Yediiklim, Sayı: 424
Yediiklim dergisi 424. sayısında Ömer Hatunoğlu ve Şeyma Subaşı editörlüğünde Hasan Çelebi dosyası hazırladı. Şubat 2025’te aramızdan ayrılan Çelebi’yi hattatlar anlatıyor dosyada.
Ahmet Kutluhan – Dünyanın Her Bir Köşesinde Talebesi Vardı
“Hocamızın en büyük özelliği kimsenin hat sanatına dönüp bakmadığı bir dönemde, vazgeçmeden, sabırla devam etmesidir. Bu vesileyle sanata ilgi duyan insanları kendisine çekmiştir.”
“Hüsn-i hat sanatı tedrisatında babacan bir tavrı vardı. Talebesine kızmayışı, çok talebesinin olmasına vesile olmuştur. Akranlarıyla olduğu gibi talebeleriyle de âlâ keyfiyette geçinmiş ne kimseyi incitmiş ne de kimseden incinmiştir.”
Talip Mert -Merhum Hattat Haşan Çelebi’ye Dair Birkaç Hatıra
“Evet Hasan Çelebi bu cihana âvazeyi Davud gibi salarak ebedi âleme hicret etti. Hem de arkasında bir değil pek çok davud bırakarak vuslata erdi. Vazifesini hakkıyla yaparak hicret etti. Bu haliyle de gerçekten kutlu muhacirlerden oldu. Gözü arkada kalmadı. Gönlünü bu mesleği devam ettirecek altın ellere emanet ederek, her fâniye nasip olmayacak bir saadet ve bahtiyarlıkla gitti.”
Hilal Kazan- Birbirimizin Mütemmim Cüzü Gibiydik
O zamana kadar hat sanatının ne olduğunu bilmiyordum. Hasan Çelebi hocanın da çevresinde talebeler böyle damlaya damlaya başladı. Yani birdenbire akmadı su, çeşmeden akar gibi. Mesela hesap edin, ben 2000 senesinde ikinci hanım talebe olarak icazet aldım Hasan Hocadan, düşünebiliyor musunuz bundan yirmi beş sene önce ben ikinci talebeydim hanımlarda. 2000’den önce icazet verdiği talebeler de on kişi olmuş olmamıştı. Yani sınırlıydı.
Mustafa Cemil Efe- Bir Hüsn-i Hat Hocasında Olması Gereken Tüm Vasıflar Hocada Mevcuttu
“Bendenizin Hasan Çelebi ile ilk karşılaşması 2009 senesidir. Her ne kadar aynı silsileden olsak da Çelebi Hoca’dan meşk eden talebelerden değilim. Bu vesileyle bir tanıdık aracılığı ile hoca ile tanışmaya gitmiştik. Benimle çok ilgilendi teşvik etti, tavsiyelerde bulundu. Yanımda götürdüğüm bazı yazılarımı da gösterme şansı yakalamıştım, o da çok güzel oldu. Sonraki senelerde irtibatımız kuvvetlenerek devam etti. Birçok sergi açılışında, söyleşide, hususi toplantılarda bir arada bulunma fırsatım oldu. Kısacası Hasan Çelebi Hocamız kendi talebelerinden olmadığım halde beni ne zaman görse halimi hatırımı sorar, neler yaptığımla ilgilenirdi.”
Ekrem Eşkin- Her Hattat Üstâdlarıyla Yâd Edilir
“Kadim sanatlarımızda bazı üstâdlar üzerinde ittifak edildiği olur, onların üstadiyetini belirtecek unvanlar verilir. Bu dediğim gibi ittifakla ve kendiliğinden olur. Hasan Çelebi Hocamıza verilen “reisü’l-hattâtîn” unvanı da bu cümledendir. Bu unvan Hasan Çelebi’ye, gerek hat sanatıyla meşgul olanlarca, gerek kadim kültürümüzün meraklılarınca tereddütsüz verildi. Kendisi de çok talebe yetiştirdi, ilminin zekâtını fazlasıyla verdi.”
Murat İşaşır – Hat Sanatı, Başta Merhum Hasan Çelebi Olmak Üzere, Birçok Kıymetli Hocamızın Gayretleriyle Çok Güzel Yerlere Geldi
“Hat sanatı, başta merhum Hasan Çelebi olmak üzere, birçok kıymetli hocamızın gayretleriyle çok güzel yerlere geldi. Yeni yetişen talebeler içinde de çok güzel eserler veren kardeşlerimiz var. Bu sanatın en kıymetli tarafı; konusundaki ulviyet ve icra ederken çekilen zorluklardan dolayı kazanılan sabır ve bunun hâsılı feyz, Letafet gibi hususiyetlerin bu sanata gönül veren insanlarda meydana gelmesidir.”
Didem Koç Çetin- Korkarak Yazarsan Başarılı Olamazsın
“Hat sanatına ömrünü adayıp kendinden önceki üstadları gibi bu sanat için sayısız eser veren, dallanıp budaklanması için dünyanın dört bir yanındaki talebelerine hocalık yapan ve onlar için en önemlisi “baba” sıfatını taşıyan, kalplerimizdeki “Reis-ül Hattatin” Hasan Çelebi Hocamıza rahmet dilerken, hayatta iken yazmış olduğu Kur’an-ı Kerim’in, sabırla meşk ettiği Rabbiyessir duası gibi, kolaylıkla basılarak, evlerimizde ondan bizlere bir miras olarak hayırla yad edeceğimiz sadaka-i cariyesinin yerini bulmasını temenni ederim.”
Sanatın bağımsızlığından bahsetmiş yazısında İsmail Kıllıoğlu. Sanatın bağımsız olması denince ne anlıyoruz? Cevabı yazıda.
“Sanatın bağımsızlığı niteliğini, insani bir olgu olarak varlığının kendine özgülüğünün doğrudan yansımasını ve gerçekleşmesini sağlayan bir nitelik olarak algılamayı ve kavramayı gerektirmektedir. Çünkü sanatın bağımsızlık niteliği göz ardı edildiğinde ya da sanata özgü birtakım ilkeler, kurallar, değerler, araçlar, farklı alanlarda kullanıldığında, ortaya çıkan çalışmaları birer sanat ürünü olarak kabul etmek söz konusu değildir. Bu tür çalışmaları, sonuçta sanatın kendine özgü araçlarını, anlatım biçimlerini vb kullanmış olarak değerlendirmek mümkündür, ama birer sanat ürünü saymak bütünüyle yanıltıcı olur.”
Bir Aleti Düşünmek: Tahra mı, Nacak mı?
Bir alet üzerinden tarihi süreci de ele alarak bir yazı kaleme almış Mete Çamdereli. Tahra mı nacak mı diyerek bir aletin kullanım şeklinden yola çıkarak insanla aletlerin arasındaki bağa da değiniyor.
