mert Mevlüt Gökçe, Kitabını Anlatıyor
Yitiksöz’de şairler ya da yazarlar çıkan kitaplarının hikayesini anlatıyorlar. Bu bölüm oldukça önemli. Sözün sahibinin kendini ifade etmesi bazen çok zor olsa da bir kitabın serüvenine yazarının cümleleriyle şahit olmak da okuyucu nezdinde yeni kapıları açacak bir daveti de barındırıyor.
Mert Mevlüt Gökçe, “Hakkımda Kaç Yemin Edilmiştir?” kitabını anlatıyor.
“Kitabım, uzun süren alkışların devamındaki kafa karışıklığına hitap ediyor. Karışıklığı artırmak için. Sadece benim yazdıklarım değil, şiir ve edebiyatın en popüler gücü karıştırmak (mix) olduğu için bütün kitapların işlevi bu. Tek başınalığımızdaki anarşiyi artırsın diye okuyoruz. Ferahlık en çok okumanın ve yazmanın yabancısı. Kuran okumak hariç. Anneannemden biliyorum. Yazmak hakkında konuşarak Hakkımda Kaç Yemin Edilmiştir?’in reklamını yapıyor değilim. Bir yazarın gireceği en berbat rol kitabının çığırtkanlığıdır. Öyle midir?”
Yitiksöz’den Öyküler
Yunus Develi – Caddenin İki Yakası
“Olan Tufan’a oldu. Hiç suçu günahı yok hâlbuki. Kimilerine kalsa sorun edilecek bir şey değil. Kafa yorduğun şeye bak, derler. İşin gücün yok galiba. Amaan sen de… Onlara göre öyle de öyle değil işte. İşin iç yüzünü bilmiyorlar çünkü. Gerçi bilseler de sonuç değişmeyebilir. Hayat onlara güzel… Nasıl çıkacaksam işin içinden? Sürekli aynı kaldırımı kullanamam. İki kaldırım yetmezken üstelik. Hadi öyle yaptım diyelim, sorun çözülmüyor ki. Tufan’la hemen her gün karşılaşmanın verdiği sıkıntı bir yana, oradan her geçişimde o beni görecek. Keşke görmese ama görecek. Beni her gördüğünde…”
“Babası öldükten sonra tezgâhın başına Tufan geçti. Yok yok, çocuk arabası filan değil. Rahmetli, kazandığı o paralarla dükkân yaptırmıştı tam köşkerin karşısına. Daha doğrusu altı dükkân, üstü ev. Kurulu tezgâh. Bildiğimiz terzilik değil tabii, ufak tefek tadilat işleri filan. Yalçın’ın babası hayatta ama çok yaşlandı o da. Epeydir uğramıyor dükkâna.”
“Yok, hâlâ kuşkudan eser yok bende. Olamaz da zaten. Kendimden kuşkulanırım, Yalçın’dan kuşkulanmam. Öyle bir şeyi aklımdan geçirerek haksızlık edemem o masumiyete. O derece güveniyorum.”
Süheyla Karaca Hanönü – Babam Niçin Öldü?
“Keşke babam ölse, dedi bir anda. Babasına âşık bir kız olarak kanı dondu arkadaşının bu arzusuna ve üç yıl sonra öğrenebildi yaşananları.”
“Babam iyileşti galiba; keşke daha önce evi terk etseydin anne, dedim. Annem ise içim hiç rahat değil haydi eve dönelim kızım, diye tutturdu. Yolda durup babamın en sevdiği börekten yapmak için ıspanak aldı. Parayı uzatırken yüzünde en son çarşı pazardan ne zaman alış veriş yaptığını hatırlamaya çalışır gibi bir ifade vardı.”
Gülçin Yağmur Akbulut- Dost
“Yüzündeki çizgiler ayaz yemiş gölgeler pervazı. Gece dokunmuş şakaklarına. Karanlık. Çoktan kırağı vurmuş saçlarına. Kurumuş dal, çatlamış toprak avurtları. “Bir kulağı sağır, bir gözü kör” sanki. Başka kıyılarda dolaşıyor adımları. Vazgeçtiği çok şey olmalı. En başta da kendisi…”
“Kurşuni ceket, kahverengi pantolon giyinirdi. Ceketin birkaç yerinde yama vardı, pantolon oldukça eskiydi. Yıpranmış olsa da her daim tertemizdi kıyafetleri. Ceketin kol boyu uzun, avuç içiyle yakın temasta. Lacivert kunduraları var ayağında. Sağdaki, parmak ucundan delik. Bir gün tozlu görmedim ayakkabılarını. Pabuçlarını görünce utanırdım delik olmayan tozlu pabuçlarımdan.”
Yitiksöz’den Şiirler
Yeri, göğü ve onların içindekileri,
Üstündekileri, altındakileri,
Her şeyi, herkesi,
Her zihni, her tini,
Zangır zangır sallayıp
Altına alan deprem üstüne
Sahici, içtenlikli
Ve umut arayan
Bir şeyler bulmak,
Bir şeyler yazmak için
Cahit Koytak
meydan dağılınca kuşlar göçer gider ölümün peşi sıra
avuntunun da girdiği kara yere
böyle yazılsın iki dağın arasında yankılanan bir çığlık olarak tarih
ihtiyar bir kadın yürüdü alnımızda bir yazı olarak
sonra kaça kadar saydı yerküre bir iki üç dört beş altı
Bahtiyar Aslan
elimi tut baba elimi tut
Maraş, Hatay, Adıyaman, Malatya, Antep, Osmaniye,
Adana, Urfa, Diyarbakır, Elbistan, İslahiye
o kadar uzun ki acının adı
bir uçtan bir uca Türkiye
Vefa Taşdelen
ah yârim gözüm bağlı nereye bakayım
hangi yana ağlayayım körlüğüm mahcup bir kuğu
biliyorum evimize bir avuç toprakla geldi Mikail
bir sarstı bir sarstı ki
bir elim göğe
bir elim yere değdi
her yanıma köşesiz karanlıklar bıraktı
ah Rabb’im sana yaslanıp ağlayayım mı
Yasin Mortaş
ah yârim gözüm bağlı nereye bakayım
hangi yana ağlayayım körlüğüm mahcup bir kuğu
biliyorum evimize bir avuç toprakla geldi Mikail
bir sarstı bir sarstı ki
bir elim göğe
bir elim yere değdi
her yanıma köşesiz karanlıklar bıraktı
ah Rabb’im sana yaslanıp ağlayayım mı
İbrahim Gökburun
Gök ekini toprak altında işte bakın bir baştan diğer başa
Semadan sesler geliyor Allah Hu Mevlam Hu Rahman Hu
Yepyeni bir diriliştir bu görmedin sen onu en önde şakayık
Diriler bahsinde şehitlerdir yürüyüp gelen unuttun mu?
Yunus Emre Altuntaş
aşka yüzüm var demiştim ilkin
cahil cesareti gençlik aşısı
ölümden bir renkti yüzüm yedi kat
gökte gök yerde yerdi ne çok birlenen
adım vardı her adımda tükenen
ne çok deniz içim deniz
sesim deniz önüm arkam sobe
ey kalbim!
Duy beni!
Mehmet Solak
Her harf ayrı bir deprem bir okyanus azmanı
Dağları bir solukta yutarsın bakışından
Ben aklımı kaybederim sen bulur getirirsin
Sularsın, tımarlarsın, gemlersin bakışından
Mehmet Aycı
Biz neyi beklersek onunla tazeleniriz Hâfız, kokumuz güzel oluyor bu yüzden
Korku diye bir şey kalmıyor içimizde dünyadan yana; gecenin perdesi açılmasa n’olur?