“Alet, kendi kendine işini yapmaya başlamadan, insan kadim zamanlardan beri işini aletle bizzat kendi yaptı, onu işine göre kendi kullandı ve aletle kendine mevcudiyet tasarladı. Onsuz yapamadı; kendini ve yaşam konforunu onunla geliştirdi. Mutfak aletlerinden savaş aletlerine, cerrahi aletlerinden baskı aletlerine, oradan tarım aletlerine dek bir dizi alet kullandı.”
“Alet işler el övünür’müş! Aleti bilgi ve hikmetiyle işleyen ve işleten el, aleti işleyemez ve işletemez ise, alet ile nasıl övünür? El, soyundan kesilmiş olursa aleti ne işler? Soylu bir el bilgisine muhtaç olmadan alet nasıl işler? İşlerse, ilk-el alet ilmini/fennini ve kadim söylemini imha eder de, yarar yerine yararsızlık mı üretir? Alet bir ilkele, yani açıkçası insanın ilkel deneyimine muhtaç olursa, tembelleşmiş insan el, bilgi ve hikmet ile mücehhez bir aleti bilir, kullanabilir mi?”
Yalnız ve Yalnızlık
Yalnız ve yalnızlık kavramları o kadar çok girdi ki hayatımıza hepimiz kocaman yalnızlar olduk. Kalabalık yalnızlık denen bir cenderenin içindeyiz. Erkan Kara, yalnız ve yalnızlık üzerine yazmış. Tercih olan yalnızlıktan bahsediyor Kara.
“Şimdi, her yalnızla “bir zamanın mekânlaşması” adıydı yalnızlık. Bu mekâna nitelik kazandırmak ise, zihinsel zevkler üzerine kürsüsünü kurabilmekte idi insanın. Bu da yukarda bahsettiğimiz gibi ruhun özgürlüğü demekti. Bugün, ruhuyla değil de yalnızlığını eşyanın gövdesiyle bastıran insanın sonrası, hep boşluğun daha da artmasıyla yaşanan sıradanlıklı.”
Ali Haydar Haksal’ın Konuşmaları
Ali Haydar Haksal, “Kendimle Konuşmalar”a devam ediyor. 2018 yılından notlar var bu sayı.
“Rızkın kapıları sabah erkenden açılır, hayat erken başlar, sabaha erken çıkanlar ondan nasibini alırlar. Sabah bilinci ve diriliği insanı farklı kılıyor. Sabah mahmurluğunu çabuk atlatırlar. Arınan yüzler ve kalp ferahlar. Birinin anımsatması olmasa da hayat böyledir, hayat doğal akışındadır. İnsan insana eşlik edince, güç verir.”
“Kendi kendimle söyleşmelerimin muhatabı benim. Söylediklerime konu başlığı bulamıyor olsam da yarım olanı da bana ait. Zorlamaya gerek de yok. İçtenlik insanı içten kavrıyor zaten. Fazlalıklara gerek kalmıyor. İnsanın uçurumlarını yok eden insanın insan ile olan içten ve güzel bağı. Bu, beklenmedik bir yola koyuyor ister istemez.”
Usturlap Kelimesinin Etimolojisi
İbrahim Aybek, usturlap kelimesinin ruhuna dokunan bir yazı kaleme almış. Zaman tünelindeyiz. Usturlapın çalışma alanı, kimler tarafından kullanıldığı ve daha fazlası ayrıntılı olarak anlatılıyor yazıda.
“Araplar icat ettikleri birçok alete çalışma prensibine göre isim vermiştir. Bir aletin tanınabilmesi için çalışma prensibinin doğru anlaşılması esas olmuştur. Arapçadaki kökü Türkçede rastladığımız satır kelimesinin kökü ile aynıdır. Bu kelime temel anlamda hizalama, eşit seviyeye getirme, teraziye getirme anlamına gelir. İnşaatçılar betonu düzeltmek, teraziye getirmek için yaptıkları işleme mastar çekmek derler. Aynı şekilde ustura ve ya satır olarak bilinen jilet şeklindeki bıçaklar da gene cetvel gibi düz oldukları için bu ismi alırlar.”
“Usturlabın temel sağladığı pratik, gözle görünmeyen şeyleri bize akılla(us ile, su ile) göstermesidir. Akılla görmek, İslam aydınlanmasının temel dinamiklerinden birisi olmuştur. Ancak aklın görebilmesi için tarifteki gibi arınmış ve kutsal nur ile aydınlanmış olması gerekir.”
Yediiklim’den Öyküler
Hilal Terzi – Mersin Yataklı Limon Şekeri
“Arka caddedeki sahafta yine bir gün şiir kitabı bakıyordun. Ben yorulup tabureye oturmuştum, “$u şiiri okur musun?” deyip o kitabı bana uzatmıştın. Arasına koyduğun kâğıdı görünce ne kadar heyecanlanmıştım. Evlenme teklifini kabul etmiştim başımı sallayarak, hatırladın mı? Hatırladın mı o gün üstümdeki şalı, kırmızı olanı. Bugün yine onu taktım, belki de hatırlamadın, neyse zaten. Önemi yok.”
“Adam bezginlikle eline küçük bir paket aldı üç ondan beş ondan koymaya sıkılıyordu herhalde. Sekerler oldukça azdı Osman, sonuna yetişmişiz.”
Serpil Özlem Uçar- Üç Düş Kalesi“Sırtüstü yattığım şilteden alçak tavana doğru bakıyordum ve uyumak üzereydim. Kardeşlerim çoktan uyumuştu. Boğazıma sımsıkı sarılmış Elifin ellerini biraz gevşettim. Ah Elifim… Çok narindi, hassastı. Geçen sene sınıfın haylazı Ufuk saçını çekmiş, nasıl ağlatmıştı onu. Gözüm dönmüş, iyice bir pataklamıştım Ufuk’u. Ya Hüseyin’im… Güleç yüzlüm, mavi gözlüm… Şarkı söylememi nasıl da sever. Gece onu tuvalete kaldırmazsam altını ıslatır. Yanımızda yedeği de yok, fena olur. Yarın ne olacağı belli değil. Yarın on dördü mayısın. Neydi ki? Sür ödevi vardı. Anneler Günüyle ilgili. Evet, Anneler Günü yarın. Uyumam gerek. Bacaklarım çok ağrıyor. Ama en çok içim. Neden ağlayasım var?”
Yediiklim’den Şiirler
Bu sıcak ceketin içinde yanan ben
Havalar serin
Günler geçer bu sokağın içinden
Çekiç sesleri
Yasak rüyaları döğen
Kopup gitse de bizi bırakıp dünya
Derin gözlerini arar yaram dünyanın ardı sıra
Bedri Mermutlu
Burası böyle, derdini içine çekmiş olsa
Biraz daha beklese belki
Geçecek ağrıları kim bilir
Güzelim burası dünya
Oluyor böyle şeyler dedim.
Nurettin Durman
Şeytani; ruhumun kıyısındaki arzu rüzgârını
Ki içimde gölgesi büyüyen bir yangındır.
Kendi çatlaklarından akıp giderken günler,
Rutine sarıp sarmaladığım korkularımı.