Duvarlarla konuşmayı bırak artık Hâce, göğün esrarlı diline kulak ver biraz da
Adem Turan
çözülen toprak akışkan sulara yönelir
sisin içinde ağırlaşan nem karışır havaya
ağırlığını bırakır sadra şifa olsun diye
semavî tabiatına yükselir sonra
ateş yoğunlaşır kesif havaya karışır çünkü
Ali Sali
Bademlerin cevizlerin toplandığı
çileklerin çileyle buluştuğu sebepler
bir otel yalnızlığıyla ışıyan anlam:
şiirle başlayan ve şiirle biten
bir iskeleye terkedilmiş tekne
martılar konuyor yelkensiz direğine‒
ve bütün metruk yüzler
nasıl benziyor bir diğerine
Mehmet S. Fidancı
avuçlarında
mor menekşele
yetiştiren
bir adamdan fazlası değildim.
Yer çekimini yitirmiş her şey gibi
eskirdim,
ben hep eskirdim
petunya saksılarında ve bir minarenin
göğü arşınlayan mihraklarında tutuşurdu saçlarım.
Ölümü iyi tanırdım ben.
İbrahim Halil Kaya
öyle perişan öyle yapayalnız
döküldünüz kanat kanat tüy tüy
hayır ola kuşlar
sizin de mi yıkıldı eviniz
beklerim her sabah
duymak için cıvıltınızı
medet umarım rüzgardan
getirsin gökyüzünü dolduran neşenizi
Arif Ay
Şehir ve Yas Dosyasıyla Hece Öykü 116
Yaşadığımız acıların kapanmayacak yaralarını anlatan öykülerimiz de olacak. Derman olacak bir nebzede olsa yaralarımıza kurduğumuz cümleler. Ne kadar anlatsak az, ne söylesek yetmeyecek dertleri anlatmaya ama söze sığınmak şifası olacak yarım kalmış günümüzün.
Hece Öykü dergisi, 116. sayısında öyküye dair gönüllere dokunacak içerikleri sunarken okuyucularına, 6 Şubat’ta yaşadığımız depremi de “Şehir ve Yas” dosyası ile anıyor.
Emin Gürdamur’un Ön Yazı’sından…
“Yeryüzüne emniyetimizi kaybettiğimiz, yıkılan evlerle birlikte dünyadaki evsizliğimizi de derinlemesine duyumsadığımız anda ihtiyacımız olan anlam bambaşka bir yerden çıkageldi. Ne yapacağımızı bilemediğimiz o kara günlerde, bu ülkenin, kalpleri görünmez zincirlerle birbirine bağlı insanları, dünyada eşine az rastlanır bir yardım seferberliği başlattı. İnsanın yurdu insan imiş, bunu hiçbir zaman unutmayacağız.”
“Heceöykü olarak kelimelerin aciz kaldığı büyük acı karşısında yaralı şehirlerimize ses vermek, aynı duygular etrafında kenetlendiğimizi beyan etmek istedik. Bir daha hiç yaşanmaması temennisiyle “Şehir ve Yas” başlıklı bir dosyayla huzurlarınızdayız.”
Dosya Editörü Safiye Gölbaşı’nın Giriş Yazısından
“Şehirler ikinci evlerimizdir. Geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz bu evin içindedir. Evlerimiz, dostlarımızın evleri, okullarımız, iş yerlerimiz, çocuklarımızı götürdüğümüz parklar, sevdiğimiz sokaklar, arşınladığımız caddeler, ihtiyaçlarımızı karşıladığımız dükkânlar… Hepsi, bu, “bizim” olan kocaman evdedir.”
“Bizler de Heceöykü olarak, bu derin üzüntüyü dile getirmek, acı beşiğine dönüşen şehirlerimize ses vermek istedik. Bu minvalde “Şehir ve Yas” isimli dosyamızla huzurlarınızdayız. Yitirdiğimiz her bir cana rahmet duasıyla, cümlemize inşirah dileyerek…”
Şehir ve Yas Dosyası’ndan
Mehmet Narlı – Maraş Dediğin / Maraşlı Dediğin
“Maraş dediğin bir çayhanedir; çayhane dediğin ruhları birbirine sarılanların, dile geldikleri, dilden aldıkları, dilde kaldıkları yerdir; kitapları, inancın tarlasını kara kara, şiirin düşlerini yora yora, fikir ağacının kabuklarını tütün gibi sara sara okudukları yerdir.”
“Maraşlı dediğin, kimi yazan kimi yazdırandır; kimi okuyan kimi okutandır; kimi konuşan kimi konuşturandır; kimi şerh eden kimi şerh olunandır. Maraşlı dediğin atandır, kardeşindir, yoldaşındır.”
Ali Necip Erdoğan- Fay Kırılınca Ortaya Şehir Bilinci Çıktı
“Dünya yapılmaya devam etmektedir, öyleyse kalbimiz de yapılmaya devam edecektir. Dünyanın bir kanunu var ve insanın da bir aklı var. Fay kırıldığında kalbimiz kırılıyorsa inşa ettiğimiz şehrin değerlerden yoksun olduğunu hemen anlayabiliriz çünkü akıl ancak yapılan işte görülebilir. Dünyanın kanununu dikkate almayan akıl, işleyen bir akıl değildir, faal değildir. Bu akıl, olsa olsa kör bir akıldır, değerleri dikkate almayan bir akıldır.”
Zeynep Merdan – Lüks Acılar
“İnsanların yakındıkları dert, acı, sıkıntıların üreticisi çoğu zaman kendisi. Derdi doğuran da kendisi. Dertten yakınan da kendisi. Öyle bir bataklık ki bu kimse kurtaramıyor insanı kendisinden. Kendi bataklığına düşeni kim kurtarabilir ki? Hastalık, bedenin acısı; kötülük, ruhun acısı; nefret, kalbin acısı; delilik, aklın acısı. Acı; tekâmüle vesile olan, bir üst mertebeye terfi ettiren basamak sanki. Kalp, acıdıkça güzelleşir. Ruh, acıdıkça derinleşir. Beden, acıdıkça güçlenir. Akıl acırsa, delirir. Aklın acıması fena…”
Müzeyyen Çelik – Bütün Dünya Telaşları ve O Sabah
“Televizyondan öğretmen arkadaşımın enkazdan çıkarılma anını izledim. Bunu ömür boyu unutabileceğimi sanmıyorum. En az deprem haberini aldığım an kadar derin bir etki bıraktı bu durum bende. Ağlamaktan gözlerimde yaş kalmadı diyebilirim. Evime baktım ağladım, eşime baktım ağladım, çocuğuma baktım ağladım. Biz neden durmaksızın ölülerimizi sayıyoruz, dedim dedim yine ağladım.”
Ayşe Ünüvar – Kırık Dala Tutunan Serçe Hüznü
“Adıyaman! Kırık dökük cümlelerimin içinde umudu saklayan şehir, yeniden kalk ayağa, yeniden uzat elini, yeniden tokalaş benimle… Nemrut’un sakladıkları gibi sakla sırrını içinde. Saklayamadıkların var bilirim. Saklayamadıklarının hüznü kaldı bende/bizde…! Türkiye’de…”
Kemal Sayar’la Şehir ve Yas Üzerine
Kemal Sayar ile dosya kapsamında şehir ve yas üzerine bir söyleşi yapılmış. Şehirlerin insan ruhuna dokunan yapısına değiniler var söyleşide. Gelişen şehirlerin insan ruhuna dokunmayan yapısına dair düşüncelerini paylaşıyor Sayar. Sorular; Rüveyda Durmaz Kılıç.