Sulhi Ceylan
Türk Edebiyatı’nda Türk Mitolojisi IV
Türk Edebiyatı dergisinin hazırladığı Türk Mitolojisi Dosyası geniş kapsamlı demiştim ama kapsam genişlemeye devam ediyor. Temmuz sayısında da devam ediyor dosya.
Dosyadan;
Erhan Çapraz – Mit ve Hakikat
“Bu bağlamda Doğu’da, yani bizde de mite, tıpkı Yunan’da olduğu gibi “Kutsal veya gerçek hikâye” manası vermek oldukça büyük bir meseledir. Bu yüzden biraz sonra misalleri üzerinden daha ayrıntılı olarak ele alacağımız üzere, bizde sanatkârın töreli dairede doğrudan esasını Kur’an ve sünnetin belirlediği “hakikat alanı”ndan beslenerek kurguladığı büyük bir şifahi tahkiye geleneği mevcuttur. Bu bağlamda Gölcük’ün esatire dair doğrudan bu geleneğe bağlı olarak aktardığı “Esatir, ayrıca bir fikrin müessir bir şekilde ifade edilmesi veya yorumlanmasında şairlerin ve filozofların başvurduğu edebî bir türü de ifade eder.”
Hasret Zerkinli- Endüstrinin Şafağında Modern Mitin Ortaya Çıkışı
“Mit için tanımdan hareket edersek, türü çevreleyen temel gerçeklikleri tespit edebiliriz: Köken arayışı, inanç, anlatı hakkında toplumsal mutabakat, ritüel, sembolizm, katmanlı anlatı ve aristokratik tavır.
Her bir madde, mite tür olarak ayrım noktalarını veren kilometre taşlarıdır. Bununla birlikte mit, her ihtimal ve görüntü altında bir arayışın hikâyesidir. O ilk an, işte tam da bu nedenle önemlidir. Mitin tanımlanmasının ardından, “Modern mit neden ve nasıl oluştu?” sorusunun cevabı yavaş yavaş şekillenmeye başlar.”
N. Hilal Akman – Tarihî Romanlar ve Türk Mitolojisi
“Başta Oğuz Kağan destanı olmak üzere, Ergenekon, Bozkurt gibi destanlardan esinlenerek yazılan tarihî romanlarda, kahramanlığın ön planda olduğu Türk mitolojisinin kimi unsurlarını görmek mümkündür. Bu romanlarda özellikle mücadele ve bu mücadeleyi gerçekleştiren insan tipi, Türk destan dünyasındaki kahraman tipinin bir uzantısıdır. Bir kahramanın çevresinde oluşan olayların anlatıldığı romanlarda Türk milletinin kahramanlığı, vatanperverliği, cesareti, yenilmezliği vurgulanır. Türk tarihî romanlarına bu “kahraman” tipi Türk milleti için kırılma noktası olan bir dönemde girmiştir.”
Kurmacanın Matematiği
Yazma eyleminin kendi içinde dinamikleri vardır. Yazarların zamanla edindikleri bir el alışkanlığı diyeceğimiz bu dinamikler zamanla yazarın kimliği olmaya başlar. Özgünlük denen sürecin bir parçasıdır bu. Kurmacanın matematiği olarak adlandırıyor bu süreci Turhan Yıldırım.
“İlham dediğimiz, aslında kurmaca fikrinin yazarın zihninde doğmasıdır. Fakat düşüncenin varlığı başlangıçta yetersizdir. Kalem erbabını masasının başına oturtansa yazacağı metnin yavaşça örülmesidir. Edip, adım adım kurmacasını meydana getirir. İşte burada matematiğin dili de işlemeye başlar. Öncelikle irdelediğim konuyu öykü türü üstünden anlatmak istiyorum. Öykü yazarı kurmacayı inşa ederken metnini kaç kelimede kaleme alacağını, kaç paragraf olacağını, paragrafların boyutunu, hangi tekniklere yer vereceğini, hangi anlatıcı tipini ya da tiplerini kullanacağını başlangıç aşamasından az çok bilebilir.”
Bala Bulaşmış “Türk Edebiyatı”
Mustafa Çiftci, bir askerlik anısı ile Türk Edebiyatı’nda. Anının içerisinde de Türk Edebiyatı var. Hem de ballı cinsinden.
“Hani demiştim ya poşetimde bal, tereyağı falan var diye. İşte kalorifer üstünde kalan poşetimdeki bal açılmış ve usulca derginin üzerine dökülmüş. Dergi o kadar ballı olmuş ki anlatması zor. Yani dergi, “bal dök yala” olmuş ama sayfaları açılmıyor. Ne edeceğimi şaşırdım. Bir zaman da ballı Türk Edebiyatı olarak gezdirdim. Sonra baktım ki tüm poşet kullanılacak hâlden çıktı. Mecbur attım. Ama içim cız etti. Kendimi teselli ettim. “Bu kadarcık hasret giderdik ya o bize yeter…” dedim. Ben dergime doyamadım doysun kara topraklar…”
Edebiyat Sandığının Konuğu Ahmet Midhat Efendi
Necati Tonga’nın edebiyat sandığından bu sayı Ahmet Midhat Efendi’ye dair notlar çıkıyor. Yazarın az bilinen bir fotoğrafı, imzası, karakalem çizimleri, mezarı gibi birçok özel not var.
Boşumuza Gelen Şiir, Hakikatin Neresinde Oturur?
M. Sadi Karademir, poetik bir yazı ile Türk Edebiyatı’nda. Dergilerimizde bu tür yazılara daha sık yer verilmeli. Şiirin ruhunu ortaya koyan ve şairin yol haritasını çıkaran poetik metinler özellikle genç şairler için ufuk açıcı bir özelliğe sahip. Kardemir, şiire hakikat penceresinden bakıyor.
“Hakikatin kırıntılarını eserinin içine serper büyük sanatçılar, romancılar ve şairler. Tolstoy’u olay akışı, tasvirleri ve karakter yaratımı/çözümü için okumayız sadece, eserlerinde hakikate dair kırıntılara/çözümlere rastlamak için de okuruz. İsmet Özel’i, karizmatik bir şair veya şiir seslendiricisi olarak göremeyiz; imgelere kattığı yeniliği, şiire kattığı sesi duyabilmek için de kulak veririz şairin şiirinin sesine. Necip Fazıl’ın gençlik dönemindeki felsefi çırpınışlarının sanat eserine dönüştürmesinin şiirini okumak, heyecan verir ön yargısız okuyucuya.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Muhittin Şimşek – Hoşan Dayı
“Yıl kurak geçmişti. Yazın kavurucu sıcağında çekilen o kadar sıkıntı, sadece hayvanlara yaramış danesi olmayan mercimek, arpa, buğday sapları saman olarak ahırlara doldurulmuştu. Buğday ya da arpa altın kıymetindeydi. Çoğu köylü, tohum bulamadığı için tarlayı bor bırakmış, ekin ekmemişti. Neyse ki az da olsa evde zahireleri, unları vardı. Unu olan zengin sayılıyordu. Maşallah Hacı Dede’nin unu da, bulguru da, mercimeği de kendilerine ve misafirlerine yetecek kadar vardı.”
“Hoşan Dayı kim mi? Köyde kimse bilmiyor kim olduğunu. Kendi hâlinde, kimi kimsesi olmayan, Fırat’ın öteki yakasından geldiği bilinen bir gariban. Onun hakkında tek bilinen şey, yıllar önce köye gelmiş. Aylarca odada kalmış. Sonra Hacı Dede ona bir göz ev yaptırmış. Yemeklerini de kendi evinden göndertmiş, çok konuşmayan, hatta hiç konuşmayan, kimsenin işine karışmayan bir pirifâni. Bütün vakit namazlarını köyün camisinde kılar.”
Yıldırım Türk – Şehrin Kırık Aynaları
“Dış kapıyı çekerken merdivenlerden hâlâ hanımın “Allah’a emanet ol!” diyen sesi geliyordu. Servis benden sonra bir arkadaşı daha alıp Kaletepe’den kıvrıldı, hemzemin geçitten mühimmat fabrikasına doğru yöneldi. Temmuzun ilk günlerinin sıcaklığı bozkırı kavuracak gibiydi. Kızılırmak nazlı nazlı akıyordu. İki tarafı süsleyen çam ağaçlarının ferahlığında kafamda türlü düşünceler…”
“Aklım evdekilerdeydi, ne yapıyorlardı acaba? Telefonun ahizesini kaldırdım, ses gelmiyordu. Elektrikler de kesilmişti. Hızlıca eve yöneldim. Çarşının kimi yerleri tenhalaşırken kimi yerleri kalabalıklaşıveriyordu. Cadde boyundaki esnaf arkadaşlarımın camları tuzla buz olmuş, dükkânlarındaki malzemeler yollara dağılmıştı. İnsanlar can havliyle kaçarken kimi yardım etmeye çalışıyor; kimi kapı, penceresi kırılmış dükkânları yağmalıyor; kimi de esnafın “Lütfen dokunmayın!” uyarısını dikkate almayıp dağılan ürünlere üşüşüyordu ganimet bulmuş gibi.”
Mehtap Altan – Alangır
“Rüyası… Kazı çalışmalarında bile kendisini etkileyen bir gelişmeydi. Arkeologlar için bu bir rutin olabilirdi ama aynı rüyayı sık sık görmesi… Bazen gün içinde rüya değil de bir halüsinasyonu andıran durumlardı çoğu zaman. Ve yine aynı kadın silüeti. Saçları bozkırın rüzgârında savrulan gece gibi koyu ve uzundu. Saçlarının bazı yerlerinde güneşin dokunduğu yeleler gibi bakır rengi yansımalar vardı.”
“Seher vakti, kuş seslerinin kirpiklerine çarpan o soyut nakaratını dinleyerek güne uyanmak, ruhunu bayram yerine çeviriyordu her defasında. Gece boyu gördüğü rüya içinde rüya karmaşasından sıyrılması gerekiyordu. Kafasında bitmeyen bir konferansı andıran Türk mitolojisinden metinler akıyor, akıyordu. Burnuna garip bir is kokusu geldi, gece lambayı söndürmeden önce okuduğu romanı hatırladı; Alangır… Sona doğru geldiğinde uyumuş olmalıydı. Damağında bir şiirin yankısı, avuçlarında kanatları yere düşmüş bir kelebek…”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
buz gibi bir elma miladı aşkın
ölüp gidenlerin ısısı çokmuş
ikindi nefesli bir güvercinim
göğsümde nefessiz bir güvercinim
asırlarca uçtum hep menzilsiz kaldım
insanın içinde niçini yokmuş
Yasin Mortaş
bir cinayetlik canım var
bir zerre bile etmeyen
o da senin olsun
üç kuruşluk aklım
bir paspas olarak israf olsun
nereye gideceksen
o yolda
tülbentle örtülen bir aynaydım
senin asla yansımadığın
nice cenaze çıktı
gövde dediğiniz mezbeleden
bir ben çıkamadım
Suavi Kemal Yazgıç
ah benim şarklı yanım, ne dur bilir ne durak
kovalar gölgesini ardı sıra koşarak
bu tuhaf saklambaçta kim nere saklar bizi
maksuda götürür mü çıkmaz sokaklar bizi
yolcu yorgun yol uzun menzil bir hayli ırak…
Talat Ülker
Bir Nokta, Sayı: 282
Geleceğe dair notlar düşüyor Bir Nokta dergisi 282. sayısının giriş yazısında Mürsel Sönmez.
“Olan biteni görmezden gelerek; sözcüklerin, imgelerin yorum adlı gevezeliklerin tatlı uykusuna yatmıyor, “sözcükleri gerçeklerden kaçış için bir araç olarak kullanmak”tan kaçınıyoruz. Dergimizi hazırlıyoruz, kıyamet kopuyor olsa bile, elimizdeki fidanı toprağa dikiyoruz. Çünkü, her şeye rağmen “gelecek bir mübârek vakte” inanıyoruz..”
Kıt Kanaatin Bereketi
Kıt kanaat geçinmek diye bir şey var. Hayat şartları zorlaştıkça insanlar yaşamak denen çarkın içinde dönüp duruyorlar. Hasanali Yıldırım, kıt kanaatin bereketinden bahsediyor.
“Maddeye dayalı sadeleşme teşebbüslerinin zıddına kıt kanaatlik, kâfi miktardanın da azı ile yetinmeyi hedeflemekte. İnsanın kifayetini bile-isteye azaltması az marifet sayılmasa gerek. Azla iktifa, neye talipsek ondaki bereketin ziyadeleşmesiyle neticelenir. Öte yandan hayır da olabilir bu ziyade, şer de. Esas mesele neye talipliliğimiz. Ve bir de şu: Talep ettiğimizi hakikaten talep mi ediyoruz yoksa sadece arzuluyor muyuz? Şurası da mühim: Talep ettiğimizi mi hakikaten talep ediyoruz yoksa onun gibisini, sahtesini veya batılını mı? En mühimi: Sahiden talep ediyor muyuz yoksa talep ettiğimizi zannettiğimizden mış gibi mi yapıyoruz?”
Şiir ve Biçim Felsefesi
Şiir ve biçim üzerine kaleme aldığı bir yazı ile dergide yer alıyor Hayrettin Taylan. Şairin şiir üzerindeki etkisinden bahsediyor Taylan.