“Bir elin yıkamak için bir başka ele ihtiyaç duyması gibi, insan da başkalığın yardımıyla kendini çamurundan arındırır. Bu nedenle insanlar hayvan sürülerinden farklılaşarak kolektivitenin gönüllü kulluğundan kendilerini söküp insanlaşabilmek için şehre gelmek zorunda kalırlar. Fert, yalnızca şehirde bereketli bir havza bulabiliyor.”
“Turgut Cansever de Osmanlı mesken mimarisinde daha ziyade ahşap ve kireç gibi dayanıksız malzemelerin tercih edilmesinin tasavvufi duyarlılıkla ilgili olduğunu, taşla temsil edilen kalıcı, ezici büyük değerler sistemi karşısında ahşabın günlük hayatı tanzim eden çerçevelerin dinamik ve değiştirilebilir bir sistemi temsil ettiğini ifade ediyordu. Hiçbir neslin, kendisinden önceki neslin zevklerine ve ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir şehirde yaşamak zorunda bırakılmaması bir incelik ve edep terbiyesiydi.”
“Depremde sevdiklerini, evlat dost ailelerini, yuvalarını, maddi varlıklarını, yaşam alışkanlıklarını ve aşina oldukları sokakları, şehirlerini kaybeden insanlar belki henüz bu yasın başındalar. Henüz yaşamda kalma kaygısı teskin edilebilmiş durumda değil, toprak hâlen silkelenip titriyor, hâlen güvende, tok ve sıcak değiller, henüz yaralardan kan sızıyor.”
Benim Öyküm’de Zeynep Sati Yalçın Var
Derginin öykü atölyesi tadındaki Benim Öyküm köşesinin bu sayı konuğu Zeynep Sati Yalçın. Okuma, yazma ve öyküyle buluşma hikâyesini okuyoruz Yalçın’ın.
“Uzun süre yazdıklarımı hiç kimseyle paylaşmadım. Oysa anlatmak, her insan için en büyük ihtiyaçtır. İnsanın düşündüklerini, duygularını, şahit olduklarını ve hayal ettiklerini paylaşamaması hayattan, anlam arayışından, çevresinden, hatta kendi benliğinden ve kimliğinden kopuşudur. Yazarak bu kopuştan uzaklaştım; gerildi, inceldi ama kopmadı. Anlatmak deyince tabii her insanın konuşmak dışında farklı bir ifade tarzı olduğunu kast ediyorum; yazarak, çizerek, boyayarak, örgü örerek, tamirat yaparak, okuyarak, enstrüman çalarak, nakış işleyerek, çiçek yetiştirerek, yemek pişirerek vb. benim içinse arama ve anlatma yolu yazmak oldu.”
“Benim için yazmak, olanlara ve kendime bir anlam arama çabasıyla yürüdüğüm bir yol. Bunlar bilinçli bir seçimle olmasa da severek yürüdüğüm bir yolmuş. Bu yol hâlâ sürüyor ve nefes aldığım sürece hiç bitmemesini diliyorum.”
Öykücünün Sözlüğü
Bu sayı öykücünün sözlüğünde Hale Sert var. Bu bölüm bir anahtar gibi adeta. Öykücün dünyasına girmek için sözcüklerden bir yol yapıyoruz kendimize. Birkaç örneği buraya alıyorum.
direniş. [i.] 1. Keyifli bir yaşam biçimi. 2. Hakkı yenilmişlerin yürüme biçimlerini anlatan tek kelimelik şiir. 3. En çok çocuklara ve kadınlara yakışır. Direnişin en estetik hâlini onlar yaratır sezgileriyle. 4. Otuz iki dişiyle birlikte direnenlerin çeliği çiğnedikleri vâkidir.
final. [Fr.i.] 1. Göremeyeceğini bilsen de gölgeni, hayallerini, direnişini, bir ıssızlık kervanında kemaliyle yürüttüğün yolun sonu. 2. Zamanın en estetik çizimlerine karşı açılan botoks savaşıyla gerginleşen yüzlerin, çizgilerini geri almak için karşı savaş açacağı günlerin geleceği an.
Tarık Buğra’nın “Şehir Kulübünde” Hikâyesi
Çağına tanık bir yazardır Tarık Buğra. Anadolu’ya ve Anadolu insanına tam anlamıyla vakıf bir yazarın insan ilişkilerinden tutun da siyasal gelişmelere kadar birçok alanda düşüncelerini ve öngörülerini yakalamak mümkün. Fuat Arpa, Buğra’nın “Şehir Kulübünde” hikâyesini inceliyor.
“Tarık Buğra’nın konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinde gerçekleşen her türlü olay, tam da sosyolojik eleştirinin kabullerini örnekleyecek şekilde dönemiyle bağlantılı olarak devreye girer. Bu sebeple yazar, sözü edilen eserlerde yansıtmaya çalıştığı tarihlerdeki sosyal, siyasi, ekonomik hareketleri ve değişimleri gözler önüne sermeye çalışır. Tarık Buğra’nın roman ve hikâyelerine konu olan dönemlerin birçoğu, Türk siyasi tarihinin dönüm noktalarıdır. “Şehir Kulübünde” hikâyesi Dönemeçte romanının çekirdeğini oluşturduğu, onun fonunu meydana getirdiği için kasabalının köylü ile kentli arasındaki ilişkisi Dönemeçte romanına aynı şekliyle dâhil edilmiştir.”
Abdullah Harmancı’nın Üç Anahtarı
Üç Anahtar’ın bu sayıdaki konuğu Abdullah Harmancı. Üç soruyla Harmancı’nın öykü dünyasına dış açılan sesine şahit oluyoruz. Bir anahtarı buraya alıyorum.
“Sizden geriye tek bir öykü kalacak olsaydı, o hangisi olsun isterdiniz ve neden? “Kalender” olabilir. Çünkü sahici. Çünkü acılı. Çünkü şefkatli. Çünkü benim edebiyattan anladığım şeyi bu öykü tam veriyor. Edebiyat, yaşanmışlığın aleviyle parlamalıdır. Bizi yakan bir şey olmalıdır ve bu ateş okura da geçmelidir.”
Zübeyde Andıç ile İlk Kitap Söyleşisi
Kuşlar, Pıtıraklar ve Tıraş Sandığı Zübeyde Andıç’ın ilk öykü kitabı. Severek okuduğum ve hakkında yazdığım bir kitaptı bu. Şimdi yazarından kitabını bir söyleşi eşliğinde dinlemiş oluyoruz.
“Yazmanın iyileştirici yönünü fark edeli epey zaman oldu. O zamandan bu zamana kadar da yaşamı sırtlanmış kitaplarla, yazarlarla, şairlerle ve ozanlarla kurduğum bağla kendimi böyle bir yolculuğa hazırlamam gerektiğini düşündüm.”
“Sevince eşlik eden diğer belirgin duygu ise heyecandı. Öykülerimi okuyanların kendi gerçekliklerinde o öyküleri nasıl bir yere koyduklarını hatta kendi dünyalarında o öyküleri yeniden nasıl yazdıklarını merak etmeye başladım. Bu meraklı bekleyiş de bana ayrı bir heyecan veriyor.”
“Hayat karşısındaki duruşunu sevdiğim, kendi gerçeği ile var olduğu dünyanın gerçekliğinden uzaklaşmamış yazar ve şairleri her zaman okuma listemin başına koyarım. Mümkün olduğunca da o isimlerin külliyatını okurum.”
Kaldığı Yerden
Hece Öyük’nün yeni bölümlerindendi Kaldığı Yerden. Bu sayı; Sema Bayar, Handan Acar Yıldız ve Mahmet Kahraman birbirlerinin öyküsünü tamamlıyor, hem de tam kaldığı yerden.
Sema Bayar;
Bir, iki, üç ve uyan.