“Şairin estetik, poetik, teorik, semantik, fonetik ve lirik gücü, şiiri güçlü kılar. Şiir, birikimlerin, duyguların, ruhsal bağın güçlü bağıntılarla lirizm bağından kelamlara, kelimelere dökülmesidir. Biçem, şairin mahirliğine, birikimlerine, sosyolojik tanıklığıyla biçimlenir. Şair, belirlenmiş, sınırlandırılmış formların yanında özgür estetik ve poetik bağıntılarla şiiri güçlendirir. Aktarımlarda şiirsel felsefe yaparak semantik lirizmi hatta fonetik coşku bağını artırır. Estetik ve poetik bağı bilmek şiirin tematik özünü de yüceltir. Teorik şiir, güçtür. Fakat şiiri kategorize etmek şiirsel gücü zayıflatır. Şiirin tematik ve poetik bağını oluşturan çok edim var.”
Düş Çınarının Gölgesinde
Nurettin Durman, Beylerbeyi Günlükleri’nde 2016 yılının eylül ayına götürüyor bizleri.
2 Eylül 2016, Cuma… Bedevi Tekkesine gittim evimizin az yukarısındaki. Hüseyin Çiçek Hoca tatlı tatlı vaz ediyor. Hutbeyi okudu namazı kıldırdı. Dua ettik memleketin milletin huzuru selameti için…
4 Eylül 2016, Pazar… Sabah namazına kalktım namazı kılıp yattım gene. Sekizde bir kalktım ki amanın hiç halim yok. Yani bugün kırık dökük bir haldeyim.
7 Eylül 2016, Çarşamba… Nihayet biraz daha oyalanıp hayatıma dair çalışmayı yeni bir okumaya düzeltmeye başladım bugün. Tekrarlar var eksikler fazlalıklar var paragraflar içinde onları dikkatlice gözden geçiriyorum. İşe başladım ya inşallah esaslı bir çalışma yapıp kitabı hazırlamış olurum… Düzenleyip Ali Kemal Temizer’e göndermem gerekiyor. Hayırlısı olur inşallah…
İçtimai Cebir
Para hayatın her alanının ne yazık ki hakimi konumunda. Parayla yapılan tüm hesaplar insanı esir olan bir tuzaktan başka bir şey değil. Tahsin Hamdi Yılmaz, İçtimai Cebir hakkında yazmış.
“Para için çalışmak. Para kazanmak için çalışmak. İhtiyaçları için çalışmak. İhtiyaçlarını kazanmak için çalışmak. Bu iki farklı mefhumu teşhis edebilmeliyiz. Para kazanmak için çalışan mali sermaye organizasyonlarının talimatlarına çalışır. İhtiyaçlarını kazanmak için çalışan sosyal organizasyona tedahülenin icaplarına çalışır.”
“Paranın en çoğu onun en çoğunu toplayanın elinde değildir, parayı vazedenin elindedir. İhtiyacın en çoğu onun şiddetini duyanın başında değildir, ihtiyacı vazedenin elindedir. Para sunidir. İhtiyaç fıtridir. İhtiyacı ihtiyaca bedel geçiren şey ihtiyacı için çalışanın emeğidir, zekasıdır. Parayı paraya bedel geçiren şey ihtiyacı için çalışanın ömrüdür.”
Göbeklitepe’de Hz. İbrahim Silüeti
Göbeklitepe’ye Hz. İbrahim zaviyesinden bakıyor Hasan Tülüceoğlu.
“Göbeklitepe’deki modern insanın anlamakta güçlük çektiği bu yapının bir tapınak olduğu kesindir. İnsanlar yaratılıştan kısa süre sonra öngörünün aksine ilkelliği yaşamak yerine kendi yaratıcılarını unutup kendi uydurdukları ve adlarına anıtlar diktikleri putlar inşaa etmişlerdir. Bir anlamda inançta cehalet ve ilkellik yaşamışlardır.”
“Yerin Şanlıurfa’da olması, Hz. İbrahim ve ateşe atılmasıyla ilgili güçlü anlatılar dikkate alındığında Göbeklitepe’ye Hz. İbrahim silüeti düşer. Hz.İbrahim bu tapınağın yapılmasından belki de bir zaman sonrasında inançta ilkelliğe düşen devamı topluma peygamber olarak gönderilmişti.”
Bir Nokta’dan Öyküler
Şeyma Çiçek – Ben Kitap
“Elimde verdiğin ikinci kitap vardı fakat bu defa da kitap açılmıyordu. Sayfasız kitabı aralamak üzereyken şimdi elimde açamadığım bir kitap. Bu da neydi böyle? Artık isyan etmeliydim. Neden uğraşıyorum, ne için, ne adına? Vazgeçtim, kitabı görebileceğim kadar uzak bir yere koydum. İşte tam şu yukarı rafa kaldırdım, tek başına, onu rafta öylesine kitaplardan bir kitap olarak yalnız kalmak isteyen bir insan gibi kendi haline bıraktım.”
Mustafa Alagöz – Piknik
“Elimde verdiğin ikinci kitap vardı fakat bu defa da kitap açılmıyordu. Sayfasız kitabı aralamak üzereyken şimdi elimde açamadığım bir kitap. Bu da neydi böyle? Artık isyan etmeliydim. Neden uğraşıyorum, ne için, ne adına? Vazgeçtim, kitabı görebileceğim kadar uzak bir yere koydum. İşte tam şu yukarı rafa kaldırdım, tek başına, onu rafta öylesine kitaplardan bir kitap olarak yalnız kalmak isteyen bir insan gibi kendi haline bıraktım.”
Bir Nokta’dan Şiirler
Yedi kuyudan
Yedi kova su ile
Ah, o sönmeyen ateşş
Teninde açtırırken damla damla
Bin bir tomurcuk kızıl gülü
Ne söylenebilirdi başka vedâ ederken;
-Refîk-i A’lâ’ya
-Refîk-i A’lâ’ya
Süleyman Çelik
sana kendi zamanını kısacak kadar ara öğün
sesini ısıtacak kadar gaz ocağı veriyorum
göçük altındaki geçmişimizi
kömürden önce başlamış sözlerinle çekimliyorum
ucuz işçiliği çinden taş bağrımızı madenlerden getirtiyorum
hadi ovalım gökleri olur ya saçlarımız da ıslanır eskisi gibi
Sinan Davulcu
Issızdır zambakları efsunlanmış evlerin,
Biletsiz yolcuların dönülmez seferinde.
Küçücüktür tabutu bitmemiş ödevlerin,
Simsiyah takımların yapışmış yakasına.
Bomboş kalmış sırası, bir gül durur yerinde,
Dokunamaz annesi, kan değmiş hırkasına.
Mehmet Baş
Bir zamanlar dörde kadar sayardı laf ebesi, ayak izlerini dervişin
Bu böyledir, sevilir ve susarak döker kanatlarını sapsarı papatyalar
Gelin duvağı yırttı sayfalarını kalemizin, iğde çiçeğim, en yârim,
Gelinciğim kuruntuyla kurudu, kayboldu aşk divanında muhafızlar
Yasemin Kapusuz
onlar aslında hiç öykünmediler bülbüle
konarken bile dallarına bir gülün
kavuldular tarlalardan şehre de sokulmadılar
bir örnek giyindikleri siyah kostümleri beyaz fraklarıyla
sahnede güle son şarkılarını söyleyen klarnetli/ apoletli kargalar…
Ercan Ata
uçmak için heveslenen kanatlarınıza
göğün tel örgülerini kesen mavilikler getirdim
buzullarda üşüyen yüzünüze
ağustos sıcağının sarısına sarınan gülücükler getirdim
neredesiniz çocuklar çıkın ortaya
Kazım Gök
Avcumda ılık ıslak
Bir tutkunun nabzı,
Gül benizli vakitlerden…
Usulca kapatıyorum üstünü.
Tunay Özer
Yağmurdan elleri Meryem’in gölgelerin çoğalttığı
İsa’nın adımları bitmeyen sözcükler arasında
Bu yarışa karşı insan kendinden çıkar ve bulur
Çamura batmış dalın eğildiği kadar
Bir tasvire iliştirilmiş söz aramızda böylece anla
Herkesin ağzında İsa bir heceyle dönerken sularda
Önemi yok nasılsa su kenarında bir kuş tehlikedir kendine Meryemce
Burhan Tuz
Günlerin koynunda ufalanıp
Dinene dek ağrı
Alnımdaki kili tırnaklarımla kazıdım
Çiçekli bir elbise giydim
Akşam yemeğine davet edildim
Filtreli yüzünle karşılaşınca
Tiksinti, bulantı, kusma hissi
Yoluma dizdiğin taşları kaldırdım
Yıldırma artık, yılmıyorum
Zeynep Yıldırım
rüzgârsın demiştin olmadığım yerleri sızlatan
sar yüzümü, dol çizgilerime, göğsümü kokuna bula
geçişin bilgeliğiyle kırılsın kafes
ait değilim ait olduğuma madem
doldur dağı ayaklarıma, doldur hadi
çünkü yol akrepte sıkıştı
zıpkın yelkovan
sesim oltada, deniz boğuluyor içimde
Canan Örs
Şehir ve Kültür, Sayı: 132
Şehir ve Kültür dergisi adım adım dünyayı turlamaya devam ediyor. Derginin ilk yazısı Prof. Dr. Ümit Meriç’e ait. Kolombiya izlenimlerini ve özellikle Bogota şehrini anlatıyor Meriç.
“Bogota’da Güney Amerika’nın genç sıradağları ikiye ayrılıyor. And Dağları’nın ikiye ayrıldığı yerde uzanan koca platoda Bogota yayılmış. Hava hep 8 ile 18 derece arası. Biraz sıkıcı gibi. Ne 40 derecede terliyorsunuz, ne -3’te üşüyorsunuz. Dört mevsim teke inmiş, monotonlaşmış, depresifleşmiş. Dört mevsimin tadını çıkara çıkara İstanbul’da yaşadığım için, meğer şükretmem gerekirmiş. Bogota’da fark ettim.”
“Bogota’yı sevdim… Sokaklarında koca koca bugenvil ağaçları, köşe başlarında her türlü tropikal meyveyi bir bardak içinde salata yapıp satan siyahi kadın ya da arabamıza saygı ve mahcubiyetle yaklaşan iyi giyimli ama fakir bir ihtiyar. Parayı aldıktan sonra gözlerimin içine minnetle bakarak bana ‘Rabbim seni takdis etsin.’ diye dua ediyor.”
Bizim Umursamazlığımız Batı’nın Kör Taassubunu Besler
Muhsin İlyas Subaşı, , Buhara’da, Semerkant’ta, Kaşgar’da bulunan İslam sanat eserlerinden yola çıkarak Batı’nın sanat anlayışının durumunu ve seviyesini ele almış.
“Batı, dehşetli bir cehalet içerisinde iken bizim sanatçılarımız, Buhara’da, Semerkant’ta, Kaşgar’da muhteşem eserler ortaya koymuşlardır. Toprağın ateşte pişirilmesiyle yapıların asırlarca dayanacak bir donanıma kavuşması şansını bizim sanatçılarımız eserlerinde gösterişlerdir. Çini sanatı, insan duygularını yıkayan ve teslimiyet anlayışına götüren bir özellik taşır ve onu eserlerinin dış cephesine de gösterende bizim sanatçılarımız olmuştu. Dini yapılarda ahşap kündekari ve cam vitraylar ışığın mekânda farklı bir dil oluşturmasını sağlar. Orhun Abideleri başlı başına bir sanat dehasını yansıtır. Arabesk, tezhip ve minyatür sanatları süseme boyutunu da aşarak bir kültürün detaylarını ifade eder.”
İran ve İsrail Savaşında İyi ve Kötü Neticeler
Kısa süreliğine de olsa dünyayı meşgul eden İran- İsrail savaşına şahitlik ettik. Öyle bir durum oldu ki yaşananlara kimsenin tam anlamıyla inanası gelmedi. Bir tarafta zulüm ile âbâd olmayı kendine şiar edinmiş bir İsrail, diğer yanda kurulduğundan beri kimin yanında durduğuna dair tam anlamıyla kanaat getiremediğimiz bir İran var. Yücel Okşak, yaşananlara dair durum değerlendirmesi yapıyor yazısında.
“En Kötü Senaryo
Çatışmanın “bölgesel bir savaşa” dönüşmesi, Hürmüz Boğazı’nın kapanması ve “petrol fiyatlarının 100 doların üzerine çıkması.” Bu, Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkelerde stagflasyonu tetikleyebilir ve Türkiye-İran ticaretini ciddi şekilde daraltabilir.
En İyi Senaryo
Gerginliklerin sınırlı kalması ve diplomatik çözümlere ulaşılması. Bu durumda, piyasalardaki volatilite kısa sürede normale dönebilir ve ticaret hacmi korunbilir.”
Edirne Selimiye Camii Kalemişleri
Derginin bu sayı kapağını da süsleyen Selimiye Camii kalemişleri konulu yazıyı M. Semih İrteş kaleme almış.
“Selimiye Camii’nin 1983’te yapılan kapsamlı onarımında bütün alanlarda yapılan araştırma raspalarının neticesinde avlu revak kubbeleri, yan açık mahfil tavanları, pencere içi tavanları, giriş kapıları, mahfil tavanları, hünkâr mahfili ve müezzin mahfilinde caminin özgün kalemişi nakışları bulunmuştur.”
“19. yüzyılda yapılan ana kubbe kalemişlerinin göbek yazısı ile pencere üst kasnağı arasındaki üslupsuz nakışlar pencere çevresi ve üstündeki barok tezyinatla bir uyum içinde değildir. 1983’te barok kalemişleri, Mimar Sinan Üniversitesi Tezyinat Uzmanı Tahsin Aykutalp tarafından raspa bulgularına dayanılarak klasik üslupta çizilmiştir.”
Kitap Fuarı Bahane Siirt Şahane
Kitap fuarı için Siirt’e giden Hülya Günay, Siirt’e dair izlenimlerini yazmış. Siirt’i Günay ile birlikte adımlıyoruz.