Gözlerimi açtım. Uzun bir koridordayım. Yürüyorum. Başım dönüyor, hayır dönen başım değil, ayaklarımın altında yer sallanıyor. Köşedeki sehpa, çıplak ampul, saksıdaki bitki… Ayaklarım birbirine dolanıyor. Sağımda sıralanmış kapılar; her birine üç haneli numaralar verilmiş. Yetersiz ışıktan mı, yoksa sallantıdan mı, bilemiyorum, yan yana dizilmiş rakamlar bana bir şey söylemiyor. Koridorun sonundaki kapıyı açıyorum. Tam karşıda yuvarlak bir pencere. Kirli camın ardında yükselip alçalan dalgaları görüyorum. Her iki yanda duvara yaslanmış ranzalar. Yağlı yastık kılıfları ve kirli çoraplar. Küçük masanın üzerinde yarısı yenmiş bir konserve kutusu. Ranzanın altında burnu delik bir postal. Bozulmuş yemek, küf ve ter. Bütün kokuları dilimde gezdirip yutkunuyorum. Midem bu istilaya daha fazla direnemiyor. Yatağın ayak ucundaki kova imdada yetişiyor. Onlarca küçük balık kovadaki kirli suda çırpınmaya başlıyor. Her biri kuyruğundan balçığa bulanmış. Onu çepeçevre saran pislikten kurtulmaya çalışıyor.
Handan Acar Yıldız;
“Biri kapıyı vurup çıkmış gibi uyanıyorum. Biri ardına bile bakmadan çekip gitmiş gibi uyanıyorum. Ben hiç terk edilmedim ki… Hayatım boyunca. O zaman çekip giden kim? Ya da gittiğini düşündüren kim? Eksikliğini hissettiğim ne? Bu kadar tanımıyorken bu kadar ona uzakken eksikliğini hissettiğim ne? Bu derece varlığını şekillendiremeyip tanımlayamıyorken özlediğim ne? Dahası hasretini çektiğim ne? Kafatasım zonkluyor. İçe doğru uzayan saçlarım yüzünden. Çene kemiklerim sızlıyor. İçe doğru büyüyen dişlerim yüzünden. Tırnak diplerim sızlıyor içe doğru uzayan tırnaklarım yüzünden. Saçlarımı aldırmıştım. Tırnaklarımı. Sonra dişlerimi. Tahammülüm kalmamıştı büyüyen, uzayıp giden şeylere. Her şeyi birden durdurabilsem tüm yorgunluğum dinecekti. Ben de uzayanı, bitip tükenmeyeni aldırdım. Oh nasıl dinlendim.”
Mehmet Kahraman;
“Hadi artık uyan diyor. Uyanığım diyorum ama uyan demeye devam ediyor. Uyanmak için ne yapmam gerekiyor? Boş gözlerle baktığımın farkındayım. Biraz şaşkınım. Ne zamandır uyuyorum bilmiyorum. Çok rüya gördüm. Belki de kâbus demeli. Hangisinin gerçek hangisinin rüya olduğunu da ayırt edemiyorum. Hâlâ yaşadığıma inanamıyorum. Atlattın diyen ses sürekli zihnimde yankılanıyor. Neyi anlattığımı soracağım ama soramıyorum. Uyandı ya şükür diyor aynı ses, gerisi gelir. Kim bu? Önce terk edip sonra acıyan biri mi? Belki de annemdir. Evet, öyle olmalı. Yoksa bu kadar teslimiyet dolu bir ses olmazdı duyduğum. Ona her şeyi anlatmak istiyorum. Konuşabilsem anlatacağım fakat sesim çıkmıyor. Yorma kendini diyor o müşfik ses. Zamanla kendine gelirsin.”
Hece Öykü’den Öyküler
Safiye Gölbaşı – Cahitler Koridoru
“Cahit dayım, ekmek yiyin derdi benle yengeme, ekmek yiyin, ekmeksiz doymazsınız ekmek yiyin. Kaşığınızı çok doldurmayın. Suyu lıkır lıkır içmeyin, tabağınızı bitirmeyin, yemek kalsın, kalsın yemek, siz ekmek yiyin. Ekmeği de çok yemeyin, hadi tamam bu boğaz harbi yeter, kaldırın sofrayı.”
“Ama Zarifoğlu başka. Yalnız o temize çıkarıyor beni dayımın yanında, bir tek o. Elimde onun kitaplarını görünce beni sever gibi oluyor dayım. Cahit miymiş adamın adı diyor, gülümsüyor. Zarifoğlu’nun edebî hüneri, aynı ismi taşıdıkları için ona da geçmiş ya da geçebilirmiş yahut aralarında ismin dışında bir ortaklık daha varmış gibi, bu kitaplardan kendine pay çıkarıp gururlanıyor.”
“Cahit Bey diyorum, bakmıyor. Cahit Bey, uzaklaşıyor. Koşuyorum, sayın Zarifoğlu, koridor uzuyor uzuyor. Siz de mi sofralara oturamıyorsunuz, siz de mi doya doya yiyemiyorsunuz, ne kadar incesiniz diyorum. Hızla hareketleniyor. Bir kapıdan içeri giriyor. Peşinden gidiyorum. Anlamıyorum Cahit Bey diyorum kapıyı açmadan, sesimi duyuyor sanıyorum, sesim titriyor, bana yardım edin, kapıyı tıklatıyorum, bazı şeyleri anlamıyorum. İçeriden ses yok, kapıyı açıyorum, bir odaya değil başka bir koridora açılıyor kapı. Orada, görüyorum, koridorun ortasında. Kollarını göğsünde birleştirmiş.”
Rüveyda Durmaz Kılıç – Bir Küçük Burun Meselesi
“Yedi aydır içinde uyuyan bir acı varmış, hiç ihtimal vermemiştin oysa. Neden benim bedenimi seçsin ki böyle bir yazgı, canım ne, kilom ne benim dedin. Ama sabrını iyi biliyordun, her kederden kendine hikmet devşiren inadını iyi tanıyordun, hele o arsız yaşama gücün var ya, onun zaten ruhunu ezber etmiştin. Sanırım bundandı her şey.”
“İlk kavuşmayı düşündükçe, başlayacak olan bir sevincin aynı anda nasıl büyük bir acıyla beraber olabileceği tarifsizdi. Gerçek gayb de buydu işte. Görmeden sevmek buydu.”
“Her gün işe giderken ve dönerken onu oradan alıp eve götüremeyişin daha da çok evlat yaptı onu sana. Baharı bekledin, kasa kasa aldığın çiçekleri tırnaklarını dolduran toprağa ekerken ölümden fışkıran hayatı sevdin.”
Selma Aksoy Türköz – Sahilde
“Dehşet içindeydim. Yüzümdeki ifade korkutmuş olmalıydı onu, şaşkınlıkla bakıyordu bana. Gitmeye davrandım. Arkamda bir kıpırdanma oldu, bir çıtırtı… gölgemsi bir şey süzüldü yanımdan. Hemen peşinden, koşuşturan ayak sesleri. Ani bir aydınlanma yaşadım, hızlı ve çabuk düşünceler geçti zihnimden kırık dökük, kadının beni bir pusunun içine çektiğini anladım. Bu saçmalığı nasıl olup da yaptığımı açıklayamıyordum kendime. Korkunç bir titreme sardı bedenimi. Belki de birazdan bir suça, kirli bir sahneye ortak olabilme düşüncesi sendeletiyordu beni. Karanlığa tutundum.”