“Siirt, inanç, kültür, eko, doğa turizmi zenginlikleri yanı sıra özel bir lezzet haritasına da sahip. Siirt’te kalori hesabı yapmayı bırakın Efendim. Sabahın beşi ile başlayan büryan seramonisi günün ilerleyen saatlerinde kitel, perde pilavı, adını sayamayacağım lezzetlerle devam eder. Siirt keşfini bir sayfaya sığdırmak ne mümkün?”
Sakarya, Anadolu’nun Saf Çocuğu
M Nihat Malkoç; tarihiyle, konumuyla, sanayideki yeriyle Sakarya’yı anlatıyor.
“Sakarya, mâziyle hâlin terkibidir. Sakarya şehrinin manevî hayatının aynası olan Orhan Camii, Tozlu Camii, Ağa Camii bugün de dimdik ayaktadır. Esnaf kültürünün yaşatılmaya çalışıldığı Uzun Çarşı, Bakırcılar Çarşısı, Kapalıçarşı, Kömür Pazarı, Pirinç Pazarı, Soğan Pazarı gibi çarşı ve pazarlar dünden derin izler taşımakta, mâziye tutkun insanların uğrak yeri olmaktadır.”
Rüzgârın Duaya Durduğu Şehir
Ahmet Köseoğlu ile Şam, Halep, Antakya arasında uzun soluklu bir yolculuğa çıkıyoruz. Tarih, kültür, medeniyet arasındayız.
“Antakya’da Cemil Meriç’i anıyoruz; ama anmak ne demek? Bir düşünceyi kalbinin eşiğinde dinlemekse anmak, biz onu değil, onun gölgesine düşen merakı andık. Dostoyevski’yi hatırlatan Cemil Meriç, Meriç’i Reyhanlı’ya taşıyan otobüs, otobüsü Halep’e çeken zaman…”
“Ve sonra Şam. Şam’a varırken, insanın içini bir şey sızlatıyor. Hüzün değil, gurur değil, ama buruk bir şey. Belki de zamanın insanı beklemeden çekip gitmesi. İbn Arabî, Mevlânâ, Şems, Caferi Tayyar, Nureddin Zengi… Hepsi burada zaman zincirine birer halka.”
Şehrin Delileri
Şehirlerin meşhur delileri vardır. Herkesin tanıdığı, çoğunun deliden çok veli hallerine sahip olduğu kişilerdir bunlar. Alper Lütfi Göncü şehirlerin artık bir marka haline gelmiş delilerini anlatıyor.
“Zenginin delisi, fakirin velisi, adına türkü yakılan Tokat Reşadiyeli Deli Şükrü, Malatya’da sopayla dolaşan Mercedes Kadir, Amasya’da Ali Ekber, Internet sayesinde ülke çapında ünlenen, Milyoncu Mehmet Abiyle girdiği diyaloglarla fenomen olan Mersinli Cihangir, Elazığ’da demir tasla dolaşan Deli Recep, Trafik Memet, Yusuf Emmi, ünü çoktan Türkiye sınırlarını aşan Trabzonlu süper kahraman Köksal Baba. Gürcistan televizyonunda en çok seyredilen programlara konuk olan, özel davetle Dubai’ye giden, özel jetle Bodrum’a uçan, Nusret’te yemek yiyen, tüm dünyadan 4 milyon takipçisi olan bir küçük adam; Köksal Baba…”
En Eski İstanbullular ve Martı Jonathan
İstanbul denince akıllara neler gelir? Herkes için farklı çağrışımlar olsa da ortak paydalar da yok değil. Necla Dursun, bu ortak paydaları en eski İstanbullular olarak anlatıyor. Çay, simit, Kız Kulesi ve martılar… Listeyi uzatmak mümkün. Herkesin kendi dünyasında bir İstanbul vardır. Biz Necla Dursun’un İstanbul’una kulak verelim. Yanımızda bize Martı Jonathan eşlik ediyor.
“İstanbul denilince akla çok şey gelir. Boğaz, Kız Kulesi, çay/simit… Bir de martılar. En eski İstanbulludur onlar. Şehrin semalarında kanat çırptıkça daha derin nefeslerle İstanbul’u içine çekme isteği uyandırırlar. Şehrin tarihine, siluetine, kültür ve estetiğine nüfuz eden martıların olmadığı bir İstanbul düşünülemez. Manzaraya müthiş bir katkı sunarken aynı zamanda şehrin cazibesinin ayrılmaz parçasıdırlar.”
“Kitaplığımda daima var olan Martı Jonathan’ı bu sezon Üsküp Kitap Kulübünde 25 Kuzey Makedonyalı lise öğrencisi ve Türkiye’den katılım sağlayan konuklarımızla birlikte Gostivar’da değerlendirdik. Bu vesileyle tekrar okudum Martı’yı. Üzerine tekrar düşündüm. Düşündüklerimden biri de şuydu: acaba İstanbul’un gök kubbesinde kanat çırpan martılardan hangisi Jonathan? Böylesine karmaşık ve kalabalık bir şehirde kendisine yer açmış bir Jonathan mutlaka olmalı.”
Antalya Şehrinin Özü: Kaleiçi
Antalya Kaleiçi’ni anlatıyor bu sayı Mehmet Mazak. Akdeniz’in ruhuna vakıf bir yazardır Mazak. Kaleiçi’nin en cazip yanlarını anlatarak içimizdeki gitme arzusunu canlandırıyor Kaleiçi’ne.
“Antalya, 11. yüzyılın sonlarından itibaren Bizanslılar ve Türkler arasında sürekli olarak el değiştirmiş ve nihayet 1207’de Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından kesin olarak ele geçirilmiştir. Selçukluların şehri ele geçirmelerinden sonra Kaleiçi yoğun bir inşa ve yeniden yapılanma sürecine girdi. Selçuklu sanatının en seçkin örneklerini temsil eden mimari eserler bu dönemde inşa edildi. Antalya ve dolayısı ile Kaleiçi’nin altın çağı bu dönemde ortaya çıkmıştır.”
“Rant ve Turizm açısından çok değerli bir bölge olmasına rağmen Anadolu insanını, Antalya yörüklerini, Türk ve İslam kültürü ve medeniyetini sadece mimari yapılarda görüyor olmamız, sosyal yaşantı ve kültürde izine rastlamıyor olmamız, Kaleiçi’nde metfun ecdadımızın kemiklerini sızlattığı gibi, Türk İslam medeniyetinin en seçkin örneklerinden oluşan tarihi yapıların her gün gözyaşlarına hakim olamadığı duygusunu yaşatmaktadır bende.”
Erzurum’da Leylak Zamanı
Erzurum’un leylakları ile bu yıl tanışmış olduk. Şehre rengi ve kokusu ile öylesine eşsiz bir anlam katmış ki leylaklar, ben de gönül rahatlığı ile “leylaklar şehri Erzurum” deyivermiştim. Erzurum’da tanışma mutluluğuna erdiğim H. Ömer Özden hocamız da şehrin leylaklarını, karını, kışını, soğuğunu, doğal güzelliklerini anlatıyor yazısında. Bir şehri o şehri yüreğinde hisseden bir ustadan okumak da ayrı bir keyif olsa gerek. Bunu Özden’in her satırından anlamak mümkün.