Selma Maşlak – Mektup
“Söyleyin şimdi ey insanoğlu, bir masal kahramanı da mı yapamadınız pembe yapraklarımı? Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir elma çiçeği varmış diyemediniz mi? Kaf Dağı’nın ardında yaşarmış, çobanın sihirli lambasından çıkar, köklerini boynuna dolar, bir kanadında dev karıncalar diğerinde arılar… Bütün yalnız dağ başlarına doğar, tatlı tatlı kokar… Diyemediniz mi? Yok kimseyi kıskanmıyorum! Vallahi kıskanmıyorum! Sadece gücendim.”
M. Talha Özmen – Takı Sırası
“Az evvel köçek emeklisi semazenlerin, iki tur dönüp hepimizin tasavvuf açığını kapattıkları pisti çocuklar istila etmiş. Kuyruğun sonuna ulaşmak için aralarına dalıyorum. Bu çocuklardan acaba kaçı?.. Tövbe tövbe! Bir an evvel elimdeki altından kurtulup, buradan ayrılmak istiyorum. Sabinin teki örümcek adam kostümünü çekmiş de gelmiş, tütülü etekleriyle pamuk şekeri andıran; ney dinletisi eşliğinde sağa sola devrilerek dans eden cici kız çocuklarının önünde garip hareketler yapıyor.”
“Bir gün öğlene doğru mesaj atmıştı Mücahit. Mesajlarda ses, yüz ifadeleri, mimikler yok belki ama ben malımı bilirim. Hadi bakalım. Öğlen yemeğini seçmece tabldotçuda yedik. Tabldotçu ama yemeği tabaklarda veriyor. En köhne sanayi yerinde bile demir tabldot olayı bitti artık.”
Ahmet Yılmaz – Evimizin Önü Pazar
“Serin bir cuma vakti. Dut ağacının gölgesinde geçmiş yazları düşünüyorum. Bir yaban arısı pencereden içeri dalıyor. Almanya’dan Mercedes’li amcam gelmiş, bir kutu bisküvi getirmiş. Misketlerimi yuvarlayıp yerimden fırlıyorum.”
“Amcam sokağı jilet gibi yırtarak yokuşa vurmuş gidiyor. Cadde toz duman, eşraf perişan. Çok yaşa amca. Aferin sana. Askerlik şubesinin ordaki göbekten u dönüşü yaparak gerisin geri aşağı sürüyor arabayı. Sokağın başında duraklıyor.”
“Aklım ermez, dilim varmaz. Ben ne bilirim tarlayı tapuyu. Bunlar eskilerin davası, çoktan eskimiş numaralar. Benim fukara babam fabrikada gece gündüz kelle koltukta çalışacak ki Allah’ın köyüne Almancılar çöksün, gömülere onlar sahip çıksın. Anam dört çocuk doğurduktan sonra yeter diyecek, Almancılar Alman parasına minnet etsinler. Beşincisi altıncısı gayri Allah’tan. Amcama bakın hele. Yok amca bu sefer olmadı, mor kravatına kurt kanı bulaşmış gömlek uymadı.”
Feyza Kartopu – Dağılan, Uçuşan Ilık Kum Taneleri
“Kapı ikinci kez açıldığında odanın ortasına bir tabut bıraktılar. Saat hâlâ orada. Kapının yanında daha fazla beklemeden çıktım. Şimdi, bana ödünç olmayan bir hüzün gerek. Gerçek bir yas. Odadan odaya girip çıkıyor, bir işin ucundan tutmaya, ortada dönenip duran yasa dâhil olmaya çalışıyordum. Belki böylece babanınkine benzer bir hüzünle çevrelenebilirdim. Tahta bir kepçeyle, altı çoktan kapatılmış helvayı karıştırırken bulunca kendimi, bunun hiçbir zaman mümkün olmayacağını anladım. Ağlıyordum. Erişemediğim, çocukluktan bu yana arayıp durduğum bir şeye yanmak gibi bir ağlamaktı. İsyana benzer bir şey. Saat… onu alırsam belki…”
Ay Vakti’nde Deprem Dosyası
6 Şubat’ta yaşadığımız deprem dergilerimizde yer almaya devam ediyor. Zihinleri canlı tutma anlamında tam da olması gereken bu. Yazılan her cümle; acılarımızı, alacağımız dersleri yarınlara taşıması anlamında önem arz ediyor.
Ay Vakti dergisi de 203. sayısında hazırladığı bir dosya ile depremi, depremin etkilerini, yapılanları işliyor.
Derginin Giriş yazısından;
“Şu saat 04.17’de durmasaydı. Çok mu eskirdik biz? Toprakla kucaklaşacak kadar mı eskirdik? Tarih olacak kadar mı eskirdik? Belki de tarihe geçtik bu saatle. Ama belki de yeniyizdir, bir tohum gibi topraktan bahara uzanacağız. İşte, durmuş saatin takvimi de gösteriyor, 6 Şubat 2023.”
“Son değil! Son değil, öyleyse, dahası olabilir. Biten yok, dahası var… Dahası olabilir diye sevinç çığlığı atalım mı? Öyleyse bu taş, toprağın ve betonların katılığını, ağırlığını aşıp geçebiliriz. Yağmur mu yağıyor, kaç gün geçti acaba? Ama saat hâlâ 04.17’de. Demek zaman geçmemiş, ama yağmur yağıyor. Necip Fazıl’ın “Bu yağmur, delilik vehminden üstün’’ dediği bu yağmuru, soyut olanların bıraktığı vehmin yerine koyup baktığımızda, bu vehmin delillik vehminden üstün olduğunu görebiliyoruz.”
Deprem Dosyası’ndan…
Salih Uçak – Ahlâkî Fay Hatlarımız
“Modern çağa hâkim olan “piyasa toplumu”nda insanlar sadece kendi çıkarlarını koruma peşindedirler. Aslolan kazanmaktır. Bunun “nasıl” olduğu çok da önemli değildir. “Helal-haram, iyi- kötü, günah-sevap” gibi kavramlar devre dışıdır. Dünyaya hâkim olan bu kapital ahlâk -daha doğrusu ahlaksızlık- refah toplumu önündeki en büyük engeldir.”
Semra Saraç – Deprem 2023
“Bölünen mekânla birlikte bölünen zaman ki, geçmişle şimdi arasında, geçmişle gelecek arasında derin uçurum açıldı. Yıkılan, yarılan, çöken, yaralayan, öldüren, şehirleri ve ülkeyi umumi bir matemhaneye çeviren koskoca bir çaresizlik tablosu. Titreyen dağa, yarılan yola ve yıkılan asırlık kalenin burçlarına bakarken, sığınak olabilecek bir kale kalmadığını görmek. Olmadığını görmek. Felaketin büyüklüğü ölçüsünde acı.”
Recep Garip – Sarsılarak Uyanmak
“Devletin, kuruluşların yarım saat gibi kısa bir sürede meydana indiğini görüyor her bir can için umutlanıyorsunuz. Günler boyu, yıkılmış apartmanların çevresinde sessizce içten içe ağlayan, kimse yok mu, kimse yok mu bağrışlarını duydukça sessizliğe gömülüyor, dayanılmaz dondurucu soğuk, yağmur ve kar altında bekleyişlerin umudu içinde barındırdığını hissediyorsunuz.”
Eyyüp Azlal – Depremde Ölmedim Dedim Ya Sana
“Yazgımız bu anne. Kaderimiz bizi yedi kapılı bir handan yedi katlı bir eve sürükledi. Oysa dut ağacı, yediveren arış ağacımız ve gül ağaçlarıyla bezeli bahçeli bir evimiz vardı. Hani o zamanlar da deprem olmuştu. Ve biz, o zamanlar kendimizi dışarı atmıştık. Şimdi elimiz, kolumuz bağlı. Ne çıkabiliyoruz, ne inebiliyoruz. Bir göz ağrısı ışığında ikimiz de ölümü bekliyoruz. İnsanın sevesi geliyordu önceleri çok katlı evlerde oturmayı. Şimdi ise kaçası geliyor bu evlerden anne.”
Naz – Hatay Yeniden Doğabilecek (mi?)
“Gezip gördükçe ince ayrıntılarıyla hayrete düşüren kadim medeniyetlerin beşiği Hatay. Eski evlerin kapılarına takılan tokmaklarının bile ayrı bir öyküsü bulunan, her taşın ayrı bir hikâyeye dönüştüğü, Antik Yunan Mitolojik öykülerinin anlatıldığı, göçlerin ve yıkımların ve işgallerin yaşandığı, yeniden ve yeniden tekrar tekrar inşa edilen Hatay. Yine yıkıldı Hatay. Tarih tekerrür edecek ve yeniden ayağa kalkacak.
Tüm bunlara ek olarak benim hafızamda yer etmiş ve sık sık dönüp okuduğum Ayla Kutlu’nun “Sen de Gitme Triyandafilis”i.”
Sadettin Açıcı- Adıyaman’da Depremin İlk Günleri
“Allah verdi, Allah aldı diyebilmek, bütün ailesi göçmüş bir insanın dilinden döküldüğünde; imanın ne tükenmez nimet ve cevher olduğunu daha iyi anlamıştık.
Şehrin zengini, fakiri, yöneticisi, yönetileni, şucusu, bucusu yok. Herkes aynı gemide ve bu geminin ne kadar önemli olduğunun farkındaydılar.”
Şeref Akbaba – Muavenet
“Depremin ilk günü itibariyle resmi ve sivil kuruluşlar, uluslararası arama-kurtarma ekiplerinin yanı sıra, gönüllüler ordusu da yardıma koştular. Kimi Hatay’da, kimi Maraş’da, kimi Adıyaman’da, kimileri diğer şehirler ve ilçelerde enkazdan birini kurtarmak, çalışanlara yardımcı olmak, depremzedelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere bölgeye gittiler.”
“Örnek bir dayanışma sergilendi.
Muavenet.
Rahmet oldu.”
Ayvakti’nden Şiirler
Bütün dünya hayretler içinde burada; sözcükler yetersiz!
Bütün mahlûkat durmuş da o şiddeti dinliyor bizimle
Ve büyüdükçe büyüyor insan yanımız molozların altında
Çok karanlıktan, çok soğuktan, çok susuzluktan; çok!
Çıkıyoruz bin şükür, kalplerimiz tam ve ağızlarda Âmenerrasûlü.
Avuçlarımızda kanamalı seslerle göğe yükselen duâlar:
Bizi diri tut Allah’ım, bizi çaresiz bırakma bu çığlıklar arasında!
Adem Turan
Zil Zal’a değince bir titreme halinde
Yeni çığlıklar kopartmak için
Bütün kuvvetiyle yola çıkıp
Sağı solu ne varsa yolun üzerinde
Afet olup toprağa gömüldüler
Ne var ne yok üstünde başında
Çocukların üzerlerine döküldüler
Yapma etme diyemedi
Yıldızları gökyüzün.
Nurettin Durman
çocukların ellerindeki meşaleden
aydınlık bütün şehirler
eski günlerden kalma bir kış
bir ucu masallarda
bir ucu afetlerde
hüzünlü bir kavuşma
güzel bir buluşma
içimiz buruk
ramazan güzel
Şakir Kurtulmuş
karanlığın ayak basmadığı yerde üşümüş yüzünü
kaçırdım aynalardan kuşlar ile akşam eve dönerken
dur karlar yağsın biraz da dağlar uyusun
ölümle yatar ölümle kalkar insan bilmez bunu
bilmez saçındaki aklar ölümün açan çiçekleri
bilmez gözlerden kalplere ıslak yollar vardır
Selami Şimşek
O Meryem yüzlü anneler şimdi nerdeler
Her sabah kuş sesleriyle uyanan
İlk mekteplerin boş kalmış sıralarında
Cennetten gülümseyen çocukların hüznü
O çocuklar ki yeni filizlenmiş bir dal gibi
Kırılıp gittiler sabaha karşı
Mehmet Baş
Kurşunlu dergisinde İnsan ve Anadolu Dosyası
Anadolu demek yürek demektir, bereket demektir, dimdik ayakta durmak demektir. Tarih boyunca bunlar hiç değişmeden günümüze kadar artarak devam eden değerlerimiz. Anadolu ayaktaysa ümmet coğrafyası da ayaktadır. Bunu her zaman gösteren Anadolu insanı küllerinden doğarak dünyayı şahit tutmuştur bu yürekliliğe.
Kurşunlu dergisi 6. sayısı ile ilkbaharı Anadolu ve İnsan dosyası ile selamladı.
Arslan Karadayı’nın Giriş yazısından;
“Anadolu’nun şiir damarı, türkülerini irfanla yoğuran, alın terinde zarafeti muhafaza eden; her biri mânânın başkenti… Gurbetin, sevdanın, felsefenin, imanın, millet mayamızı hasıl eden tüm güzelliklerin şah damarı güzel memleketlerimiz…
Ve yetmiş vilayette dünyada eşi benzeri görülmemiş bir seferberlik…
Fitnenin, insani tükenmişliğin, ihtiras ile zombileşmenin tüm tahriklerine rağmen; durmadan, kötülükleri duymadan, fenalıkları görmeden elinden gelenle de yetinmeyip devletiyle hemhâl olmuş bir millet…”
Anadolu ve İnsan Dosyası’ndan…
Tahir Ceyhun Yıldız -Payına Acının Ve Kederin En Büyüğü Düşen Anadolu İnsanı…
“Çilekeştir Anadolu, asırlardır nice belâlara, musibetlere, âfetlere düçâr olmuştur. Yüzyılın imtihanını da geçen şubat ayında yaşadı. Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye, Şanlıurfa yüzyılın felâketini yaşayarak kısa aralıklarda şiddetli depremlerle sarsıldı. Anadolu âdeta viran oldu. Bu depremlerde 50.000’den fazla insan vefat etti, 110.000’e yakın insanımız yaralandı. Binlerce insanımız evsiz kaldı. Aileler dağıldı. Kimileri âilesinden, akrabalarından 40-50 kişiyi kaybetti. Her yaralının her müteveffânın çeşitli hikâyeleri var.”
Fahri Yetim – Şark Meselesi Ve Türk Milletinin Var Olma Mücadelesi
“Dünya tarihinde büyük jeopolitik kırılmaların nedeni olan Türk milleti, bu kez tarihteki en büyük jeolojik kırılmalardan biri olan deprem felaketi ile karşı karşıya kalmıştır. Ancak böylesi bir felaket karşısında dahi Türk milletinin ortaya koyduğu destansı dayanışma, onun geleceği açısından yine en büyük teminatı olacaktır. Milli Mücadele’nin kazanılmasında büyük rol oynayan ve bu savaşın lojistiğini temin eden Tekâlif-i Milliye Emirleri, bugün yeni versiyonuyla ve gönüllülük anlayışıyla devrededir. Kuşkusuz bu dayanışmanın da gerçek anlamda millet olma açısından öğretici tarafları bulunmaktadır. Ancak yaşadığımız deprem felaketi karşısında tüm manevi gücümüzle beraber aklın ve ilmin ışığında, özellikle sağlıklı ve güvenli şehirleşme konusunda çıkaracağımız dersler önceliğimiz olmalıdır.”
Ahmet Urfalı – Anadolu Aydınlığı
“Asırların süzgecinden geçerek günümüze kadar ‘her dem taze, her dem yeni’ olarak getirdiğimiz kültürel mirasımız, bize ruh ve gönül güzelliği katarak geçmişten geleceğimize ışık tutmaktadır. Oluşturduğumuz gönül medeniyetinin temeli, esası şüphesiz sevgiye dayanmaktadır.