“Palandöken’in ulaştığı 3200 rakımlı zirvesinin de, yeryüzünde deniz seviyesinden yaklaşık 2000 metre yükseklikte konuşlanmış nadir şehirlerden biri olan Erzurum’un da kendine göre bir baharı vardır elbette. Bu öyle bir bahar ki bütün şehirler yaz havasına girerken alametleri yeni yeni ortaya çıkar. Bu alametlerin en önemli göstergeleri de dağların eteklerinde çıkan envai türden renkleri ve burun direğinizi titreten otlar ve çiçeklerdir.”
“Son yıllarda tüm canlılarda olduğu gibi leylaklarda da bir değişim gözlemleniyor. Bu değişim, ağaçların yaprakları ve çiçeklerin görünümünde değil, renklerinde yaşanıyor. Mor renkli leylakların yanında beyaza yakın ve lila dedikleri renklerde yeni tür leylaklar açıyor. Bu durum, leylakların genetiğiyle oynandığı için mi yoksa doğal bir farklılık mı anlamak zor. Ama leylaklar her hâlükârda Erzurum’un süsü olmaya devam ediyor.”
Feridun Andaç’la Söyleşi
İsmail Bingöl, Feridun Andaç ile Erzurum’a dair bir söyleşi gerçekleştirmiş. Söyleşinin merkezinde Andaç’ın Erzurum, Bir Kentin Solgun Yüzü kitabı var.
“Kimlik değiştirme süreci başlamıştı. Çünkü en çok göç veren illerden biriydi Erzurum. Ve o yerel dokunun bozulmaya başladığını gördüm. Ama o kenti bekleyen arkadaşlarım vardı. Hep onu diyorum, biz gittik ama siz kenti bekleyenler durumuna geldiniz. Tabii üzücü bir şey bu. Gidenler ve bekleyenler metaforu beni çok etkilemişti. Hatta tekrar döndüğümde bu kentin romanı yazılmalı diye düşündüm.”
“Bir yazar, bir yere aittir her şeyden önce. Yani bir dile de ait olsa, o dilin ait olduğu bir coğrafya var. Oradan kopmanız mümkün değil. Benim yazı yurdum da diyebilirim ki Erzurum’dur.”
Tanpınar’da Âvâre İlhâmlar
Leyla Yıldız, Tanpınar’ın zaman mevhumuna, etkilenmelerine, geniş bir yelpazeyi andıran ilham kaynaklarına dair yazmış.
“Tanpınar, sanatın tüm dallarında hem Doğu’dan hem de Batı’dan beslenir. Dede Efendi’yi, Itrî’yi sevdiği kadar Mozart’ı, Beethoven’i, Bach’ı da sever.
Klâsik mûsikîmizin zevkine Yahya Kemâl’in mısraları işâret ediyordu: “Çok insan anlıyamaz eski mûsikîmizden / Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.” Dede’nin Mâhur Beste’sini ilk defa dinlediğinde birdenbire gözlerinin önünde çıplak bir manzaraya hâkim büyük bir ağaç canlanmıştı. Yaz Yağmuru ve Huzur’daki başkahramanların plak merakı, klasik müziği hayranlığından geliyor.”
Kastamonu’da Topraktan Kalbe Uzanan Bir Hayat
Sibel Orhan, Kastamonu’ya dair yazmış. Şehrin ruhuna dokunuyoruz. Tarihin gizemini adım adım hissediyoruz.
“Kastamonu sokaklarındaki taş konakların gölgesinde ve insanların yüzünde tarifsiz bir bahtiyarlık gibidir samimiyet. Taş fırınlardan yayılan etli ekmek kokusu insanın başını döndürür. Hamurun sıcaklığı, en çok da yürekleri ısıtır. Yemeğin lezzeti bir yana, o sofrada oturanların yüzlerindeki huzur görülmeye değer. İşte o, Kastamonu’nun gerçek tadıdır. Taşköprü sarımsağı dört bir yana kokusunu meltemle yarışır gibi sunarken pastırmanın rayihası tok olan insanın bile iştahını açar. Hele bir kaşık helvası var ki “yeme de yanında yat” dedikleri türden.”
Safran
Bilal Arıoğlu, bu sayı çiçeklerin dünyasındaki yolculuğuna safran ile devam ediyor.
“Safran için ilk akla gelen her ne kadar Safranbolu olsa da 14. yüzyıldan beri Anadolu’nun pek çok yerinde zâferân ekimi yapılmıştır. Yetiştirilmesindeki zahmetler ve dış alımla birlikte başlayan ekonomik dengesizliklerle zâferân ziraatı peyderpey terk edilmiştir. Sınırları içerisindeki zâferân tarlalarını 20. asır başlarına kadar muhafaza eden yerlerden biri de Viranşehir’dir. Viranşehir safranının kalitesiyle kazandığı haklı ve köklü bir şöhreti vardır. Hatta “17. yüzyılın başlarında İstanbul piyasasında Viranşehir safranı ve diğer safran olmak üzere iki tip safran bulunuyordu.”
Mardin: Rüya, Masal, Şiir Şehir
Kadir Korkut’un Mardin üzerine sorularını cevaplamış Fahri Tuna. Her köşesine vâkıf olduğu bir şehri anlatıyor Tuna. Yaşanmışlıkları ve anıları da eşlik ediyor ona.
“Mardin Valisi Hasan Duruer dostum, bölgedeki dokuz ilin kültürel birlikteliğini artırmaya yönelik olarak kanunla kurulan Güneydoğu Kültür Birliği’nin 27 kişilik genel kurulunca, üç yıllığına birlik başkanı olarak seçilmişti. Ben de 49 yaşından yeni emekli olmuştum. Aynı yılın Kasımında İstanbul’da buluştuk. Genel sekreter olarak gel, birlikte memlekete hizmet edelim, dedi. Bir şehit torunu olarak elbette görevden kaçamazdım. Ailemi götüremediğimden ancak danışman olarak görevi kabul ettim. 1 Aralık 2009-1 Nisan 2011 arasında, on altı ay, altmış altı hafta, ortalama haftada-on günde bir, tahminen elli defa, uçakla Güneydoğu’ya gittim, uçakla geldim.”
“Hiç düşünmeden Mardin Kebabı derim. Sonra Mardin Ciğeri. Ama Yusuf Usta’da. Kaburga Dolmasını da çok severim. Ama kardeşim Arlan Şahkulubey’in annesi Dervişe Teyze yapacak. Süryani Köftesi de lezzetlidir, severim. Ikbizlahmi, I’rok, hepsi güzel. Vedat Ağa’nın Konağında pişen kuzunun tadına da doyamadım. Şehrin yüz yıllık marka Davut Selim’in Badem Şekeri de harikadır.”