Anadolu, asırlar boyunca Türk medeniyetinin önemli bir merkez üssü olarak insanlığa hizmet etti. Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Avrupa, Kuzey Afrika, Ortadoğu hâkimiyeti bu kültür ve medeniyetin etki alanında bulundu. Gönül coğrafyamız olarak tanımladığımız bu yerlerde izimiz ve tesirimiz hâlen devam etmektedir.
Anadolu, ışığını ve gücünü tekrar gösterecektir.”
Fatma Balcı – Yer Gök Anadolu
“Haz ve hız odağında yörüngesinden çıkan bedenlerimiz, gönlümüzün menziline vasıl olacak. Ertelediğimiz, savsakladığımız ne varsa bir bir yeryüzüne çıkacak, fark etmediğimiz, alelade gördüğümüz ne varsa önümüze yığılacak. Tamah çukurlarından, kibir gayyalarından, cimrilik kuyularından bu diriliş bizi çıkaracak. Baharın müjdecisi Nevruz gibi, cansuyuna kavuşmuş filiz gibi, mucizeye şahit göz gibi, denize kavuşmuş pınar gibi, sürgün veren ağaç gibi…”
Sibel Eraslan ile Söyleşi
Kurşunlu’da Sibel Eraslan ile yapılan bir söyleşi var. Depreme, insana, hicrete, mücadeleye dair notlar var söyleşide.
“Milletçe bir özelliğimiz vari dar ve zorlu zamanlarda çok kısa sürede dayanışma hareketi başlatıyoruz. Sivil, bireysel yardımlaşma ve koordine olma hızımız çoğu kez bürokrasiden daha hızlı… Evet bu açıdan bakınca bir rahmet yağmuru başladı afetlerin gölgesinde…”
Ben bir muhacir kızıyım. Anadolu yaylası, bir göç köprüsü gibi coğrafi anlamda. Cihan devleti Osmanlı’nın çok uluslu, çok kıtalı yapısı gereği, farklılıklar bir arada adeta ebru teknesi renk ahenkliğinde yaşayabiliyordu. Lakin Cihan devleti güçten düşüp eksilmeye, mağlup olmaya başlayınca, Rumeli İstanbul’a geri döndü mesela ‘’Üç İstanbul’’ romanı bunu resmederek başlar…
“İnsan insanın yoldaşıdır. İnsan insanın yurdudur. İnsan insanın tesellisidir… İnsan dünyada misafir bir yolcudur. Asli yurdumuza ulaşmadıkça içimizdeki yürüyüş ve yol istemi bir türlü bitmeyecek. Gitmek bizim kaderimiz ve talebimiz. Allah bizi, bir gün ulaştığımızda asıl yurdumuza, iyilikle kabul etsin inşallah…”
İnsan, Tekâmül ve Bekâ
Dergi, bu sayı Anadolu konusu ile insan konusunu da işliyor. Mehmet Topal; İnsan, Tekâmül ve Bekâ konusunu işliyor yazısında.
“Tarihimizin eğitimle parlayan insan manzaraları sultanlarla sınırlı değildir. Mesela Bosna’nın Vişegrad kazasının Rudo nahiyesinin Sokoloviç köyünden Edirne Sarayı’na getirilen Bayo, çobanlıkla başlayan hayat serüveninden sonra eğitimine burada adım atmış ve Enderun’a dahil olarak kazandığı üstün meziyetlerle Sokollu Mehmet Paşa namıyla üç padişaha sadrazamlık yapmıştır. Sultan Süleyman’ın son seferi olan Sigetvar Kalesi’nin fethi sırasında yanında bulunmuş, Sultan’ın vefatını askerden usta manevralarla gizlemek suretiyle muhasaranın tehlikeye düşmesini engellemiştir. Zamanından yüzyıllarca sonra gerçekleşecek olan Don-Volga, Süveyş gibi kanalların projelerini hazırlattıran Sokollu, öldürülmeden bir gün önce I. Murad’ın Kosova Muharebesi’ndeki şahadetini dinlerken ağlayarak Allah’tan kendisine de böyle bir şehitliği nasip etmesini dilemişti.”
Hatırla
Unutmak insana mahsus ama unuttukça acılar katlanmaya devam ediyor. Geçmişten ders almak gibi bir müfredat var insanın hayatında. Ne yazık ki bu da çok ihmal ediliyor. Durmuş Ali Ertaş, Hatırla diyerek yaşadıklarımıza ettiğimiz şahitliklere dikkat çekiyor.
“Ve biz eylemlerin ifadelerini görmezden geliriz. Halının altına tozları saklarcasına, umursamadan. Ölüm gibi. Ölüm mü? Şehirlerimizden ve insandan uzak olan ölüm mü yoksa dünya maskesinin sonsuza dek kaybolacağı an mı?
İnsan; unutan, yok eden, haddi aşan, kaybeden, düşebilen…
Peki ya hatırlayan, imar eden, sınırını bilen, kazanan, ayağa kalkan da değil mi?
Niçin kelimelerin zıtlığı üzerinden yaşama bakışını kurar ki insan? Sözcüklerin iyileştirici tedavisine inanmaz…”
Erbakan
Şahi, Necmeddin Erbakan’ı anlatan bir yazı kaleme almış. Hayatının her anını “mücahid” sıfatının hakkını vererek yaşanan Erbakan’ı rahmetle anıyoruz ve bugün onun takipçisi olduğunu söyleyenlerin yaşadıkları savrulmayı görünce ve “mücahid” gibi kıymetli ve onurlu bir sıfatı kimlere layık gördüklerine şahit oldukça üzülüyor insan. Bir yanda Hoca’nın gerçekleşen hayalleri varken diğer yanda ona dünyayı zindan etmeye çalışanların sahte gülüşlerine kanılıyor olması da ayrı bir trajedi.
“İnsanlığın kurtuluşuna vesile olacak gençliğin yetiştirilmesi noktasında gayret eden Cennet Mekân Erbakan Hocamız, gençliğe yapılan maddi ve manevi her türlü emeği önemser ve sonuna kadar desteklerdi. Vatanını ve milletini seven ve dini değerlerine bağlı, ahlaklı ve şuurlu gençler yetiştirmeyi vazife bilen bir liderdi.”
“Hocamız bütün ömrünü ülkemizin ve tüm Müslüman topluluklarının maddi ve manevi kalkınmasını sağlamak için geçirdi. Erbakan hocamız gücünü, deha derecesindeki zekâsından; güçlü kavrayışından, inancından, davaya olan bağlılığından, memleketini ve milletini sevmesinden alıyordu.”
Kurşunlu’dan Öyküler
Serdar Bilir – Gregor Ağladığında
“Geceyi ihtiyar konağın pencere oluğunda geçirmiş bir uğur böceği, bu sabah dev bir Gregor Samsa olarak uyandı. Rüzgar gece açık bedeninden içeri sızdığından boynu tutulmuş, vücudunun büyük bir bölümü kas kastı kesilmişti. Henüz bedenini bile tanımıyordu. Sabahın ilk saatleriyle camdan içeri sızan güneş, gözlerini dolduruyordu. Ağzını kocaman açtı ve ciğerlerinden karbondiosit yüklü soluğunu ağır ağır verdi. Bu yaptığı harekete esnemek dendiğini belki de yıllar sonra ancak öğrenebilecekti. Dışarıdan belli belirsiz insan sesleri duyunca tıpkı bir uğur böceği gibi kollarını ve bacaklarını iyice bedenine yaklaştırarak kendini koruma istedi. Öylece nefes bile almadan bekledi. İnsanı dünyanın ve hatta tabiatın imparatoru yapabilecek kabiliyetler sunan bu iki organı ne kadar içine çekerse çeksin eskisi gibi yok edemeyince çırpınıp durdu yattığı yerden ve bu çırpınmaların sonunda güm diye konağın ahşap zeminine çakıldı.”
“Akşam olunca konağın geniş salonu rengarenk süslerle kaplanmıştı. Samsa asık suratını kimseden esirgemiyordu. Bütün cep telefonları Samsa’ya yönelmiş, fotoğrafını çekiyordu. Samsa duyduğu her sese dönüyor ama cevap veremiyordu. Flaş sesleri kapladı kulaklarını. Samsa, acı ve hıçkırık yüklü bir ağlamaya büründü. Elleriyle annesinin elbisesini sımsıkı tutarak çekiştirdi.”
Mesut Doğan – Yıkımcı Uzun Mustafa
“Onu ilk kez çocukluğumun geçtiği köyde oturan ve ilçeye taşınma kararı alan bir komşumuzun evinin civarında gördüğümde korkudan titremiştim. Uzun boyu ve kahverengi paltosu, her zaman yamuk duran şapkası ve ağzından hiç eksik olmayan sigarasıyla tıpkı leş görmüş ve etrafında keşif yapan bir akbaba gibi bir omzu hafif düşük vaziyette duran Yıkımcı Uzun Mustafa, önce yıkacağı evi şöyle bir uzaktan gözlerini yıldırarak alttan yukarı doğru süzerdi. Dış keşif tamamlanınca sıra evin içine gelirdi. Boyu uzun olduğundan merdiven kullanmaz, kulağını kaç kat olduğunu kimsenin bilmediği kireçle kaplı çatıdaki ardıç ağaçlarına tek tek dayar ve dinlerdi. Duyduğu seslere göre (ağacı kemiren kurt sesleri) ve bizim bilmediğimiz diğer şeyleri kafasından tartar ve yuvarlak bir hesap çıkarırdı. Sonra kural gereği zor karar verdiğini göstermek üzere şapkasının üzerinden şapkası ile birlikte uzun uzun başını kaşır ve kafasından yaptığı yuvarlak hesapla çok önemli bir kararı açıklıyormuş gibi yıkım ücretini ev sahibinin kulağına usulca söylerdi.”
“Yıkımcı Uzun Mustafa köyden şehre göç kararı alan köylülerin evini yok pahasına, daha doğrusu çatısındaki ardıç ağaçları fiyatına alır ve yıkardı. Çatıyı büyük bir ustalıkla yıktıktan sonra içinden ardıç ağaçlarını çekip alır ve onu eski kamyonetine yükleyerek götürürdü. Onun ağaç yüklü kamyonu köyün yokuşuna tırmandığında tuhaf bir heyecan kaplardı içimi. Çocuk aklımla o ağaçları nereye götürdüğünü ve ne yaptığını çok merak ederdim.”
“Eskiden köylerde bütün insan karakterlerini barındıran, farklı yaşam tarzlarından oluşan, ruhumuzu ve estetiğimizi dengeleyen bir terkip vardı. Günümüzde şehirlerde insan karakterlerinin, yaşamların ve seslerin ne kadar birbirine benzediğini gördüğümde köylerimizi ve Yıkımcı Uzun Mustafa’yı hüzünle hatırlıyorum.”
Arslan Karadayı – Kiler
“Ahmet, annesi ve babası öldükten sonra ağabeyinin teşviki ve yardımlarıyla evlenmişti. Bir erkek evlatları olmuştu. Fakat zaman, pek iyi gelmedi evlerinin üzerine. Ocaktaki ateş taştı, arşa ulaştı. Toprak çatladı, gök gürledi utançtan. Yağmur tavanı deldi, gök yere indi. Yedi kat sema inledi. Kadın Ahmet’i aldattığı sevgilisiyle evlenmişti. Ancak bir vakit sonra bu kez sevgilisi de kadını terk etmişti. Bazen dünya, her şeyi sığdırıyordu yorgun sırtında. Hesabı, ah’ı, intikamı… Kadın, Ahmet’e dönmek istemişti de Ahmet’in ağabeyi ve yengesi masaya vurmuş, Ahmet’in de zaten kırık olan gönlü kabul etmemiş ve hikâye öylece bitmişti. Şimdi, yarım asırdan daha eski bir tarihi olan bu fabrikada, sakat olan ayağından ötürü engelli kadrosunda işçi olarak çalışıyor, ilçe mezarlığının karşısındaki babasından kalma eski evlerinde oğluyla birlikte yaşayıp gidiyordu.”
“Zeynep, havalimanından Sarıyer’e, geçen bahar aldığı villasına geçmek için taksiye binmişti. Bu arada kaza nedeniyle trafik tıkanmıştı ki yol kenarında klarnet, davul ve keman ile grup kuran sokak müzisyenleri araca yaklaştı. Davulcunun yanında bir de kız vardı.”
“Ahmet yatsı namazını kıldı. O namaz kılarken mutfaktaki ocakta hazırladığı çay da demlenmişti. Bir bardak alıp oturma odasına geçti. Oğlu masada, önünde defter elinde kalem bir şeyler çiziyordu. Oğlanın başını okşadıktan sonra pencerenin yanındaki sofaya çöktü. Perdeyi sıyırıp kasabanın evlerinden görünen aşağı mahalle tarafına bakmaya başladı. Işıklar titriyor, uzakta birkaç köpek havlıyordu. Başka da bir ses yoktu. Kimse yoktu. Gülüşler, sesler çok uzaklarda asılı kalmıştı.”
Kurşunlu’dan Şiirler
Sonra bizi bitiren denklemin birleşimi
En büyük afet oldu beldemize:
Namuslu yaşayanı namussuzca yönettiler
Kanunsuz sözcükler
Mürekkep yalıyor döküntü için.
Nefes bitti dediklerinde kursağına tıkanmış
Ah çekmek isteyen ne varsa
Kıvranıyor Anadolu dedikçe
Hepsinin kefesine oturtunca dünyayı
Sallanır binalar
Rahat uyusun diye
Sütüne doymamış bebeler mezarlığı.
Oğuzhan Güneş
Bırakıp taş şehirleri çöllere inecektin
Hicaz’ı arayıp Yesrib’den geçecektin
Bir Nur bulup bizi şikayet edecektin
Uçamadın, kuş değilsin, hiç olmadın da
Uzaklara daldıran o yari buldun mu
Hep aradığın o şey hiç elinden tuttu mu
Bir gün göklere doğru yüreğin koptu mu
Çıkıp alamazsın sen kuş değilsin, hiç olmadın da
Müyesse Ertuğrul
Sen bana bakma, sahip çık o şarkıya
Bir selvinin gölgesinde şiirler oku
İrtifa kaybetmesin ağaçların zarafeti
Tuvaline mavi kat, kuşları gökyüzüsüz bırakma
Çocuklara masal anlat, ip atlat
Güneşi boynuna as, baharlansın salıncaklar
Çay iç, bir çift kehribar büyüt
Yoldaş ol umuda, avuçlarında kına
Cihat Barış
Şimdi ortasındayım masmaviliğin
Ve Afrika’ya benziyor gitgide dudaklarım.
Cezbedici serapları görmeme engel nedir
Beni iten o ağacın gölgesinden
Tepelerden kum fırtınalarına
Nedir ben, su gibi aziz yapacak olan
Titreyerek uyanacağım bir rüya…
Kimsenin bilmediği sırlarımı
Kulağıma fısıldaması mı birinin…
Bir milat için
O her sabah aralanan yeni alemin
İlk gün ışığında dalmak için sularına
Beklediğim nedir.
Ömer Selim Yazgı